5 Aralık 2014 Cuma

Büyümek

Küçükken hep büyümek istedim.
Kendi yaşıtım kızlardan hoşlandım. Onlar da kendilerinden daha büyüklerden hoşlandı. Bense o benden büyük olan, benim hoşlandığım kızların hoşlandığı erkeklerin yaşına gelmek istedim hep.
Geldim de nitekim. O zaman bir de baktım, hepimiz birden büyümüşüz. Sadece ben değil. Biraz daha büyümek gerek o vakit.

Büyüdüm de biraz daha. Değişmedi makus talihim ama.. Ben büyüdükçe, onlar da büyüdü. Hepimiz büyüdük ve ben yalnız kalmaya devam ettim.. Arada yalnızlık bozuldu tabii ama kalıcı değil..

Okuduğum romanlarda genelde kendimden birşeyler buldum romanın kahramanında. Ana kahraman olmadığım roman hatırlamıyor gibiyim. Mesela Suç ve Ceza'da Raskolnikov oldum. Sefiller'de Jean Valjean. Şeker Portakalı'nda ise Zeze.. Zeze kadar olmasam da, onun gibiydim. Ya da Raskolnikov, ya da Jean Valjean..

Sonra izlediğim diziler var. Lost'ta yakışıklı doktor idim. How I Met Your Mother'da ise Ted. Arrow'da ise Arrow'un kendisi oldum. Big Bang Theory'de ise Leonard Hofstadter oldum.

Öyle mi böyle mi diye düşündüm çok.

"Ben hangisiyim acaba?" diye sordum kendi kendime. Cevabım çok ilginçti: Ben benim. Evet. Ben bendim, başkası değil. Tüm o kahramanlarda, kendimden büyüklerde, başrol oyuncularında kendimden birşeyler buluyordum. Afrikalı Leo'da dahi Leo olmuştum.. Nasıl olduğundan bihaber. Anladım ki, çok sonradan, ben aslında hepsiydim. Ya da onların hepsi bendi. Bazı yanlarım birinde, bazı yanlarım bir diğerindeydi. Tamamı hiçbirinde olmadı ama. Hep parça parça oldu.

Büyümek dedim. Büyümek.

İnsan sürekli büyüyormuş, sonradan öğrendim. Bunu aceleye getirmenin de çok bir anlamı olmadığını. O geleceğimiz yere zaten geleceğimizi öğrendim sonra. Ne yaparsam yapayım, sürenin daha hızlı geçmeyeceğini öğrendim.

Sonra, izafiyeti öğrendim. Einstein demiş zamanında: "Hoş bir kadının yanında oturursanız, bir saat bir dakika gibi geçer. Kor halindeki kömürün üstüne oturursanız ise bir saniye bir saat gibi geçer. İşte bu izafiyettir!". Zamanın insan icadı olduğunu, bu icadın saat kullandığını ve bizim anladığımız, hissettiğimizin dışında, sabit tempoda sürekli ilerlediğini öğrendim. İzafiyetle birleştirince bu iki bilgiyi, hayattan daha fazlayı nasıl alabileceğimi öğrendim.

Büyüdüm de büyüdüm. Büyümem bir türlü durmadı. Durmayacak da anladığım kadarıyla. Tabii bu daha fazla uzayacağım anlamına gelmiyor ne yazık ki. Sadece bilgi, beceri gibi konularda büyümeye devam edeceğim. Tabii istersem. Yoksa büyüyen sadece takvim yaşım olacak. Bir gün gelecek, 75 yaşında tek yaşayan bir kadın "İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!" derken ben bunu 100 yaşımda ve çift başıma söyleyeceğim.

3 Aralık 2014 Çarşamba

İnsan Olmak! Mümkün mü?

İnsan olmak. Sadece insan olmak ama. Mümkün müdür? Bundan beşbin yıl önce bu soru sorulsa belki evet olabilirdi. Lakin günümüzde bu ne yazık ki imkansızlaştı. Aslında imkansızlaşmadan ziyade biz öyle olmasını istemiyoruz belki de.

