13 Mayıs 2015 Çarşamba

Afedersiniz ile Pardon Arasındaki Farklar

Ciddi farklar var aslında ikisi arasında. Yani 'aferdersiniz' ile 'pardon' arasında.

Afedersiniz tamı tamına 5 heceden oluşur. Pardon ise sadece 2 heceden. Daha kolaydır söylemesi 'pardon'u. Diğer yandan 'afedersiniz' demek için en az 1 saniye daha fazla zaman gerekir. Zaman, ki içinde bulunduğumuz dönemde en çok ihtiyacını hissettiğimiz fakat bir türlü sahip olamadığımız olgu, şey.

Birine çarptığınızda hiç durmadan devam edip yürüyebilirsiniz. O sırada 'pardon' dersiniz, olur biter. Fakat 'afedersiniz' demek için en az bir an durup bu kelimeyi söylemek, sonrasında ilerlemek gerekir.

'Afedersiniz' demek daha çok zaman ve düşünce gerektiren bir kelimedir. Çünkü içinde hem kibarlık bulunduran 'siz' hitabı vardır, hem de bir fiil vardır: Af etmek. Yanlış yaptığınız bir hareketten dolayı af isteyebilir bir insan. Başka türlü değil. Ya da yol istemek için kullanılabilir bu cümle. Evet, cümle. Çünkü 'afedersiniz' aynı zamanda bir cümledir. Sadece fiilden oluşan bir cümle, ama işin sonunda bir cümledir. 'Pardon' ise sadece bir kelimedir. Bir ünlem kelimesi sadece. Daha fazlası değil.

'Afedersiniz' Türkçe bir cümledir. 'Pardon' ise yabancı, Fransızca kökenli bir kelimedir. İsim diye geçiyor TDK sözlüğünde.

Tüm bunları niye yazdığıma gelince, aslında gayet basit: Kibar olmak, tanımadığımız insanlara karşı nazik olmak gerektirir 'afedersiniz' kelimesi. 'Afedersiniz' diyen bir insan zaten nispeten kibar ve nazik bir insandır. Çünkü kullandığı kelime/cümle ile karşısındakine hayatından en az 1 saniye zaman ayırmış olur. 'Pardon' diyen ise bunu düşünecek nezakete sahip değildir. Daha doğrusu bunun o kadar da önemli olduğunu düşünmez. 'Pardon' kelimesini kullanan insanların hepsinin kaba insanlar olduğu çıkarımında bulunmuyorum burada tabii ki. Sadece 'afedersiniz' diyen bir insan kadar kibar ve düşünceli ve nazik bir insan olmadığını belirtmek istiyorum.

12 Mayıs 2015 Salı

Eskilerden

Üniversiteye yeni başladığım zamanlardı. 17 yaşındayım. Henüz 18 olmama var bir ay kadar. Zorunlu Türkçe dersine girdim. Farklı bir bölümden alıyordum Türkçe dersini. Üniversiteye başlamanın, liseyi bitirmiş olmanın verdiği o farklı hava var içimde ve ruhumda. Mutluyum yahu!

Hoca/profesör derse girdi. Sanırım ikinci haftasıydı okulun.Ya da üçüncü. İlk ders değildi yani.

"Arkadaşlar, boş bir sayfa çıkarın" dedi. "Dilekçe yazmayı öğreneceğiz bugün. Sekreter arkadaşlar şikayet etti öğrenci arkadaşlar dilekçe yazmayı bilmiyor diye" diye ekledi.

Bir garip hissetmiştim. Ağrı'daki bir lisede mezun olmuş olmama, tüm ilköğretim ve ortaöğretim hayatım da Ağrı-Van-Muş üçgeninde tamamlanmış olmasına rağmen dilekçe yazmayı gayet de iyi biliyordum ben halbuki. Hiç bir zaman da bu konuda şikayet almışlığım yoktu. Yazım en kötülerden olmasına rağmen yine de her türlü dilekçeyi düzgün yazabilirdim.

Demek ki onca senelik eğitimden sonra dahi dilekçe yazmayı öğrenememiş birçok öğrenci vardı Türkiye'nin en iyi birkaç üniversitesinden olmasa dahi oldukça iyi üniversitelerinden birindeydim. Oldukça yüksek ortalama ve sınav sonucu ile girilebilen bir üniversite öğrencileri o sınavlardan başarıyla geçmiş ama dilekçe yazmayı öğrenememişlerdi. 5 yıl ilkokul, 3 yıl ortaokul, 3-4 yıl liseden sonra hem de.

Bazen düşününce memleketimizin en büyük sorunlarından birinin de bu olduğunu düşünmüyor değilim: Ana dilini dahi düzgün öğretemeyen, kullanamayan bir memleketin insanı olmamız yani. Bir insan ana dilini düzgün bilmezse, o kişi kendini yeterince iyi ifade edemez. Kendini ifade edemeyince de insan biraz daha agresifleşebilir. Kavgalar vs. çoğunlukla bundan ortaya çıkar. Bir türlü anlaşamamaktan yani.

