25 Haziran 2014 Çarşamba

Kartpostal Gönderme Kültürü

Çocukken hatırlarım bayram, yılbaşı kutlama kartlarını. Ya da doğumgünü kartlarını. O zamanlar şimdiki gibi facebook, eposta, twitter gibi elektronik iletişim yolları ve sosyal medya yoktu tabii ki. Bilgisayarı bile çok sonradan, lisede okurken okulumuzun fi tarihinden kalma sabit diski bile olmayan Windows 3.1 kullanan bilgisayar laboratuvarında görmüştüm ilk olarak.

O zamanlar insanlar birbirlerine kart gönderirdi. Dedim ya, hemen her türlü kutlama için gönderilirdi bu kartlar. Severdim sanırım ben de o kart göndermeleri. Gelen kartları okumaları. Sonra, yine sanırım benim lise dönemime denk geliyor, 90ların sonlarına doğru, elektronik kartlar ortaya çıktı. Sesli olanı, hareketli görüntülü olanları, kar yağanı, oyuncak ayıcıklı, barbie bebekli gibi pek çok çeşidi ortaya çıktı. Hepsi elektronikti ama. Yani bilgisayar başında bakılabiliyordu, dokunarak değil. Kartondan yapılan kartpostalların iki katlısı, içinde çeşitli şekilde katlanmış figürlerin olduğu modeller de vardı tabii ki. Bunlar birbirleriyle yarışırken kartpostal göndermek yerine elektronik kartpostal göndermeyi tercih etmeye başlamıştım. Daha modaydı hem elektronik kartpostal. Özellikle doğumgünü kutlamalarında. Hele de tüm arkadaşlarının doğumgünlerini tek bir yerde toplayıp sene boyunca sana hatırlatma lüksünü de ekleyince bu duruma, değme keyfime. Tabii sene 2000'lerin başları olmuştu bile o arada.

Zaman geçtikçe bir de baktım insanlar geziyor. Hem de çok. Gezdiğin, gittiğin memleketten göndermesi en kolay ve en az masraflı hediye de sanırım kartpostal oluyordu. Yıldız'da öğrenci asistanken gelen bir misafirimizin, Alman bir profesörün, yaptığı hediyelik alışverişinde kartpostal alması dikkatimi ciddi anlamda çekmişti. Arakdaşlarına, yakınlarına göndereceğini söylemişti sorduğum zaman.

Birkaç sene sonra Mısır'da yaşayan bir arkadaşım Avusturya'dan aldığı kartı Mısır'dan Türkçe olarak gönderince müthiş hoşuma gitti bu durum. Galiba o zamandı kartpostal göndermeye ve bir yerlere giden arkadaşlarımdan kartpostal istemeye başlamam. En başta ailem olmak üzere başladım bir liste oluşturmaya. O dönemden sonra hemen her gittiğim yerden gönderdim kart bu arkadaşlarıma. Liste büyümeye başladı tabii sonraları. Benim gönderdiğim arkadaşlardan kartlar gelmeye başladı. Hem yurtdışındayken hem de İstanbul'da. Daha önce Mısır'da yaşayan arkadaşımın Brezilya'dan Kasım ayında gönderdiği kart elime ancak Nisan gibi ulaşmıştı. En uzun yolculuğu yapan kartımdı sanırım bu.

Herşeyin hızlandığı günümüzde bazı şeylerin hızlanmayıp normal hızında gelmesini beklemek.. Kartpostal konusunda en sevdiğim şey sanırım bu.