Aile ağacı gibi düşünürsek, en üstte canlılar ve cansızlar diye başlayalım.

Canlıları insan, hayvan ve bitki olarak ayırabiliriz. Hayvanlar ve bitkilerde yaptığımız çeşitli gruplamalar var. Yalnız bu gruplamaların ana nedeni bizim onları daha iyi anlayabilmemiz aslında. Onlar kendi aralarında zaten yaşayıp gidiyorlar bir şekilde. İnsanları ise illaki ayıracaksak ilk olarak erkek ve kadın diye ayırabiliriz sanırım. 

Kadın-erkek ayrımından sonra yaşlarına göre ayırmak mümkündür insanları. Bebek, çocuk, genç, orta yaşlı, yaşlı gibi de ayrılabilir insanlar..  Hemen öncesinde de evli-bekar diye erkek-kadın ayrımı kadar büyük iki grup oluşturabiliriz.

Sonraki büyük aile ne peki? Tabii ki dinler. Temel olarak en yaygınlarından bahsedecek olursak insanların ikinci ayrılma noktası dinler Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu inançlar ile Ateistler, Deistler gibi kısmen inanan ve inanmayanlar var.

Ondan sonra gelen büyük aile ne? Irklar tabii ki. Bildiğimiz siyah tenli, sarı tenli ve beyaz tenliden ziyade Australoid, Negroid, Mongoloid, Nordik, Akdeniz Grubu ve Alpin Tip gibi gruplara ayrılıyorlarmış. İskelet ve kafa tiplerine göre de farklı ayrılmalar var.

Milletler var, Türk, Kürt, Alman, İngiliz, Fransız, Çinli, Japon vb. Kimi çok büyük, kimisi nispeten küçük, kimisi ise gerçekten çok az insandan oluşanlar..

Peki daha sonra? Meslekler mesela? Klasik sıralamayla doktorlar, mühendisler, öğretmenler, avukatlar diye başlayan sayısız meslek var.

Bunun gibi daha da ayırmaya devam edebiliriz insanları. Belki bu ayrımların alt gruplarını yazabiliriz. Temel anlamda dinlerin alt mezhepleri olabilir ilk başta. ABD'de Connecticut Üniversitesi'nin bahçesinde yan yana sıralanmış Hristiyanlık mezheplerinin sayısı sanırım ondan fazlaydı. Diğer dinlerde de çok fazla mezhepleşmeler var. Kimisi aynı dine temelde inanmasına rağmen diğer mezheptekini dinsiz dahi ilan edebiliyor.

Çok fazla yöntem var insanları ayırmak için. Sokakta gezip "Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" diye sorsak ne gibi cevaplar gelir acaba? Sosyal medyada görüyorum. Instagram'da mesela, insanlar kendilerini tanıtan özelliklerini yazıyor. Meslek, yaş, hobiler vs. Kimi gruplar kendilerini dinleriyle tanımlamayı tercih edebiliyorlar. Mesela Hristiyan Demokratlar, Müslüman Kadınlar gibi..

Halbuki bunların hepsi insan.Hepimiz insanız yani sonuçta. Bu yazıyı okuyabilen, aklı olan canlı türüne verilen ad yani. Peki tüm bu yukarıda sıraladığım kimliklerimizden sıyrılıp sadece insan olamaz mıyız? Yani ben mesela, sadece Azem olamaz mıyım? Aile kimliğimden de sıyrılıp.. Sadece bana ait olan olamaz mıyım?

Olunabilir pekala. Fakat mesele olmak isteyip istemediğimizde. Geçmişten bu yana insanlar hep bir gruba ait olma çabasına girmişler. Bir yere aitlik hissetmeye çalışmışlar, ait oldukları aile/kabile/millet için savaşmış, bazen bu uğurda ölmüşler. Bense sadece ben olabilmeyi istiyorum. Tüm alt kimliklerimden bağımsız olarak. Böylece aramızda diğer insanlarla gerçekten de fark olmadığını görebiliriz.