Köln'deyken oradaki Türk ailelerin çocuklarıyla ilgilenirken farketmiştim. Çocukların birçoğu kendilerini tam olarak ne Almanca ne de Türkçe ifade edebiliyorlardı. İkisinin karışımından oluşan bir dili kullanarak anlaşıyorlardı. Kendi aralarında çok sorun olmasa da Almanlarla ya da Almanca bilmeyenlerle anlaşmak ciddi güç olabiliyordu kimi zaman. Onca çocuğun arasında Halil İbrahim vardı. Hem Almancası hem de Türkçesi oldukça iyiydi Halil İbrahim'in.Öyle olmasının nedeninin kendisinin artık oradaki 3. nesil olmasından kaynaklandığını anladım. Anne-babası Türkçe'yi de iyi biliyordu, Almanca'yı da. Evde sadece Türkçe, dışarıda sadece Almanca bir hayat sürdüğünden iki dili de oldukça iyi öğrenmişti. Diğer çocuklar ise arada kalmış, sıkışmışlardı, kendini hiçbir dilde tam olarak ifade edemeyen insanlar olarak.

14 Nisan 2015 Salı

Bir Reklam Panosu Analizi: Nükleer Enerji, Temiz Enerji, Milli Enerji


Akkuyu Nülkeer Santrali ile ilgili yukarıda görünen reklamı görmeyeniniz yoktur sanırım. Pek çok reklam panosunda yayınlanıyor bu reklamlar. Çocuklar var ön tarafında. Güler yüzlü, bisiklet kullanan çocuklar. Sağlıklı, sağlığının doruğundaki çocuklar. Peki nükleer santralin bununla ne alakası var? Nükleer santral çocukların bisiklete binmelerine mi yardımcı oluyor? Doğru düzgün kaldırımın dahi olmadığı İstanbul'daki reklamlarda bisiklet kullanan çocuk reklamı gerçekten de ilginç olmuş.

Şimdi gelelim nükleer santral meselesine. "Güçlü Türkiye'nin Yeni Enerjisi" diye lanse ediliyor. "Yeni enerji" tanımlaması nispeten doğru ama Türkiye'nin ne kadar güçlü olduğu tartışılır. Son dönemde iyice yükselen dolar ve euro kurundan, tekrar yükselmeye başlayan ve bir türlü AB standartları seviyesine indirilmeyen enflasyondan, inşaata dayalı ekonominin sorunlarından sonra ne kadar güçlüyüz acaba?

"Enerjide dışa bağımlılıktan kurtuluyoruz" deniyor reklamda. Nükleer santrali kuran da, işleten de, uranyum yakıtını getiren de Ruslar. Dışa bağımlılığı azaltma bunun neresinde? Tamamen dışarıya bağımlı olunmuyor mu bu şekilde? Zaten enerji üretimi anlamında dışa bağımlılığımız %85 seviyesinde iken bu kadar büyük güçlü bir santralin de sürekli üretim yapacağı düşünülürse buradaki mantık ne?

"Milli enerji" deniyor. Milli olması için tamamen Türkiye'de üretilen teknoloji ile Türkiyede kurulan bir santral olması gerekmiyor mu bu santralin? Başka türlü "milli" olunabiliyorsa o başka tabii ki. Reklamda ve internet sayfasında bahsedilen Türk nükleer mühendislerinin yetişecek olması. Nükleer fizik alanında çalışma yapılması, sonra fizyon ile enerji üretilmesi ve bu enerjinin kullanılması dersek belki ama buradaki mevzuu o değil. Ruslar sistemi kuracak, bizimkiler de orada eğitim alıp burada çalışacaklar. Yani yine istihdam ile ilgili bir konu. 7.2 milyar dolarlık doğalgaz almayacakmışız. Bunun yerine "bedeli belli olmayan" miktarda uranyum çubuklarına ya da fiyatı henüz bilinmeyen enerjiye para vereceğiz. O uranyum çubukları, yani yakıtlar da Rusya'dan geliyor. Diğer bir deyişle Ruslar bize doğalgaz yerine uranyum çubukları satacak.

"Temiz enerji" deniyor. Çernobil'i hatırlarsınız. Karadeniz halen daha sıkıntılarını yaşıyor Çernobil'in. Kanser oranlarına bakın. En yüksek kanser oranları hep Karadeniz'de. Bu öyle koşarak da kaçabileceğiniz bir durum değil. Tsunami'den bile koşarak kaçamazken radyasyondan nasıl koşarak kaçılabilir? Bilenler bilir, nükleer enerji için Uranyum çubukları kullanılır yakıt olarak. Bu uranyum çubuklarının "tamamen doğaya geri döndürülmesi" diye birşeyin olmadığını söylemem lazım. Hatta birçok ülke Rusya'ya para ödeyerek bu atıkları oraya gönderiyor, göndermeye çalışıyor. Bu yüzden Rusya'ya "Dünyanın nükleer çöplüğü" de denir.

"Güvenli enerji" deniyor. Güvenli olduğunu Fukuşima'da gördük. Ki oradaki santrali yapanlar Japonlar olmasına rağmen durum çok vahimdi. Radyasyonlu su Amerika kıtasının tüm batı tarafını baştan başa gezdi. Pasifik Okyanusu'nun suyunun büyük bir kısmına bulaştı radyasyon.

