21 Temmuz 2015 Salı

Tane Hesabı İle İnsan

Son dönemde iyice duyar oldum. İnsanlar tane ile sayılıyor.

''24 tane asker'', ''301 tane madenci'', ''30 tane genç'' gibi.. İnsanlar taneyle söyleniyor. Özellikle de ölen ya da yaralanan varsa ''tane'' ifadesi kullanılıyor. Sanki insan ölü ya da yaralı olunca taneyle kafa hesabı yapılabilir gibi.

İnsanlardan ''tane'' hesabıyla bahsetmek bana müthiş derecede insanlık dışı ve gayri ahlaki geliyor. Sanki arka planında ölenleri boş, değersiz gösterme çabası var gibi geliyor. Halbuki ''ateş düştüğü yeri yakıyor'', her yeri değil.

Dünyada ve memleketimizde en yaygın olan İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca'da tane diye bir kavram olmadığını biliyorum. Yani ''3 persons'' ya da ''3 people'' denir, ''3 pieces person'' denmez. Aynı şekilde ''3 Menschen'' denir, ''3 stück Personen'' gibi bir kullanım yoktur!

İnsan oralarda adetle hesaplanmaz çünkü.

İnsan oralarda değerlidir çünkü.

İnsan oralarda memleketin temel unsurudur çünkü.

Biraz daha geri kalmış memleketlere bakalım desem. Oralarda nasıl olduğunu araştırsam.. Afrika dediğimizde orada da yerli dillerden çok İngilizce ve Fransızca yaygın. Bir de kuzeyde Arapça. Arapça'da yok öyle bir kullanım. Farsça ve Çince'de de. Şimdi o dilleri öğrenen ve konuşan bir arkadaşımdan öğrendim.

Peki bizde niye durum farklı?

Niye bizde insanlar tane hesabı yapılabiliyor?

Kıymetimiz adet hesabına göre mi yapılıyor acep?

İnsanlar oralarda, gelişmiş denen ülkelerde değerli demiştik yukarıda. Acep bizde değersiz mi?

Cevap sanırım koskoca bir EVET. Bizde insan hayatı değersiz. İstatistiksel değerlerden öteye geçemiyor insan hayatı. Gezi'de 8 can gitti. Soma'da 301 can. Suruç'ta 32 can. Adıyamanda 1 can. Reyhanlı'da 52 can.. Bu liste daha uzar gider. Çünkü o 'can'ların adları sanları yok. Onlar tane hesabı yapılabilen insanlardan.

Ne zaman ki siyasetçiler insanlar için ''tane'' demeyi bırakır,
Ne zaman ki bir cana dahi zarar geldiğinde tüm memleket ayağa kalkar,
İşte o zaman bu memlekette de insan değerli olur.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Kaderin İlginç Döngüsü


Bir patron düşünün. Çalışanlarına asgari ücret verip bunun dışında da herhangi bir ek gelir/imkan vermeyen bir patron bu patron.

Çalışanlarından Saliha, küçük bir çocuk sahibi. 3 yaşında henüz kızı. Saliha bizim patronun yanında çalışıyor. Haftada 6 gün hem de. Cumartesi öğlene kadar. Kimi zaman akşam vardiyasında da çalıştığı oluyor. Arada sık sık biraz daha fazla para kazanabilmesi için mesai yapmak zorunda kalması da cabası.