Evde buzdolabımın üstünde Brezilya, İspanya, Belize, ABD, Singapur, Almanya, Fransa, Dubai, Avusturalya, Avusturya, Macaristan ve daha farklı bazı ülkelerden gelen kartlar var. İşin güzel yanı ise tüm bunların ben hatırlamadığım, aklımın ucundan bile geçmediği bir zamanda gelmeleri. Bazı insanlar için kart göndermek dediğinde akla ilk gelen bunun kartı göndereceği insanda yaşatacağı mutluluktan ziyade göndermek için yaşayacağını düşündüğü külfet ne yazık ki. Benim için ise bu külfetten ziyade bir mutluluk kaynağı. Çünkü kartı gönderdiğim kişinin o kartı alırken yaşadığı mutluluk, bunu bana ifade ederken yansıttığı mutluluk, paha biçilmez..

Bu yüzden, bence, kartpostal dediğin elden verilmez, çünkü adı üstünde: Kartpostal. Yani postalanan kart :) Elden verilen değil.

Diyeceğim o ki kartpostal postalanmak içindir.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Şeker Portakalı ve Filmi

 
Çok zaman önceydi. Ortaokul 2. ya da 3. sınıftaydım. Sınıf arkadaşlarımdan, kitap okumayı da çok seven Rojan elinde bu kitapla gelmişti bir gün okula. Merak etmiştim. O dönemde neredeyse sadece dünya klasiklerini okuyup onları bildiğim için farklı gelmişti bu kitap. Yazarı da Jose Mauro de Vasconcelos.

Kitabı okumam bundan çok sonra oldu. Lise sonları ya da üniversitenin başlarıydı. Yine bir kitapçıda gezerken görüp almıştım. Bir çırpıda da okumuştum tüm kitabı. Müthiş etkilemişti beni. Benzer hikayeler belki hayatımızın içinde çok olduğundan belki de. Nedeninden çok emin değilim. Sonra Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek. Yazarın kendi hayatını çocukluk, ergenlik ve gençlik olarak düzenleyen üç kitabı. Şeker Portakalı'ndan sonra diğerlerini de alıp okumuştum çok kısa zamanda.

Üç kitap da, özellikle de Şeker Portakalı, beni müthiş derecede etkileyen sayılı kitaplar oldular. O kadar ki "İleride çocuğum olunca adını Zeze koyacağım." derdim, halen daha diyorum. Bu nedenle birkaç gün önce Şeker Portakalı'nın 2012 yapımı filminin sonunda vizyona girdiğini duyunca hemen kontrol etmiştim hangi salonlarda oynayacağını. Böyle bir filmin çok fazla salonda oynayacak olmasını tahmin etmiyordum aslında ama Avrupa yakasında sadece 4 salonda gösterimde olması benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Tabii Spiderman, X-Men gibi yapımlar dururken kim küçük bir çocuğun hayatını ve çektiği acılarını izlemek istesin ki? Gösterimde olduğu salon sayısı az olunca gösterimde kalma süresinin de bununla paralel olacağını hissedip erkenden görmek istedim filmi ve dün akşam izledim.

Kitaptan uyarlama filmlerde genelde kendi çapımda bir dünya oluşturmuş olduğum için filmini kitaptan sonra izlemeyi tercih ederim. Kitabı okumamın üstünden de çok zaman geçmiş olduğu için tekrar okuyup sonra giderim diyordum. Fakat dün akşam denk geldi ve gittim filme, kitabı ikinci kez okuyamadan.

Tamamını altyazı okumakla geçirmek çok da çekici gelmese de film harikaydı. Zeze, şeker portakalı Minguinho, Louis, Manuel Valadares ya da nam-ı diğer Portuga, Totoca, Gloria, Mangaratiba treni ve daha birçoğu. İzledikçe kitaptaki ana hikaye de aklıma geliyordu ve sonrasında neler olacağını tahmin ediyordum. Kitaba oldukça bağlı kalınmış olması filmi daha da çekici kıldı sanki gözümde.

Birini öldürmek onu sevmekten vazgeçmek değil midir? Bu sözün anlamını insan daha çok anlıyor bu hikayenin içinde. 6 yaşındaki bir çocuğun kendisine sevgi gösteren başka birinden babası olmasını istemesi bunun en temel örneği olabilir sanırım.