"Sürdürülebilir enerji" denirken inşaat sırasında 12.000, çalışma sırasında ise 3.500 kişiye istihdam sağlanmasından bahsediliyor. Sürdürülebilirliğin bu anlamda olduğunu, kullanıldığını ilk defa görüyorum. Sürdürülebilirlik sistemin kendi kendini sürdürebilmesi prensibinden gelir. Özellikle yenilenebilir enerji sistemleri için sürdürülebilir denir. Nükleer için değil.

"Uzman enerji" kısmı ise daha bi ilginç Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) tarafından denetlenecekmiş işletmeci ROSATOM. Hadi UAEA neyse de bizdeki TAEK'in nükleer enerji konusundaki tecrübesi o kadar fazlaysa biz niye kendi nükleer santralimizi yapmıyoruz deneme amaçlı olarak? Bu konuda bazı çalışmaların olduğunu biliyorum ama henüz o aşamaya gelmedik bildiğim kadarıyla.

Demem o ki reklam ve internet sitesinde yazanlar gerçek olmaktan o kadar uzak ki işin azıcık içinde olan, ya da biraz okuyup öğrenen bir insan her türlü bu yazılanların gerçeği yansıtmadığını anlar ve kabul eder. Bunun siyasi görüşle vb. ilgisi de yok hem.

Son bi not: Beşiktaş Belediyesi'nin reklam panosunun içindeki bir sorundan dolayı altta "Orjinal Broadway Prodüksiyonu" yazısı kalmış. Silecektim ama reklam ve içinde bahsedilenleri düşününce silmedim.

Bir ekleme: Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve 80 ilde elektriklerin kesilmesinden sonra sistemin çabucak kendisini toparlayamamasının, santrallerin hemen devreye alınamamasının ana nedenlerinden biri büyük güçlü santraller olmalarıydı. Yani bu tarz bir arızada ufak güçteki santraller kolayca enterkonnekte (hepsi birbirine bağlı) elektrik şebekesine bağlanabilirken büyükleri devreye almak çok daha uzun zaman gerektirir ve daha zordur.  Bu yüzden de Türkiye elektrik ihtiyacının %14'ünü karşılayacağı söylenen Akkuyu nükleer elektrik santrali yerine çok daha ufak güçlerde ve yerele yayılmış enerji santrallerinin kurulması sistem sürdürülebilirliği açısından çok daha doğrudur.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Elektrik Faturanız Nasıl Yüksek Gelir?

Hiç bir şey yapmadan elektrik faturanızın yükseltilebileceğini biliyor muydunuz?

Çok basit bir yöntemle hem de. Elektrik Geriliminin V=IxR formülünü bilmeyen var mıdır? Lise 2 Fizik dersi konusudur bu.





P=V x I bu da Güç formülüdür. Yani bildiğimiz, kullandığımız güç de diyebiliriz. V’yi de yerine yazarsak formülümüz şuna dönüşür: P=I² x R olur.


Çok detaya girmeden basit bir hesap yapacağız. Öncesinden ufak bir açıklama:

V= Gerilim. Ya da voltaj. Birimi Volt (V)
I= Akım. Birimi Amper (A)
R= Direnç. Birimi Ohm (Ω)

P= Aktif Güç. Birimi Watt (W)

Şimdi hesabımıza gelelim:

P=V x I formülünü düşünelim. Evimizde çalıştırdığımız ürünlerin güçleri sabittir. Değişken değildir. Bu bilgiye göre güç, yani P sabitse değişkenlerimiz V ve I olur. V değeri de aslında sabit olmalıdır. Çünkü düzgün gerilim demek arızasız, problemsiz çalışma demektir. Beklenen, olması gereken de budur. V değeri tek fazlı sistemlerde 220V olarak bilinir. Biz de bu değeri kullanalım. Gerilim de sabitse akımımız, yani I değerimiz de sabit olmaz mı? Olur tabii ki.

Peki gerilim 220V yerine 215V olursa ne olur?

Cevap: Güç sabit kalacağından akım değeri artar.

Sayaçların çalışma prensibine göre güç, sayacın içindeki bimetal üzerinden akan akım bilgisiyle hesaplanır. Bunun anlamı şudur. Sabit olması gereken gerilim azaldığı için akım artar. Elektrik dağıtım şirketleri bize sabit voltajda elektrik enerjisi verildiği kabulü üzerinden bizi ücretlendirdiği için biz o düşük voltajdan dolayı artan görece fazla kullanımın parasını ödemek durumunda bırakılırız.

Peki cihazımıza bir şey olur mu diye bir soru duyar gibiyim. Yok, o kadar azalma için cihazınıza bir şey olmaz. Mesela benim şarj aletimin üstünde 100-240V giriş gerilimi görünüyor. Bunun anlamı gerilim 100V’a kadar düşse de şarj aletimin şarj edeceğidir. Diğer bir deyişle 220V elektrik için para öderken şebeke gerilimi 100V’a düşse dahi benim şarj aletim çalışmaya devam edecek. Ben ise bundan dolayı fazla elektrik faturamı ödemek zorunda kalacağım.