Saliha'nın eşi de başka bir işyerinde yine asgari ücretle çalışan bir işçi. Aileleri de uzakta olduğundan çocuklarına bakacak kimse yok. Kreşe vermek için yeterli paraları da olmadığı için çocuğu ücretsiz, gönüllülerin görev aldığı bir dernek bünyesindeki kreşe bırakıyorlar her sabah. Gönüllüler çocuk bakım konusundaki profesyonellerden değil, çeşitli farklı sektörlerde çalışan profesyonellerden, emeklilerden ve pek çok üniversite öğrencisinden oluşuyor. Kreş akşama kadar açık olmadığından oradakilerden yardım istiyor Saliha ve her akşam kızını kapıdaki güvenlik görevlisinden alıyor. Kreş nispeten iyi olmasına rağmen işine çok da yakın olmadığı için akşamları kızına daha erken kavuşmak için biraz fazla koşturması gerekiyor. Çocuğu ufak olduğu için kimi zaman diğer çocuklarla kavga edildiğinde patronundan izin alarak kreşe gitmesi gerekiyor. Bu gidişler kimi zaman maaşından kesintiye dahi yol açabiliyor.

Yukarıda bahsettiğimiz patron sadece iş odaklı değil, aynı zamanda sosyal olarak da aktif zaman geçirmeyi seven bir patron. Aynı zamanda çeşitli dernek/kurumlarda gönüllü olarak çalışmaları da var. Hem de ciddi anlamda zaman harcıyor bu gönüllü çalışmalarına ve çalışanlarını da teşvik etmeye çalışıyor. Yalnız gönüllü çalışmayla yetinmeyip her ay sürekli olarak bu gönüllü çalıştığı kurumlara da maddi yardımda bulunuyor bizim patron. Vermenin önemli olduğunu biliyor. Hatta bu yaptığı bağışları vergiden dahi düşürmeye çalışmıyor.

Bizim Saliha bir Cumartesi günü öğlen iş çıkışında kızını almaya kreşe gittiğinde orada patronunu görüyor. Selamlaştıktan sonra patronu çocuğunu oraya bıraktığını öğreniyor. Biraz ayaküstü sohbet ettiklerinde patron Saliha'nın gelirinin az olduğu için kızını oraya bırakmak durumunda kaldığını ve kimi zaman arada izin alarak kızıyla ilgilenmeye gittiğini öğreniyor. Eşinin de çalıştığını, fakat onun da asgari ücret aldığı için geçimlerini sağlayamadıklarını, gelen paranın anca yeme içme ve kirayla bittiğini öğreniyor. Üzülüyor ama elinden birşey gelmeyeceğini düşünüyor.

Bir de diğer açıdan bakalım:

Saliha çalıştığı işine göre hakkı olduğunu düşündüğü (mesela asgari ücretin 1,5-2 katı kadar) maaş alan bir çalışandır. 3 yaşındaki kızını işyerinin yakınındaki bir kreşe vermektedir. Her gün öğlen arasında, hatta bazen arada kızını görme fırsatı da oluyor. Maaşı zaten iyi olduğundan mesaiye kalması da gerekmediği için normal mesaisinde de oldukça efektif ve mutlu çalışıyor.

Patron ise sosyal hayatına daha çok zaman harcayacak zaman buluyor ve daha mutlu oluyor.

Hangisi sizce hem bireyler hem toplum için daha iyi? Çalışanlarına az maaş verip parayı dernek/vakıf/kar amacı gütmeyen kurumlara vermek mi? Yoksa çalışanlarına hakkını verip gönüllü kurumlara daha az vakit/para vermek mi?

Görsel: http://www.ozguryazilim.com.tr/wp-content/uploads/2013/03/dongu.jpg 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Kadınlar

Kadın bir çiçektir,
Hem de en güzeli,
En renklisi,
En mutlusu.

Siz hiç siyah renkli bir çiçek gördünüz mü?
Ben görmedim.
Bilmiyorum nasıl olduğunu,
olabileceğini.
Bildiğim tek şey,
milyonlarca renk varken
karalar bağlamak yakışmıyor kadına..

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Afedersiniz ile Pardon Arasındaki Farklar

Ciddi farklar var aslında ikisi arasında. Yani 'aferdersiniz' ile 'pardon' arasında.