Zeze'nin müthiş yaramazlığı, zekiliği, masumluğu, zarifliği, cesurluğu.. Sevgiyle yaklaşıldığında nasıl da çiçek gibi açtığı.. Fakirliği ve daha 6 yaşında fakirliği iliklerine kadar hissedişi.. Bunun için birşeyler yapma isteği, ayakkabı boyacılığı yapması.. Tipik maço erkek olan babasının eksikliğini çocuğu üstünde güç gösterisi ile kapatmaya çalışması.. Her fırsatta kendisini, varolduğunu, hem kendi yaşıtlarına, hem de kendisinden büyüklerine ispatlama gayreti içinde oluşu.. Portuga'nın arabasının arkasına asılmanın hayattaki herşeyden daha önemli oluşu.. Minguinho'nun dallarına binmenin ata binmek gibi oluşu.. Bir ağacın insanın en önemli sırdaşı olabildiği.. Ve daha birçok şey vardı bu filmde..

Şeker Portakalı beni bir kez daha büyüledi kısacası. Gitmeyenler varsa, tavsiye ederim. Vizyonda çok kalacağını sanmadığım bu filmi gidip görün..

28 Mayıs 2014 Çarşamba

İstanbul, Trafik ve Otopark Sorunsalı Analizi


İstanbul hep söylediğimiz gibi dünyanın en büyük metropollerinden biri. Megapol de deniyor kimi zaman. malum kent böyle büyük olunca en büyük sıkıntılardan biri de trafik oluyor. Hele de İstanbul gibi metro ağı kentin büyüklüğü ve nüfus yoğunluğu bu kadar zayıf bir kent için daha büyük bir sıkıntı bu trafik sıkıntısı. Deniz taşımacılığımızın ne kadar zayıf olduğu da hepimizin malumu. Çünkü metro olmayınca, deniz yolu da çok kullanılmayınca, karayolu kalıyor geriye.

Karayolu denince akla ilk gelen otobüslerle toplu ulaşımın sağlanması. Taksiler ve dolmuşlar da var tabii ki. Trafik kurallarına uyma konusunda en isteksiz kesimin bu toplu taşıma araçları olduğu da gün gibi ortada tabii. Tüm bunlar birleşince sonuç olarak trafik çilesi günlük hayatın bir parçası olan bir şehrimiz oluyor elimizde. Şikayet eden milyonlar konu çözüme gelince hep mahalli idarelerden hayıflanıyor ve onlardan çözüm bekliyor. Kültürümüzle de alakalı olmakla birlikte bu sorunun ana çözümünün de bilinçlenmenin dışında mahalli idarelerden gelmesi gerekiyor bence.

Sorunun detaylı analizini yapmak çok da zor değil. En büyük sorun, bence, park yeri eksiği ve insanların araçlarını park etmek için para vermemek istemeleri. Tabii binaların kaldırıma sıfır yükselmesi, kaldırımların oldukça dar olması, bundan dolayı insanların kaldırımda yürümek yerine sokaktan, yoldan yürümeleri ve araç trafiğinin yavaşlamasına neden olmaları gibi birçok konu da sorun olarak önümüzde bulunuyor. 

Gel gelelim çözüm önerime:

1- Öncelikle tüm yeni yapılan binalara uluslararası standartlara uygun, pratik kullanımı mümkün olan (birçok bina otoparkı pratik kullanıma uygun olmadığından daha sonra bir şekilde iskan alınarak daire olarak satışa sunuluyor çünkü) otopark yapımının müteahhitlere zorunlu kılınarak gerekli takibinin yapılması.

2- Sokağa park etmenin önüne geçmek amaçlı merkezi yerlerde de, nispeten uzak mahallelerde de yer mümkün olduğunca yer altına, mümkün olmayan yerlerde yer üstüne otopark yapılması.

3- Park cezalarının iki tür yapılarak ana yollara park etmenin cezasının caydırıcı seviyeye çıkarılması (örneğin 500 lira gibi).