Pratik karşılığına gelince bu hesapların, elektrikle çalışan cihaz üreticileri düşük ya da yüksek gerilimden kaynaklanabilecek arızaların önüne geçebilmek için ürettikleri cihazların giriş gerilim aralığını geniş seçerler. Düşen voltajın cezasını ise biz öderiz. Hem de karesiyle orantılı olarak artan akımın.

Bilmem anlatabildim mi?

21 Mart 2015 Cumartesi

Arazi Rantı ve Emsal Artırımı Hakkında Birkaç Not


Sürekli 'arazi rantı' diye bir laf dolaşıp duruyor ağızlarda, televizyonda, her yerde. Peki biliyor muyuz ne olduğunu? Nedir arazi rantı?

Gayrimenkul firmaları araziyi alırken, üstüne yapılacak projeyi planlarken, projeyi kaça mal edeceklerini ve kaça satabileceklerini hesaplarlar. Buna göre araziye yatırdıkları para ile yapılacak projenin bütçesinin toplamını satıştan elde edilecek para ile karşılaştırırlar. Aradaki fark bekledikleri kadarsa o projeye girerler. Yoksa girmezler. Mesela 100.000.000 dolara mal ettikleri arazi üzerine yapacakları inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar olsun. Satıştan elde edilecek kârın 200.000.000 doların üstünde olması gerekiyor ki şirket bu işten kâr edebilsin.

Arazi rantı nedir peki? Bir örnekle anlatalım:

Mesela 100.000m2 bir arazi düşünün. Arazinin fiyatı olsun  100.000.000 dolar. Emsali de 1'e 1 olsun. Yani üstüne yapılabilecek yapı(lar)ın inşaat alanı en fazla 100.000m2 olabilir. Düz mantık gidersek ortalama metrekare inşaat maliyetini 1.000 dolar olarak aldığımızda, ki bu çok yüksek bir miktardır metrekare maliyeti olarak, buraya yapılacak 100.000m2 inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar tutar. Toplam maliyet oldu mu size 200.000.000 dolar.

Şimdi yapılacak projeye ve yatırımcıya gelelim. Bu projede metrekaresini ortalama 5.000 dolardan satarsa yatırımcı firma, bu durumda 100.000m2'den elde edeceği kazanç 500.000.000 dolar olur.

İnşaat maliyeti ile arazi maliyetinin toplamı 200.000.000 dolar idi. Satıştan elde edeceği kazancı ise 500.000.000 dolar olarak hesapladık. Bu durumda yatırımcı firmanın kârı net 300.000.000 dolar oldu.İnşaatı yapacak firma bu arazinin fiyatı 200.000.000 dolara kadar çıksa da almak isteyecektir, çünkü o durumda dahi net 200.000.000 dolar kazancı olacak.

Buraya kadar herşey normal. Asıl karışıklık bundan sonra başlıyor. Emsal bir anda 'bazı kişilerin oynamasıyla' 1'e 1 yerine 1'e 2,5'e çıkarılırsa peki ne olur?

1'e 2,5'in anlamı 100.000m2 arazinin üstüne yapılabilecek inşaat alanının 250.000m2 olmasıdır.

Maliyeti hesaplayalım:

250.000m2 inşaatın maliyetini metrekare başına yine 1.000 dolardan hesaplarsak 250.000m2 inşaatın maliyeti 250.000.000 dolar olur. Arazi maliyeti de 100.000.000 dolar idi. Toplarsak bu projenin yatırımcıya maliyeti 350.000.000 dolar olur.

Satıştan elde edilecek geliri hesaplayalım:

Yine metrekare fiyatını 5.000 dolardan hesaplayalım. Ki burada ufak bir not düşmek yerinde olacaktır, bu inşaatlardaki metrekare satış fiyatı, hele de büyük projelerde, kesinlikle bu fiyatın üstünde oluyor. Metrekaresi 5.000 dolardan 250.000m2 inşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolar olur. Yani 1,25 milyar dolar.

Kâr hesabını da unutmadan yapalım:

İnşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolardan arazi ve inşaat bedeli olarak 350.000.000 doları çıkarırsak geriye ne kalır? 900.000.000 milyon dolar net kâr! Biraz önceki hesapta sonucumuz 300.000.000 dolardı. Aradaki 600.000.000 dolarlık fark nereden geldi? Tabii ki emsal artırımından.

Son bir hesabımız kaldı. Metrekare toplam bedel:

1. durumda projenin toplam bedeli 200.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda yapılan bu işin metrekare toplam maliyeti yatırımcı firmaya 2.000 dolar olur. Satış da 5.000 dolar olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.000 dolar olmuş olur.

2. durumda projenin toplam bedeli 350.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda iş yapılmış olmasına rağmen inşaat alanı 250.000m2 olduğundan metrekare maliyetini de ona göre hesaplamamız gerekir. Bu da 1.400 dolar yapar. Biraz önce 2.000 dolar olan inşaatın maliyeti 1.400 dolara düştü bile. Satışı 5.000 dolardan olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.600 dolar olur.

Burada hesaplamalar yaparken bazı detayları atlayıp yuvarlayarak anlatmaya çalıştım ki daha basit ve anlaşılır olsun. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, toplam maliyet ile satış arasındaki fark burada hesapta gösterdiğimin çok üstünde oransal olarak.