Afedersiniz tamı tamına 5 heceden oluşur. Pardon ise sadece 2 heceden. Daha kolaydır söylemesi 'pardon'u. Diğer yandan 'afedersiniz' demek için en az 1 saniye daha fazla zaman gerekir. Zaman, ki içinde bulunduğumuz dönemde en çok ihtiyacını hissettiğimiz fakat bir türlü sahip olamadığımız olgu, şey.

Birine çarptığınızda hiç durmadan devam edip yürüyebilirsiniz. O sırada 'pardon' dersiniz, olur biter. Fakat 'afedersiniz' demek için en az bir an durup bu kelimeyi söylemek, sonrasında ilerlemek gerekir.

'Afedersiniz' demek daha çok zaman ve düşünce gerektiren bir kelimedir. Çünkü içinde hem kibarlık bulunduran 'siz' hitabı vardır, hem de bir fiil vardır: Af etmek. Yanlış yaptığınız bir hareketten dolayı af isteyebilir bir insan. Başka türlü değil. Ya da yol istemek için kullanılabilir bu cümle. Evet, cümle. Çünkü 'afedersiniz' aynı zamanda bir cümledir. Sadece fiilden oluşan bir cümle, ama işin sonunda bir cümledir. 'Pardon' ise sadece bir kelimedir. Bir ünlem kelimesi sadece. Daha fazlası değil.

'Afedersiniz' Türkçe bir cümledir. 'Pardon' ise yabancı, Fransızca kökenli bir kelimedir. İsim diye geçiyor TDK sözlüğünde.

Tüm bunları niye yazdığıma gelince, aslında gayet basit: Kibar olmak, tanımadığımız insanlara karşı nazik olmak gerektirir 'afedersiniz' kelimesi. 'Afedersiniz' diyen bir insan zaten nispeten kibar ve nazik bir insandır. Çünkü kullandığı kelime/cümle ile karşısındakine hayatından en az 1 saniye zaman ayırmış olur. 'Pardon' diyen ise bunu düşünecek nezakete sahip değildir. Daha doğrusu bunun o kadar da önemli olduğunu düşünmez. 'Pardon' kelimesini kullanan insanların hepsinin kaba insanlar olduğu çıkarımında bulunmuyorum burada tabii ki. Sadece 'afedersiniz' diyen bir insan kadar kibar ve düşünceli ve nazik bir insan olmadığını belirtmek istiyorum.

12 Mayıs 2015 Salı

Eskilerden

Üniversiteye yeni başladığım zamanlardı. 17 yaşındayım. Henüz 18 olmama var bir ay kadar. Zorunlu Türkçe dersine girdim. Farklı bir bölümden alıyordum Türkçe dersini. Üniversiteye başlamanın, liseyi bitirmiş olmanın verdiği o farklı hava var içimde ve ruhumda. Mutluyum yahu!

Hoca/profesör derse girdi. Sanırım ikinci haftasıydı okulun.Ya da üçüncü. İlk ders değildi yani.

"Arkadaşlar, boş bir sayfa çıkarın" dedi. "Dilekçe yazmayı öğreneceğiz bugün. Sekreter arkadaşlar şikayet etti öğrenci arkadaşlar dilekçe yazmayı bilmiyor diye" diye ekledi.

Bir garip hissetmiştim. Ağrı'daki bir lisede mezun olmuş olmama, tüm ilköğretim ve ortaöğretim hayatım da Ağrı-Van-Muş üçgeninde tamamlanmış olmasına rağmen dilekçe yazmayı gayet de iyi biliyordum ben halbuki. Hiç bir zaman da bu konuda şikayet almışlığım yoktu. Yazım en kötülerden olmasına rağmen yine de her türlü dilekçeyi düzgün yazabilirdim.