4- Tüm otoparkların mahalli idareler tarafından tavan ücret uygulamasına sahip olması ve bir saatlik otopark kullanım ücretinin oldukça cüzi (mesela 1-2 lira) seviyede tutulması.

5- Trafik polislerinin kural ihlali yapan sürücülere göz açtırmaması ve cezaları tam anlamıyla uygulaması.


10 sene önce Köln'deyken farketmiştim. Şehrin her yerinde katlı otoparklar ve hangisinde kaç araçlık yer olduğu yön tabelalarında yazıyordu ve sokağa park etme ciddi anlamda oldukça azdı. Durum böyle olunca trafiğin ana nedeni araç fazlalığı oluyordu sadece.

Çözüm, istedikten sonra çok kolay yöntemlerle bulmak kolay. Fakat bunun için ciddi bir irade gerekiyor ve bizim eksiğimiz de bu irade bence.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Alo 170 Hattı, Yani Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çağrı Hattı


 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın acil çağrı hattı var: 170.

Diyelim bir işyerinde iş sağlığı ve işçi güvenliğine aykırı bir durum gördünüz. Arıyorsunuz bu numarayı ve şikayette bulunuyorsunuz. Sizinle konuşan 'müşteri temsilcisi' önce adınızı soyadınızı soruyor. Sonra TC kimlik numaranızı. Sonra doğduğunuz yeri. Sonra.... Sonrasını bilmiyorum çünkü sordurmadım. Muhtemelen ana adı, baba adı diye devam eder.. Nedeni mi sormadım? Çünkü İSG kurallarına aykırı davranan bir işyerini şikayet etmek istiyorsunuz, şerecenizin soruşturulmasını değil. Sinirlenince soruları bırakıp konuyu öğrenmek konusunda nispeten daha olumlu bir tavır değişikliği seziyorsunuz.

Bu aşamadan sonra şikayet konusunun ne olduğu soruluyor. .... sokak ... numarada şu anda yapılan çalışma uygunsuz. İnsan hayatını tehlikeye atacak durum var diyorsunuz. Gelen cevap yine sorulardan ibaret: Şirketin tam adı ne?, Firma yetkilisi kim? Nereden anladınız uygun olmadığını? gibi şikayet için yaptığınız aramayı uzatıp bıktırmaya yönelik yepyeni sorular geliyor. Buranın bir şirket olmadığını, bir binanın dış cephe kaplama çalışması yapıldığını ve ciddi anlamda tehlikeli koşullarda insanların güvenlik önlemleri alınmadan yüksekte çalıştığını söylüyorsunuz. Tamam deniyor. Bir takip numarası veriliyor ve 3 işgünü sonrasında geri dönüş yapılarak konunun takip edilebileceği bildiriliyor. Sorunun o anda yaşandığı bilgisi hiç kimse için önemli değil tabii ki. O kişi yüksekten düşüp öldüğü takdirde, Soma'da yaşanan gibi, kimsenin umrunda olmayacak zaten.

Aradan bir hafta geçiyor ve 170 hattından aranıyorsunuz. Geri dönüş yapacaklar yapılan şikayetle ilgili. Konu Beyoğlu'ndaki ilgili bakanlığa bağlı birime yönlendirilmiş ve onlar da gerekli çalışmayı yapıp sonucu iletiyorlar: .... şirketinde çalışıyorsunuz. Şikayet konusu .... şirketiyle ilgili herhangi bir bağlantınız tespit edilememiştir. Bu yüzden soruşturma yapılmamıştır.. gibisinden bir cevapla muhattap olmak durumunda kalıyorsunuz. Türkçesi şu: İnsan hayatını ilgilendiren bir konuda devlet yetkilerini bilgilendirme yapmaya çalışan kişi soruşturuluyor. Kurum belirtilen adreste yapılan çalışmayı soruşturacağı yerde şikayet yapan kişiyi soruşturuyor. Tekrarlıyorum, o şikayet yapılan yerde çalışanlardan birinin başına birşey gelmesi kimsenin umrunda değil!!!