Koruluklar, yeşil alanlar vb. imara açılmak istendiğinde bunda kamu yararının olması da gerekir. Kamu yararı derken kastettiğim arazi satışından devletin, yani bizlerin kazanacağı para değildir sadece düşünülmesi gereken. İnşaat yapılan bölgedeki insanların hayatlarına, oradaki trafiğe, çevre kirliliğine de etkileri değerlendirilerek karar verilmelidir. Bunlar göz önüne alındığında yeşil alanların, korulukların, her boş görülen alanın imara açılmasının ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğu anlaşılabilir.

Bundan sonra emsal artışına, yeşil alanların imara açılmasına, cami yapma bahanesiyle koruluklara dahi girilmek istenmesine karşı olumlu ya da olumsuz duruşunuzu düşünürken bu bilgileri de göz önüne alırsanız daha doğru bir duruş ortaya konabilir diye düşünüyorum.

Ne dersiniz?

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Akşamın Anatomisi


Dün akşam ilginç bir akşam oldu. 19.30'da başlayacak etkinlik için Kozyatağı'na gitmeye karar verdim. Arkadaşımla metro, Marmaray ve tekrar metroyla Kadıköy'e kadar gittik. Orada manzaranın güzelliğinden etkilenip birkaç fotoğraf çektim. Müthiş güzel geldi orayı öyle görmek. Fakat hava ciddi anlamda soğuk ve ben de yeterli giyinmemiş olduğumdan devam edip Kozyatağı'na doğru gitmek için metrodan aşağı doğru inmeye başladım.

Etkinlik bitince saate baktım. Üniversiteden arkadaşım da geldiği için onlarla biraz oturup sonra geçerim diye düşünüyordum eve doğru. Metro durağının yakınında olduğum için şöyle bir hesap yaptım: Kozyatağı'ndan metroya inip Ayrılık Çeşmesi'ne gitmek yaklaşık 20dk + Marmaray'la Yenikapı'ya gidiş arada beklemeyle birlikte 15dk + oradan Şirinevler'e metroyla gidiş yaklaşık 30dk sürecekti. Otobüsle gitmek istersem de o duraktan geçen birçok otobüsten birine binip Uzunçayır'a, sonra metrobüs ile de Şirinevler'e geçecektim. Toplamda buranın süresini de 50-55dk gibi hesapladım.

Saat 22.45 civarıydı. İlk başta raylı sistemleri ve gelişmelerini sevdiğimden metro-marmaray-metro ile gideyim dedim. Sonra trafiğin açık olduğu aklıma gelince otobüs durağına gidip beklemeye başladım. 129T gelecekti. Yani Taksim otobüsü. Uzunçayır durağındaki inişli çıkışlı yürüyüş yolu gözümde nedense büyüyünce o otobüsle köprüye kadar gidip oradan metrobüse geçebileceğimi düşündüm. Biraz bekleyince 129T geldi ve bindim. Yalnız Taksim yönüne değil de Üstbostancı yönüne gittiğini son durağa gelince anladım ancak. İlk kalkacak otobüse sorunca 15dk beklemem gerektiğini öğrendim. Ben de farklı bir vasıta ararken minibüse denk geldim. Sanırım bu akşamın en şanslı olduğum yanı biri oldu bu.

Minibüsle E5 üzerinde inip yola doğru geçecekken gözüme yine metro girişi çarptı. Genç bir kız asansöre binip aşağıya inecekti. Baktım otobüsün geleceği yok, hava soğuk, ilk aklımdan geçeni uygulamaya karar verdim: Metro-marmaray-metro üçlemesini. Zaten ne gerek vardı ki karayolundan otobüsle gitmeye. En temizi her zaman raylı ulaşımdı. Ya da ben öyle zannediyordum.

Metronun asansör girişine doğru yönlendiğimde son anda kapanan kapıyı durdurup metroya asansörle indim. Ekranlarda Kadıköy metrosunun gelmesine 1dk görünüyordu. Koşturmaya başladım. Yetişebileceğimi düşünerek umutlu olmaya çalışıyordum. Sonraki en az 10dk sonra gelir dedim. Koştururken birkaç dakika önce geçen genç kızı gördüm. Garip garip baktı koşturmama. O asansöre yine yönleniyordu. Ben de turnikeden geçinceye kadar halen daha 1dk yazısı duruyordu Kadıköy yönüne doğru.

Turnikeden geçince hemen koştum yürüyen merdivenlere doğru. Aklımdan asansöre gitmem, asansörün gelmesi, binip aşağı inmemin hepsini hesaplayınca çok uzayacağını hesaplamam 1 saniye bile sürmedi. Yürüyen merdiven de oldukça uzun olduğundan hızlı inmem gerekiyordu. İki yandan yürüyen merdiveni tutarak belki de şimdiye kadarki en hızlı merdiven inişimi yaptım. Saniyede birkaç adım atıyor olabilirdim o sırada. Son basamağı bitirmeden gelenleri gördüm. Biri sakin olmam için işaret yaptı. Zira metro kapılarını kapatmış, ilerlemeye başlamıştı. Yapacak birşey olmadığını düşünerek yakındaki koltuğa oturdum nefes nefese.