Demek ki onca senelik eğitimden sonra dahi dilekçe yazmayı öğrenememiş birçok öğrenci vardı Türkiye'nin en iyi birkaç üniversitesinden olmasa dahi oldukça iyi üniversitelerinden birindeydim. Oldukça yüksek ortalama ve sınav sonucu ile girilebilen bir üniversite öğrencileri o sınavlardan başarıyla geçmiş ama dilekçe yazmayı öğrenememişlerdi. 5 yıl ilkokul, 3 yıl ortaokul, 3-4 yıl liseden sonra hem de.

Bazen düşününce memleketimizin en büyük sorunlarından birinin de bu olduğunu düşünmüyor değilim: Ana dilini dahi düzgün öğretemeyen, kullanamayan bir memleketin insanı olmamız yani. Bir insan ana dilini düzgün bilmezse, o kişi kendini yeterince iyi ifade edemez. Kendini ifade edemeyince de insan biraz daha agresifleşebilir. Kavgalar vs. çoğunlukla bundan ortaya çıkar. Bir türlü anlaşamamaktan yani.

Köln'deyken oradaki Türk ailelerin çocuklarıyla ilgilenirken farketmiştim. Çocukların birçoğu kendilerini tam olarak ne Almanca ne de Türkçe ifade edebiliyorlardı. İkisinin karışımından oluşan bir dili kullanarak anlaşıyorlardı. Kendi aralarında çok sorun olmasa da Almanlarla ya da Almanca bilmeyenlerle anlaşmak ciddi güç olabiliyordu kimi zaman. Onca çocuğun arasında Halil İbrahim vardı. Hem Almancası hem de Türkçesi oldukça iyiydi Halil İbrahim'in.Öyle olmasının nedeninin kendisinin artık oradaki 3. nesil olmasından kaynaklandığını anladım. Anne-babası Türkçe'yi de iyi biliyordu, Almanca'yı da. Evde sadece Türkçe, dışarıda sadece Almanca bir hayat sürdüğünden iki dili de oldukça iyi öğrenmişti. Diğer çocuklar ise arada kalmış, sıkışmışlardı, kendini hiçbir dilde tam olarak ifade edemeyen insanlar olarak.

14 Nisan 2015 Salı

Bir Reklam Panosu Analizi: Nükleer Enerji, Temiz Enerji, Milli Enerji


Akkuyu Nülkeer Santrali ile ilgili yukarıda görünen reklamı görmeyeniniz yoktur sanırım. Pek çok reklam panosunda yayınlanıyor bu reklamlar. Çocuklar var ön tarafında. Güler yüzlü, bisiklet kullanan çocuklar. Sağlıklı, sağlığının doruğundaki çocuklar. Peki nükleer santralin bununla ne alakası var? Nükleer santral çocukların bisiklete binmelerine mi yardımcı oluyor? Doğru düzgün kaldırımın dahi olmadığı İstanbul'daki reklamlarda bisiklet kullanan çocuk reklamı gerçekten de ilginç olmuş.

Şimdi gelelim nükleer santral meselesine. "Güçlü Türkiye'nin Yeni Enerjisi" diye lanse ediliyor. "Yeni enerji" tanımlaması nispeten doğru ama Türkiye'nin ne kadar güçlü olduğu tartışılır. Son dönemde iyice yükselen dolar ve euro kurundan, tekrar yükselmeye başlayan ve bir türlü AB standartları seviyesine indirilmeyen enflasyondan, inşaata dayalı ekonominin sorunlarından sonra ne kadar güçlüyüz acaba?

"Enerjide dışa bağımlılıktan kurtuluyoruz" deniyor reklamda. Nükleer santrali kuran da, işleten de, uranyum yakıtını getiren de Ruslar. Dışa bağımlılığı azaltma bunun neresinde? Tamamen dışarıya bağımlı olunmuyor mu bu şekilde? Zaten enerji üretimi anlamında dışa bağımlılığımız %85 seviyesinde iken bu kadar büyük güçlü bir santralin de sürekli üretim yapacağı düşünülürse buradaki mantık ne?