Savaşlar var ya, işte savaşların da en büyük nedeni yukarıda belirttiğim ayrımlardan bir ya da birkaçı. İsrail-Filistin mesela. Din savaşı. Haçlı savaşları, din savaşı. Emeviler'den başlayarak gelen, Osmanlı ile doruk noktasına ulaşan savaşların birçoğu din yayma adına yapılan savaşlar.. En azından görünen kısmı. İrlanda'nın kuzeyi ve güneyi arasındaki savaş, din savaşı. Fransa-İngiltere arasındaki savaşlar, kısmen milliyet, kısmen de din savaşı.. Hitler'in yayılma için yaptığı savaşlar, Alman milleti için yapılmış savaşlar.. ABD'de halen daha siyahların maruz kaldığı muameleler ve ayrımcılık, ırk savaşı.. Daha çok uzatılabilir bu liste. Erica Jong'un "Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı şeytan adına işlenenlerden çok fazladır!"sözü de konunun din boyutuyla ilgili önemli bir soruna işaret ediyor.

Yani bizim ayırıp birbirimizle savaşmamıza neden olacak, olabilecek pek çok neden olabilir. Birleştiren ise sadece birşey var, herşeyin üstünde. O da insan olmak! Bence iyisi mi biz herşey olmayı bırakıp insan olalım. Kökenimize dönelim. Ondan sonrası zaten kolay. Çünkü tüm farklılıklar ortadan kalkıyor orada.  Herkes aynı ve eşit oluyor..

Mesele de aslında diğer kimliklerimiz değil. İnsan olmadan, olamadan, diğerleri olmaya çalışıyoruz. O zaman işte, birşeyler eksik kalıyor.. 

2 Aralık 2014 Salı

Elektrik Hayattır

Gerçekten de elektrik hayattır.

Elektrikte 50Hz'in ne olduğunu pek bilmez. Alternatif akımın, yani kullandığımız elektrik akımının frekansıdır 50 Hertz. Sinüs eğrisini düşünürsek 1 ile -1 arasında bir saniyede 50 kere gidiş geliş demektir bir diğer deyişle.


İşte aynen yandaki gibi. Bir inip bir kalkar. 1 ile -1 arasında değildir bu sadece. Ama bildiğimiz sinüs eğrisi..

Hayat da buna benziyor. Sürekli bi iniş çıkışlar var. Hiçbir şey sürekli iyiye ya da kötüye gitmez. Tabii buradaki gibi çok keskin ve düzenli olmaz hayattaki iniş çıkışlar ama yine de benzerdir. Bir iner bir çıkarız.

Bazen ruhumuz da bu tempoya ayak uydurur. Mevsimler değişirken bizim ruh durumumuz da değişkenlik gösterir. Sonbahar geline sıfırın altlarında dolanırız. Bunun bir nedeni de düşük hava basıncıdır aslında ama biz ruhumuzda hissederiz bunu. Düşer tempomuz. Düşer kimi zaman moralimiz biz anlamadan.. Sonra kışla birlikte daha da aşağılara inebilir. Sinüs eğrisinin diplerine kadar yolu var yani.

Tramboline binen vardır. En azından çocukları görürsünüz trambolinden zıplarken. Trambolin de sinüs eğrisine benzer hayat gibi. En alta kadar inmeden en üste, en yukarıya çıkamazsınız. Yani inmenin de bir sınırı var. ''Kestirmeden yukarıya döneyim'' demekle olmuyor. Ciddi ciddi dibi görmek lazım ki yukarı çıkışımız şahane olsun.

İlkbaharla birlikte işte, tekrar yukarı çıkış başlar. Yazın başı gibi sıfır seviyesini görmüş ve daha da yukarı doğru ilerliyoruzdur artık. Yazın sonuna kadar da bu böyle gider. Moralimiz de sıcaklıklarla paralel şekilde artar da artar. Belki de bu yüzdendir Ağustos ayının en sıcak, Şubat'ın ise en soğuk ay olması..