Bir dakika geçmeden o genç kız geldi. Ben onun bindiğini sanırken ondan daha hızlı geldiğimi farkedip sevindim içten içe. Ya da o da binemedi diye sevindim. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir anda sevindiğim oldu. Fakat orada garip birşey oldu. Genç kız benden birkaç metre ötede durdu o tarafa doğru baktığımı görünce. Kafamı çevirip karşıma doğru baktım rahatsız edebiliyor olduğumu düşünerek. ''Bak senden daha önce geldim.'' diye bir cümle sarf etmek istedim. Vazgeçtim. Nispeten hızlı adımlarla metro durağının ta diğer ucuna kadar gitti. Garipsedim önce.Sonra aklıma Özgecan'ın başından geçenler geldi. Her tarafı kameralarla 24 saat izlenen bir yerde olmasına rağmen yine de endişeniyordu. Birkaç dakika içinde farklı girişlerden birkaç erkek daha inince perona, genç kızın hissettiklerini biraz daha anlamaya başladım. Ürktüğünü düşündüm.

Neyse ki metro çok gecikmedi. 10dk değil, bir öncekinden 7dk sonra geldi. Saatime bakıyordum bir yandan. 23.30-23.35 gibiydi. Ünalan, yani metrobüs durağına yaklaştığımızda inip metrobüse binip binmemeyi düşündüm. Son anda binmeye karar versem de kapılar kapandı tam o anda. Ben de tekrar yerime oturup iki durak daha devam ettim.

Ayrılıkçeşmesi durağına gelince, metrodan hemen inip koşturmaya başladım yine. Marmaray'ı kaçırmamam lazımdı. Saat ilerliyordu. Son seferlerin 00.00'da yapılmasıydı benim asıl endişem. Metro sisteminde sabaha kadar olmasa da daha geç seferlerin bitmesi gerektiğini düşündüm. (birazdan bununla ilgili 153 Beyaz Masa'ya da şikayet yapacağım) Marmaray'a yetişmek için koştururken yürüyen merdiven değil de düz merdivene denk geldim. Gecikmemek adına yukarıya doğru bir koşu tutturdum. Yetişebileceğimi umut ediyordum ilk kalkacak trene. Zira orada da tren ben son birkaç basamağı çıkarken kapılarını kapattı ve harekete geçti. Durdum durakta, mecburen. Az ileride tren durunca kapılarını açacağını sandım. Meğerse sinyal için bekliyormuş. Birkaç saniye durduktan sonra devam etti tren yoluna. Ben de bir sonraki treni beklemeye başladım.

O arada habire saatime bakıyordum. Yolumu hesaplıyordum. Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı durakları vardı ve toplamda 10dk civarı sürecekti. Saat de 23.45 gibiydi. Biraz sonra tren geldi. Bindim diğerleriyle birlikte. Birkaç dakika sonra da kalktı trenimiz. Yine az ileride bekledi sinyalini. Devam etti sinyali alınca. Durakta treni beklerken biri sormuştu bana, Sirkeci'den geçecek tramvayı yakalayıp yakalayamayacağını. Saate baktım. Kesin yakalarsın dedim. Çünkü son tramvay geceyarısında kalkacaktı ama Kabataş durağından. Sirkeci'ye kadar gelmesine zaman olduğu için sorun yoktu. Yetişebilirdi. Saate baktıkça endişem artmaya başladı. Sirkeci durağına geldiğimizde 23.58 olmuştu bile. Bu sefer çok düşünmedim. Hemen indim trenden. Yenikapı'da inseydim marmaraydan, Havaalanı metrosuna yetişme ihtimalim yok denecek kadar azdı.Böylece doğru karar aldığımı düşündüm.

Çıkışa doğru yürürken sonradan Suudi Arap olduğunu öğrendiğim 4 kişilik bir aileyle karşılaştım. Erkek onları Cağaloğlu çıkışına yönlendirmeye çalışıyordu. Belki de daha yakın olduğu için. Ben Sirkeci durağının diğer tarafta olduğunu söyleyince benimle geldiler. Adamın eşi olduğunu düşündüğüm kadın sevindi haklı çıktığına. Türkçe 'Çok salak biri o' dedi. Gülümsedim. Onlarla çıkarken asansörü gördüm. Asansöre binmeye karar verdim. 1. katta görünüyordu o sırada. Çağırınca -9. katta olduğumuzu anladım. Kar yüksekliklerini düşününce yaklaşık 50m yerin altında olduğumuzu farkettim. İyi ki yürüyen merdivene binmediğimi düşündüm hemen.

Metronun çıkışına gelince tramvayı sordum hemen. Görevlinin gösterdiği yöne doğru yürüyünce tramvayın geçtiğini gördüm. Koşmadan, biraz aceleyle yürüdüm. Ufak da olsa bir umuttu benimkisi. Belki yetişirim diyordum. Saate bakınca 00.06 idi. Suudi Araplar'a iyi akşamlar dileyip tramvay durağına doğru geçtim. Sirkeci değil, Gülhane durağının daha yakında olduğunu farkettim bu arada tabii. Tramvaya da yetişemedim tabii ki.