Ki bu yaşanan da daha acısı taze olan Soma'dan sonra oluyor. Devletin bakanlığı işte iş sağlığına ve işçi güvenliğine bu kadar önem veriyor.

En yetkili ağızlar istedikleri kadar konuşsun, insanları ikna etmeye çalışsın. Bunun pratik karşılığı olmadıktan sonra nasıl güvenebiliriz ki?

 Sorunun yanı sıra bir de çözüm önerisinde bulunmak lazım. Çok basit aslında. Bu gibi şikayetlerin kontrolü çok geç yapılabiliyor yeterli denetim görevlisi olmadığı için. Ya daha fazla denetçi istihdam edilebilir devlet tarafından. Ki bu denetçilerin maliyetleri de ilgili kurumlara yansıtılacak cezalarla çok rahat karşılanabilir. Alternatif ise belediyelerin zabıta birimleri bu konuda yetkilendirilip şikayetlere oldukça hızlı müdahale edilebilir. 

13 Mayıs 2014 Salı

Gözlerinin İçi Gülen İnsanlar

İki tür insan vardır:

Birincisi gülenler. Bu gruba giriyorsanız gülersiniz, evet. Yalnız sadece gülersiniz. Çok da hissetmeniz gerekmez. İçten olması da gerekmez. Yüzünüze yapışmıştır o gülümse. Hissetmeden, yaşamadan o anı, gülümsersiniz sadece.

İkincisi ise gözlerinin içi gülenler. İşte bu gruptaysanız, gerçekten gülersiniz. İçinizden gülersiniz, sadece görünüşte değil. Bazen ağlarsınız da. Bazen ama, içten gülersiniz. Öyle ki, o kadar içten ki, gözlerinizin içi güler. İşte bunu sahte yapamazsınız. Olmaz. Çıkmaz öyle her istediğinde. İçten hissetmek gerekir o mutluluğu, neşeyi..

Karşınızda ikinci gruptan biri varsa, siz de ister istemez gülersiniz. İçten yine. Aynı şekilde. Çünkü başka türlüsü elden gelmez. Çıkmaz yani. Gülmek gerekir ve gülersiniz. Mutlu olursunuz..

Bir gün okulda yürürken bir arkadaşınızla karşılaşırsınız. Size şunu söyler:
- .... seni görünce mutlu oluyorum.
- Niye? diye sorarsınız gülerek.
- Çünkü seni ne zaman görsem yüzün gülüyor, gözlerin gülüyor.
Böyle bir söz karşısında içten, gözlerinizle gülmeye devam ederek teşekkür eder ve insanları mutlu etmenin tarif edilemez iç tatminiyle yolunuza devam edersiniz..

Hayatta her tür insan var. Çevremizde de her tür insan var. Yalnız bu ikinci gruba girenler var ya, onlardan çok da fazla yok. Onları yakınlardan eksik etmemek lazım..


Bu konuda da pek çok konuda olduğu gibi sanırım çocukların üstüne yok... :)

15 Nisan 2014 Salı

Meraklı Toplum ve Sonuç: Trafik Çilesi




Sene 2007 idi sanırım. Dubai'de, Sheikh Zayed Road'da, ya da İstanbul'daki karşılığıyla E5 üzerinde arabayla seyahat ederken radyodan bir anons duymuştum. Emirates Mall yakınlarında trafik kazası olmuş. Ciddi bir sorun yokmuş. Fakat kazayı yapan kadın çok güzel olunca herkes kadına bakmak için yavaşlayınca arkada kilometrelerce kuyruk oluşmuş. Spikerin söylediği ise 'Lütfen kazaya/kadına bakmaya çalışmayın. Arkada çok fazla trafik oluştu.' minvalinde birşeydi.