Sonra devam işte.. Aynen hayat gibi. İniş çıkışlarla dolu bir hayat..

Kimi zaman da bu iniş çıkışlar müthiş hızlı olabilir. Bir an çok iyi hissederken, bir an çok kötü hissedebiliriz. Hemen sonra bi daha çok iyi olur durum. Yani 50Hz'e geri dönüş bir bakıma. Sık aralıklarla iniş çıkışlar..

Demem o ki, elektrik gerçekten de hayattır..

12 Kasım 2014 Çarşamba

Memnuniyetsizlik Üzerine

Bazı insanlar öyledir işte: Memnuniyetsiz..

Bir türlü memnun edemezsiniz onları. İsterseniz ağzınızla kuş tutun, tuttuğunuz kuşta bahane arar. Yok çok küçük, yok çok büyük..

Otobüse biner, 'Bu otobüs çok dolu!' der, mutsuz olur.
Otobüs sakindir, boştur nispeten. 'Niye bu kadar boş!' der bu otobüs. 'Yazık günah!'.

Sevgilisiyle, ikisi de yoğun olduğundan sık görüşemez. Görüştüğünde de etrafta olan şeyleri bahane eder, yine mutsuz olur, mutsuz eder..

Bir konuda şikayetçi olursunuz. 'Kimi kime şikayet ediyorsun?' diye sorar. Yaptığınızın anlamsız olduğuna, saçma olduğuna sizi de inandırmaya çalışır. Hem kendi mutsuz olur, hem de sizi mutsuz eder.

Yolda gidersiniz, yağmur yağar. Yağmurdan şikayetçi olur saçları ıslandığı ve kabardığı için. Sonra Paris'te Bir Gece filmindeki yağmurun yağdığı sahneyi izler. O sahnedeki gibi yürümek ister sevdiğiyle..

A partisi iktidara gelir. Kendi istediği şeyleri yapmasına rağmen karşı çıkar: Çünkü yapan kendi partisi değil, diğer partidir.

Arkadaşlarıyla buluşup muhabbete gider. Sıkılır, mutsuz olur. Sonra alır eline telefonunu, onunla oynar. Gece boyu da şikayetleri bitmez. Önce su soğuk gelmiştir. Biraz daha sıcak gelince de sıcak diye şikayet eder.

Eğlenmeye gider. Kendisine takılanların hiçbirini beğenmez de, sonrasında 'Niye benim de sevgilim yok!' diye dövünür. Çünkü sevginin, ilişkinin emek istediğinden haberi yoktur..

Çay ister. Önce çok sıcak diye şikayet eder. Biraz bekletir muhabbet sırasında. Sonra da çay soğumuş diye tekrar şikayet eder.

Çocuğu mühendis olmak ister. Ama o doktor olsun diye ısrar eder. Sonra başkaları mühendisliğin geleceğinin daha iyi olduğuna ikna edince kabul eder ama inşaat der bu kez de, bilgisayar olmaz der..

Okulda başarılısınızdır, birinci olmadığınız için memnun değildir. Birinci olursunuz, ortalamanız 5.0 olmadığı için memnun olmaz. Ortalama 5.0 olur, bu sefer de 100 üzerinden 100 olmaması bahanedir.

Böyle daha onlarca örnek sayılabilir. Bazı insanları, ne yaparsanız yapın, mutlu ve memnun edemezsiniz. Mükemmeliyetçilikle ilişkilendirilebilir belki, yalnız bunun da pratik karşılığı çok yok.. Her mükemmeliyetçi memnuniyetsiz olmayabiliyor. Örnek, ben..

Memnuniyetsiz olmak eldekiyle, varolanla yetinmemek de olduğu için daha iyiye, daha güzele doğru götüren gibi görünse de hayatı çekilmez kılmaya da yol açabiliyor bu durum. Hayat ise, o kadar kısa ki, çekilir kılınmayı bırakın, zevk alınır olmalı.. Çünkü herşey bir yere kadar çekilir.. Sonrasında bıkarsınız.