Durakta güvenlik görevlisi yoktu ama turnikeler çalışıyordu. Turnikeden geçerek durağa girdim. Tek bekleyen bendim. Biraz o metro istasyonundaki gibi hissettim: Ürkmüş. Birkaç kişi geldi durağa. Yoldan doğrudan geçtiler. Turnikede akbillerini kullanmadan. Almanlara göre 'schwarzfahren' yani. Biri tinerciye benziyordu gelenlerin. Diğerleri de garipti. Biraz daha ürktüm. Gayri ihtiyari tesbihimi elime aldım. Belki de tesbih çeken, korkulması gereken biri izlenimi vermeye çalışıyordum onlara. Yan kaldırımdan bir genç sayılabilecek kadın ile yanında orta yaşlı denebilecek biri yürüyordu. Kadın küfrederek bağırıyordu. 'O kendisini ne sanıyor?' diyordu. 'Ben müşteriyim. O bana hizmet eden garson köpek. Ben ne dersem onu yapacak!' diyordu. 'Köpek, köpek, başka birşey değil!' diye de üstüne basa basa söyleniyordu yürürken. Belli ki biri sinirlendirmişti onu. Bana Marmaray durağında Sirkeci istasyonunu soran genç delikanlı da tramvay durağına gelmişti o ara. Ben o kadınla erkeğe bakıp yüzümle onaylamayan bir ifade takınmışken göz göze geldik o delikanlı ile. 'Nasıl bir kadın bu?' diyen bir bakış vardı ikimizde de.

Tramvay beni biraz daha bekletiyordu. Sanırım 10dk kadar bekledik durakta. Birkaç kişi daha turnikeden geçerek durağa geldi ve beklemeye başladı tramvayı. Birazdan gelen trene bindik ve yola koyulduk. Boş gibiydi araç. Her zaman tercih ettiğim gibi ters oturdum. Tramvayın orta kısımlarındaydım. Böylecek içinde bulunduğum vagonu tepeden gözlemleme şansım doğmuştu.

Yol boyunca, metroda da, marmarayda da, tramvayda da elimde hep Kavafis'in şiir kitabı vardı. Adam müthiş bir şair gerçekten.. Normalde stressiz olan yapım bu akşam baya bi stres yaşıyordu ve şiir bunun için güzel bir araçtı. Tramvayda giderken bir yandan da kitabımı okuyordum.

Yusufpaşa durağına gelince inip inmeme arasında kaldım bir an. Duraktan giden bir otobüs dışında otobüs de göremeyince vazgeçtim inmekten. Devam ettim böylece. Oradan binecektim metrobüse ve eve öyle geçecektim. Yerimden inmiş olduğum için tramvayın giriş tarafındaki dörtlü koltuklardan birine oturdum. Bu kez gidiş yönünde. Yan tarafta üçü erkek dört kişilik bir öğrenci grubu vardı. Birazdan biri bindi tramvaya. Nerede olduğunun dahi farkında değildi. Ne yöne gidiyor deyince Bağcılar dedim kısaca. Hangi duraklardan geçtiğini sordu bu kez. Hemen kapının üstündeki tabelayı işaret ettim. Aslında durakların birçoğunu bilmeme rağmen Zeytinburnu'ndan sonrakileri bilmediğim için söylememeyi tercih etmiştim. Adam baktı duraklara. Bana doğru dönerek Zeytinburnu'na kadar gidebileceğini söyledi. Konuşma itiyacı var gibiydi. Ben ise çok da muhabbet etme havamda olmadığından kibarca kısa yanıtlar vermeyi tercih ediyordum. Biraz daha ilerleyince tekrar arkasını dönüp bana teşekkür etti. Dua etti hatta.

Bu arada yaklaşmıştık Cevizlibağ durağına Topkapı'dan sonra ayağa kalktım. Zeytinburnu'na kadar gitsem de metrobüse geçmem gerektiği için Cevizlibağ'dan binmeyi tercih ettim. İlk anda olmasa da hemen sonrasında hızlı adımlarla metrobüse doğru ilerlemeye başladım. Turnikeleri de geçmeme rağmen biraz önce bekleyen metrobüs halen daha yolcusunu almaya devam ediyordu. Yetişebileceğim hayaliyle biraz hızlandım ama bunu da kaçırdım. Bir sonraki metrobüsü beklemek durumunda kaldım.

Sonraki metrobüse binince tek kişilik ters giden bir koltuğun boş olduğunu gördüm ve hemen oraya oturdum. Daha önce metrobüse binme olimpiyatları konulu yazımda da belirttiğim gibi ters olan koltukları tercih etmek oturma şansınızı ciddi oranda artırır. Çünkü insanlar ters gitmeyi çok da tercih etmiyor. Koltukta rahat rahat Şirinevler'e kadar gittim. Sonra da yürüyerek eve geçtim.

Eve varışım 01.05 gibiydi.