"Milli enerji" deniyor. Milli olması için tamamen Türkiye'de üretilen teknoloji ile Türkiyede kurulan bir santral olması gerekmiyor mu bu santralin? Başka türlü "milli" olunabiliyorsa o başka tabii ki. Reklamda ve internet sayfasında bahsedilen Türk nükleer mühendislerinin yetişecek olması. Nükleer fizik alanında çalışma yapılması, sonra fizyon ile enerji üretilmesi ve bu enerjinin kullanılması dersek belki ama buradaki mevzuu o değil. Ruslar sistemi kuracak, bizimkiler de orada eğitim alıp burada çalışacaklar. Yani yine istihdam ile ilgili bir konu. 7.2 milyar dolarlık doğalgaz almayacakmışız. Bunun yerine "bedeli belli olmayan" miktarda uranyum çubuklarına ya da fiyatı henüz bilinmeyen enerjiye para vereceğiz. O uranyum çubukları, yani yakıtlar da Rusya'dan geliyor. Diğer bir deyişle Ruslar bize doğalgaz yerine uranyum çubukları satacak.

"Temiz enerji" deniyor. Çernobil'i hatırlarsınız. Karadeniz halen daha sıkıntılarını yaşıyor Çernobil'in. Kanser oranlarına bakın. En yüksek kanser oranları hep Karadeniz'de. Bu öyle koşarak da kaçabileceğiniz bir durum değil. Tsunami'den bile koşarak kaçamazken radyasyondan nasıl koşarak kaçılabilir? Bilenler bilir, nükleer enerji için Uranyum çubukları kullanılır yakıt olarak. Bu uranyum çubuklarının "tamamen doğaya geri döndürülmesi" diye birşeyin olmadığını söylemem lazım. Hatta birçok ülke Rusya'ya para ödeyerek bu atıkları oraya gönderiyor, göndermeye çalışıyor. Bu yüzden Rusya'ya "Dünyanın nükleer çöplüğü" de denir.

"Güvenli enerji" deniyor. Güvenli olduğunu Fukuşima'da gördük. Ki oradaki santrali yapanlar Japonlar olmasına rağmen durum çok vahimdi. Radyasyonlu su Amerika kıtasının tüm batı tarafını baştan başa gezdi. Pasifik Okyanusu'nun suyunun büyük bir kısmına bulaştı radyasyon.

"Sürdürülebilir enerji" denirken inşaat sırasında 12.000, çalışma sırasında ise 3.500 kişiye istihdam sağlanmasından bahsediliyor. Sürdürülebilirliğin bu anlamda olduğunu, kullanıldığını ilk defa görüyorum. Sürdürülebilirlik sistemin kendi kendini sürdürebilmesi prensibinden gelir. Özellikle yenilenebilir enerji sistemleri için sürdürülebilir denir. Nükleer için değil.

"Uzman enerji" kısmı ise daha bi ilginç Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) tarafından denetlenecekmiş işletmeci ROSATOM. Hadi UAEA neyse de bizdeki TAEK'in nükleer enerji konusundaki tecrübesi o kadar fazlaysa biz niye kendi nükleer santralimizi yapmıyoruz deneme amaçlı olarak? Bu konuda bazı çalışmaların olduğunu biliyorum ama henüz o aşamaya gelmedik bildiğim kadarıyla.

Demem o ki reklam ve internet sitesinde yazanlar gerçek olmaktan o kadar uzak ki işin azıcık içinde olan, ya da biraz okuyup öğrenen bir insan her türlü bu yazılanların gerçeği yansıtmadığını anlar ve kabul eder. Bunun siyasi görüşle vb. ilgisi de yok hem.

Son bi not: Beşiktaş Belediyesi'nin reklam panosunun içindeki bir sorundan dolayı altta "Orjinal Broadway Prodüksiyonu" yazısı kalmış. Silecektim ama reklam ve içinde bahsedilenleri düşününce silmedim.