Zevk almak ise güzeldir, sonsuza kadar devam edebilir..

9 Kasım 2014 Pazar

Kartpostal İsteğimin Karşılığı

Dün akşam birkaç arkadaşla otururken bir arkadaş Portekiz'e gideceğini söyledi. Ben de hemen tek isteğim olan kartpostal atmasını istedim. Bana karşısında deli biri varmış gibi bakarak 'Ne? Kartpostal mı? Elden getirsem olur mu?' dedi. Ben ise 'Yok hayır, ben postayla gelmesini istiyorum. Çünkü posta kutusunda kartpostalı bulmak çok güzel oluyor!' deyince bu kez gerçekten de deliymişim gibi baktı gözleri büyüyerek.

'Keşke baştan hiç söylemeseydim!' diye düşündüm hemen. Bir kartpostal göndermekti söylediğim. Ve daha da garip gelen şey postayla atılan bir şeyi elden getirmeyi önermesiydi bana göre. Çünkü adı üstünde: Kartpostal. Kartelden ya da Eldenkart değil. Postadan gelen kart anlamına gelen Kartpostal. İngilizce'sinin doğrudan çevirisiyle 'Postalanan, posta yoluyla gönderilen' kart.

Kültürümüzü gerçekten de bu kadar unuttuk mu?

Eskiden mektup yazardık. Çok oldu yazmayalı ama yakın bir zamanda yazmaya başlayacağım yine. Çünkü eposta ya da aramak tabii ki derdimizi anlatmak için en hızlı yöntemler. Fakat bir mektup, yazanın o anda belki de sesli olarak kelimelere dökemeyeceği duygularını, düşüncelerini yazanın el yazısıyla iletir. Bir yandan kelimelerde yatan duyguları anlamaya çalışırken bir yandan da yazanın el yazısındaki anlamı keşfetmeye çalışırız. En azından ben öyle yaparım. Diğeri, yani bunların teknolojik olanı, elektronik olanı, o kadar da çekici gelmiyor bana nedense..

Gelişen, büyüyen, 'globalleşen' dünyada bunların tümüyle içiçe olup aynı zamanda kültürümüzü de koruyabiliriz. O kadar da zor olmadığı gibi bunları yapmak ya da yapılmasını istemek de deveye hendek atlatmak gibi birşey değil..

6 Kasım 2014 Perşembe

İstanbul 2017 Avrupa Yeşil Başkent Adayı(!)

Evet, yanlış duymadınız. İstanbul 'Yeşil Başkent' olduğunu, daha doğrusu olmaya aday olduğunu söyleyen bir şehir. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştu ve faaliyetlerini zaten sürekli kültürel faaliyetlerin olduğu alanlara sıkıştırarak bu konuya nasıl baktığını göstermişti. Şimdi ise 'Ben Yeşil Başkentim' demek istiyor. Buna aday oldu. Diğer şehirler şöyle:
  • Bursa (Turkey)
  • Cascais (Portugal)
  • Cork (Ireland)
  • Essen (Germany)
  • ‘s-Hertogenbosch (Netherlands)
  • Istanbul (Turkey)
  • Lahti (Finland)
  • Lisbon (Portugal)
  • Nijmegen (Netherlands)
  • Pécs (Hungary)
  • Porto (Portugal)
  • Umeå (Sweden)
Bursa'ya gittim ama çok da iyi bildiğimi söyleyemem. Diğer şehirleri de bilmiyorum listede yer alan. Bu şehirler arasında önce bi ön eleme yapılacak. Sonrasında ise Haziran 2015'te bu şehirler son sunumlarını yapacak ve uluslararası jüri de bu bilgiler ışığında kararını verecek. Yine Haziran 2015'te 2017'nin Avrupa Yeşil Başkenti belli olacak. Yalnız bu bilmemelerin arasında bir de bilme var: İstanbul defalarca olimpiyatlara aday oldu ve kazanamadı. Hazır olmayan bu kenti sürekli aynı yarışa 'yenilen pehlivan' misali düşünen yöneticiler, sanırım 'Yeşil Başkent' gibi bir konuda da 'Kültür Başkenti yapanlar Yeşil Başkent de yaparlar' gibi bir mantıkla hareket ediyor olabilir. Tabii işin gereklerini düşünmemiş olabilirler. Konu ülkemiz olunca kimin nasıl düşündüğünü kestirmek imkansızlaşabiliyor kimi zaman çünkü. 