Yazıyı asıl anlatma amacım bir yandan sizlere gece 23.00'ten sonra İstanbul yollarında olma hissini yaşatmak olduğu kadar hayatta Murphy'nin yasaları gibi herşeyin üst üste gelebileceğini de göstermek. Herşey ters gittiğinde ne yapmak gerek peki? Pek çok şey söylenebilir. Ben bu yolculuğumdan ders almayı tercih ettim. Kritik durumlar ve zamanlamalar sözkonusu olduğundan bundan sonra böyle bir durumda arada daha fazla yürüyebilme ihtimalime karşın metrobüsü tercih etmek mesela. Ya da İstanbul'da otobüslerin gittiği yönlerin aslında yanıltabileceğini bilerek, bilmediğim bir otobüse binince şöföre önceden sormak gittiği yönü. Ya da hızlı kararlar alabilmek gerektiğini. Ya da arada aktarmalar olunca tahmin edilenden daha da fazla geçişlerin sürebileceğini önceden hesaplamak. Çok ders çıkarılabilir bu akşamdan. Ben kendimi üzmek yerine dersimi çıkardım. Binmek istediğim tüm araçları son anda kaçırmış olmama rağmen hem de.

Siz ne yapardınız öyle bir durumda?  :)

4 Mart 2015 Çarşamba

Gezmek şakaya gelmez

 Gezmek, seyahat etmek, şakaya gelmez gerçekten de. Büyük bir ciddiyet gerektirir.

Öyle 5 yıldızlı otellerde, herşey hatta ultra herşey dahil değildir gezmek. Sadece tatildir o. Öyle gezmek olmaz. Gezmek dediğin içinde adım atmayı, yürümeyi, yeri geldiğinde koşmayı gerektirir. Sabah akşam durmadan yürüyebilmeyi gerektirir. Taksilerden uzak durup toplu taşımayı kullanmak demektir gezmek. Lüks, aşırı konfor düşkünü olmayacak gezmek. Gezeceksin, tüm ciddiyetinle.

Eline bir harita alacaksın bazen. Bazen o da olmayacak yanında. Sadece bir liste olacak elinde. Gidilecek yerler listesi. Çok da uzun olmayan bir liste olacak. Basit, kısa, sadece gerçekten gidilen memleketin ruhunu anlatan yerler olacak o listede. Oranın geçmişini öğrenebileceğin yerlerin adları. Detayları olmayacak ama. Detayları keşfetmek sana kalmış. Ne de olsa gezen sensin.

Gidip kendin keşfedeceksin. Soracaksın yoldan geçen birine. Dilini bilmesen de soracaksın. Bilmediğin bir dilde, tanımadığın biriyle anlaşmaya çalışacaksın. İletişimin %5'i kelimeler, %95'i jest, mimik ve diğerleri diye boşuna mı öğrettiler sana? %5 eksikle iletişmeye çalışacaksın aslında. Çok da zor olmasa gerek. Deneyecek, yanılacak, belki karşındakinin anlattıklarından sadece bir kelime anlayacaksın kimi zaman. Bu seni durduramayacak ama. Tam tersine, daha bi heyecanlandıracak, şevklendirecek. Daha çok kişiye soracaksın.


Trenin kalkmasına yarım saat var ve elinde bir haritan bile yok. Dilini bilmediğin insanlarla konuşup anlaşmaya ve yolunu bulmaya çalışacaksın. İstanbul'dan daha zor olamaz ya yol, iz bulmak! Seni tam ters yöne gönderebilecek insanların olduğu bir memleketten geliyorsun sen, bilmediği halde bilmediğini kendine dahi itiraf etmeyen, edemeyen insanların memleketinden. Sen orada yolunu bulduysan burada da bulabilirsin. İstiklal Caddesi'nin yılbaşındaki kalabalığı gibi kalabalık bir caddeden geçeceksin belki. Yüzlerce, belki binlerce insan olacak etrafında. Soracaksın her gördüğüne, ''Do you speak English?'' diye. Kimi ''No'' diyecek, kimi de ellerini çaresiz bir şekilde iki yana açarak bilmediklerini vücut dilleriyle ifade edecekler. Sen de çaresiz devam edeceksin yoluna.

Bir yerden sonra bırakacaksın artık insanların İngilizce bilip bilmediklerini sormayı, sadece öğrendiğin üç beş kelime ile yol sormaya başlayacaksın: ''Scuzi, Porta Nova?'', ''Afedersiniz, Porta Nova?'' Yani ''Porta Nova nerede?'' diye soruyorsunuz aslında. Kendi dillerinden birşeyler duyunca insanlar, daha rahat anlamaya başlayacaklar seni. ''Cinco metro....'' diye başlayacaklar anlatmaya. Öğrendiklerinizi düşünüp Cinco'nun 5, 50 ya da 500, metro'nun da metre olduğunu tahmin ederek belirtilen yönde yürüyeceksin. Bir de bakacaksın ki trenin kalkmasına tamı tamına 5dk kala varmışsın gara. Tüm yollar Roma'ya çıkar yani bir süre sonra..
Mutlu, mesut trenine binecek, yola düşeceksin.

İşte böyle birşey gezmek dediğin. Taksiye binip ''Porta Nova'' demek kolay olanı. Zevksiz, basit ve kolay olanı. Yolda insanları çevirip Porta Nova'nın nerede olduğunu sormak ve yolu bulmaya çalışmak ise asıl zevkli, heyecanlı olan...

Gezmek dedim ya, basite alınacak birşey değil. Ciddiye almak gerekir. Sanattır çünkü gezmek.