Bir ekleme: Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve 80 ilde elektriklerin kesilmesinden sonra sistemin çabucak kendisini toparlayamamasının, santrallerin hemen devreye alınamamasının ana nedenlerinden biri büyük güçlü santraller olmalarıydı. Yani bu tarz bir arızada ufak güçteki santraller kolayca enterkonnekte (hepsi birbirine bağlı) elektrik şebekesine bağlanabilirken büyükleri devreye almak çok daha uzun zaman gerektirir ve daha zordur.  Bu yüzden de Türkiye elektrik ihtiyacının %14'ünü karşılayacağı söylenen Akkuyu nükleer elektrik santrali yerine çok daha ufak güçlerde ve yerele yayılmış enerji santrallerinin kurulması sistem sürdürülebilirliği açısından çok daha doğrudur.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Elektrik Faturanız Nasıl Yüksek Gelir?

Hiç bir şey yapmadan elektrik faturanızın yükseltilebileceğini biliyor muydunuz?

Çok basit bir yöntemle hem de. Elektrik Geriliminin V=IxR formülünü bilmeyen var mıdır? Lise 2 Fizik dersi konusudur bu.





P=V x I bu da Güç formülüdür. Yani bildiğimiz, kullandığımız güç de diyebiliriz. V’yi de yerine yazarsak formülümüz şuna dönüşür: P=I² x R olur.


Çok detaya girmeden basit bir hesap yapacağız. Öncesinden ufak bir açıklama:

V= Gerilim. Ya da voltaj. Birimi Volt (V)
I= Akım. Birimi Amper (A)
R= Direnç. Birimi Ohm (Ω)

P= Aktif Güç. Birimi Watt (W)

Şimdi hesabımıza gelelim:

P=V x I formülünü düşünelim. Evimizde çalıştırdığımız ürünlerin güçleri sabittir. Değişken değildir. Bu bilgiye göre güç, yani P sabitse değişkenlerimiz V ve I olur. V değeri de aslında sabit olmalıdır. Çünkü düzgün gerilim demek arızasız, problemsiz çalışma demektir. Beklenen, olması gereken de budur. V değeri tek fazlı sistemlerde 220V olarak bilinir. Biz de bu değeri kullanalım. Gerilim de sabitse akımımız, yani I değerimiz de sabit olmaz mı? Olur tabii ki.

Peki gerilim 220V yerine 215V olursa ne olur?

Cevap: Güç sabit kalacağından akım değeri artar.

Sayaçların çalışma prensibine göre güç, sayacın içindeki bimetal üzerinden akan akım bilgisiyle hesaplanır. Bunun anlamı şudur. Sabit olması gereken gerilim azaldığı için akım artar. Elektrik dağıtım şirketleri bize sabit voltajda elektrik enerjisi verildiği kabulü üzerinden bizi ücretlendirdiği için biz o düşük voltajdan dolayı artan görece fazla kullanımın parasını ödemek durumunda bırakılırız.

Peki cihazımıza bir şey olur mu diye bir soru duyar gibiyim. Yok, o kadar azalma için cihazınıza bir şey olmaz. Mesela benim şarj aletimin üstünde 100-240V giriş gerilimi görünüyor. Bunun anlamı gerilim 100V’a kadar düşse de şarj aletimin şarj edeceğidir. Diğer bir deyişle 220V elektrik için para öderken şebeke gerilimi 100V’a düşse dahi benim şarj aletim çalışmaya devam edecek. Ben ise bundan dolayı fazla elektrik faturamı ödemek zorunda kalacağım.

Pratik karşılığına gelince bu hesapların, elektrikle çalışan cihaz üreticileri düşük ya da yüksek gerilimden kaynaklanabilecek arızaların önüne geçebilmek için ürettikleri cihazların giriş gerilim aralığını geniş seçerler. Düşen voltajın cezasını ise biz öderiz. Hem de karesiyle orantılı olarak artan akımın.

Bilmem anlatabildim mi?