İstanbul'a genel anlamda baktığımızda, hele de Galata/Karaköy tarafından tarihi yarımadaya baktığımızda Topkapı Sarayı civarı dışında neredeyse hiç yeşil göremiyoruz. Yeşil Başkent olabilmekle ilgili çeşitli konular var üzerinde durulması gereken ve jürinin de dikkat edeceği.

"Avrupa Yeşil Başkent Ödülü bir şehrin çevre-dostu kentsel yaşam sınırında yaşadığının kabul edilmesidir. Bu şehirler sürdürülebilir kentsel gelişim, vatandaşlarının ne istediğini dinleyen çevre sorunlarına yenilikçi sorunlar ortaya koyan şehirlerdir." Avrupa Yeşil Başkent sayfasında konuyu bu şekilde açıklamışlar. Burada en basitinden "vatandaşlarının ne istediğini dinleyen" kısmını dahi Gezi Parkı süreciyle, aynı zamanda şu anda devam eden Validebağ Korusu koruma çalışmalarını 'cami düşmanlığı'na indirgeyen ve mahkeme kararlarına rağmen inşaatına devam edilmeye çalışılan camii inşaatı konularını düşündüğümüzde İstanbul'un aday dahi olamaması gerekiyor. Vatandaşını dinlemekten bu kadar uzak, "kamu yararı olmadığı"na dair mahkeme kararına rağmen devam ettirilmeye çalışılan inşaatı savunan bir yaklaşımla "Yeşil Başkent" nasıl olunabilir ki?

Konuyla ilgili uluslararası Uzman Paneli her şehrin teknik değerlendirmesini 12 temel kriter üzerinden yapacak. Bunlar hava kalitesi; iklim değişikliği, azaltım ve uyum; yenilikçi çevre ve sürdürülebilir istihdam; enerji performansı; sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar; entegre çevre yönetimi; yerel ulaşım; doğa ve bio-çeşitlilik; akustik çevre kalitesi; atık üretimi ve yönetimi; atıksu arıtma; ve su yönetimi. Bu değerlendirme kriterlerine göre finale kalan şehirler belirlenecek.

Belediyemiz tanıtım ve reklam konusunda gerçekten kendisini ve birçok özel firmayı da aşmış durumda. Yaptığı ve (seneler sonra kullanıma girecek dahi olsa) yapacağı çalışmaları/yatırımları kentin her tarafında (sayısı aşırı derecede fazla olduğunu düşündüğüm) açık hava reklam panoları ve diğer reklam aygıtları vasıtasıyla fazlasıyla tanıtım yapıyor. Yalnız defalarca aday olduğumuz ve bir türlü de alamadığımız olimpiyatlar gibi olacak gibime geliyor bu seferki yarışma. Tabii jüri İstanbul gibi bir şehrin, en azından, bu vasıtayla yeşillendirileceğini düşünerek bize de verebilir bu ünvanı. Orasına birşey diyemeyeceğim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi yenilikçilik konusunda o kadar ileri gitmiş durumda ki, yeşil alanı insanların yaşadığı yerlere değil, otobüslerin üstüne yapma gibi bir tasarrufa dahi gitmiş durumda.

Fotoğraf 1: Botobüs

Anlamadığım konu yeşil kentsel hayatla içiçe değilse, dinlenmek amaçlı oturduğumuz parkta çevremizde ağaçtan, çimden daha çok beton/parke taşlı yürüme yolları göreceksek, hatta etrafı tamamen binalarla çevrili sadece gökyüzünü görebildiğimiz ufacık parklarımız nadiren varken bu yarışmaya girmek hangi akla/amaca hizmet ediyor? Varolan parkların içi dahi yeşilden, çimlerden arındırılıp bu alanların içindeki beton oranı sürekli artırılıyor. Endüstriyel parklardan oluşan yeşil alanlarımız oluyor.
Fotoğraf 2: Göztepe Parkı'nın Eski Hali 

 Fotoğraf 3: Göztepe Parkı'nın Yeni Hali

Endüstriyel park derken kastettiğim Göztepe Parkı'nın alttaki fotoğrafına baktığınızda anlaşılacaktır. Başkalarını bilmem ama benim park kavramından anladığım çimenlerinde oturabileceğim, birkaç bankı olan, arada da çok fazla alan kaplamayan yürüme yolları olan alandır. Reklam tabelaları olan değil.  Alttaki sevmediğim endüstriyel park tipine giriyor. Yeşilin olması gereken yerde yeşilden başka herşey var. Kastettiğim çiçekler değil, şekil verilmiş, doğal olmaktan milyon kilometre uzak görüntüler..

The Guardian'da bununla ilgili bir yazı çıkmış. Adamlar buna CHP sözcüsünün dediği gibi "şaka" demişler. Gerçekten de şaka gibi.

Daha geçende bir arkadaşımla konuşurken söyledi, "Son geldiğimde o neydi? İstanbul'un her tarafı inşaat olmuş!" dedi. Bu kadar inşaat varken, şehrin merkezi denebilecek, nefes alma yerleri parklar imara açıp rant sağlamaya çalışılırken, "Yeşil Başkent" tanımı aşırı iddialı olduğu gibi "baştan kaybedilmiş bir yarış" gibi geliyor bana. 

Yalnız yazıya bakınca, bir de diğer aday kentlerin uydu görüntülerine bakınca durumun vehametini anlamak çok daha kolay oluyor. Tam da bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bu yarışmanın koordinatörlerine bir önerim olacak. Zorlu Centre'ı tepeden görenler bilir, aşağıdakine benzer bir görüntü vardır: 

Fotoğraf 4: Zorlu Centre 

Biraz daha yukarıdan bakarsanız, büyük oranda yeşil bir bina görürsünüz. Halbuki bu yeşilliğin insanların gezdiği alanlarla pek fazla alakası yok. Üst taraf zaten insanların gezdiği yer değil, görüntü açısından yapılmış bir yer. İşte benim önerim de bu konuda. Botobüs başarılı bir proje olarak yukarıdan bakınca görünen yeşil alanı artırması açısından oldukça önemlidir ve başlangıçtır. Benzer bir çalışma da çatılarda yapılabilir fakat Mayıs 2015'e kadar çok da fazla zaman kalmadığı için bence İBB hızlı bir şekilde yönetmelik yayınlayıp tüm çatıların yeşile boyanmasını bina sahiplerinden talep edebilir. Bu durumda uydu görüntüsü olarak yemyeşil bir görüntü ortaya çıkacağından şansımızı bir nebze artırabiliriz bence. Tabii halkını dinleme, hava kalitesi, iklim değişikliği azaltım ve uyum, sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar, yerel ulaşım, doğa (!) ve bio-çeşitlilik (!), akustik çevre kalitesi gibi konularda neler yapılacağını da artık İstanbul'u aday gösterenler değerlendirebilir. 

Hayat

Sinüs eğrisine benzettim ben hep hayatı.
Bir aşağı gidiyor,
Bir yukarı.
Sürekli yön değiştiriyor.

İşin güzel yanı ise,
iki tarafta da tepeyi görmeden,
yorulmadan,
bıkmadan, usanmadan,
durmuyor.

Hüzün de bu hayattan,
neşe ve eğlence de.
Biri var diye diğeri yok olmuyor.
Aynı anda da gelebiliyor,
farklı anlarda da..
Sahiplenmeli ikisini de,
sevmeli,
yaşamalı.
Sonuna kadar bi de..