Olay trafik kazası değil, kazayı izlemek isteyen diğer şöförlerdi yani. Aradan geçen onca zamana rağmen halen daha aklımdadır bu hadise.

Bugün de benzeri bir durum vardı. Sabah işe gelirken trafik yoğundu. Şirinevler'den, hatta Yenibosna'dan Cevizlibağ'a kadar. 6-7dk sürecek yol yarım saati geçti. Hemen telefondan bakınca Cevizlibağ-Merter yönünde trafik kazası olduğunu öğrendik. Yalnız asıl şaşkınlık Cevizlibağ'a gelince yaşandı. Çünkü trafik kazası bizim olduğumuz yönde değil, karşı yöndeydi. Ve biz kaza yapan çöp kamyonunu gördükten hemen sonra saatte 10km olan hızımız bir anda neredeyse 10 katına çıktı ve Zincirlikuyu'ya kadar da kesilmedi.

Peki bunu niye anlatıyorum? Çok basit: Meraklı bir toplumuz. Hem de çok meraklı. Fakat bu merak o anda yaşanan soruna çözüm bulmaya yönelik değil, sadece kişisel merak dürtümüzü tatmine yönelik çalışıyor. Bu da diğer tarafta sorunlara, mağduriyetlere yol açıyor. Mağduriyet derken bir insanın durup dururken fenalaşması ve sonrasında etrafında 'ne oluyor?' diye soran bakışlı insanlardan bu kişinin nefes alamaması gibi bir mağduriyeti kastediyorum. Ya da trafik kazasına bakmak isterken arkada binlerce insanın yol hakkını ellerinden alarak işlerine/okullarına geç kalmalarına neden olmaktan söz ediyorum.

Merak iyidir aslında. Merak olmasaydı bugünkü medeniyet düzeyine ulaşmamız kesinlikle mümkün değildi. Çünkü insanlar hep acaba diye düşündükten ve denedikten sonra, merak ettikten sonra buldular tüm buluşları. Bu işler diğer türlü yürümüyor ne yazık ki. Yalnız merakımızın sonuçlarını da düşünmek gerekiyor. Sadece güzel bir kadına ya da çöp kamyonu kazasına ya da fenalaşan bir insana bakabilmek adına birçok başka insanı, hatta bazen doğrudan kaza yapan/rahatsızlanan insanı mağdur edebiliyorsak o zaman durup bir düşünmek gerek.

Ben ne yapıyorum böyle durumlarda. Etrafta yeterince insan varsa onların bir şekilde gereğini yaptıklarını düşünerek zaman kaybetmeden oradan uzaklaşıyorum. Tabii yaşanan kazayla ilgili kimsenin 112'yi ya da 110'u ya da 155'i aramamış olabileceğini düşünerek bu numaraları da gerektiği zaman arayarak.

24 Mart 2014 Pazartesi

Dubai ve Kadınlar

Bu seferki konumuz Dubai ve Kadınlar.

Dubai'de kadınlar nasıl giyinir? Neler yaparlar? Nasıl zaman geçirirler?

Dubai bir kere hemen her insan için güvenli. Nedeni ise çok basit. Yüzbinlerce insan, iş ve para için orada. Hemen herkes çalışma vizesi ile orada bulunduğu ve en ufak bir aksi durumda ülkesine gönderilmesi söz konusu olduğu için, suç oranı da oldukça düşük.

Dubai, bana göre, dünya üzerinde kadınların en güvenli oldukları şehirlerden biri. Bunun tabii ki çok sağlam temelleri var. Herkesin ortak amacı var: Para kazanmak. Bu amaç için özellikle Hindistan'dan gelen işçiler kendilerine aracı olacak ajanslara, insan tacirlerine, birkaç bin dolar ödemeyi göze almak durumunda kalıyor. Bunun için tarlasını, toprağını, hatta evini bile satanlar var. Gelen göçmenlerin yarısından fazlası zaten Hindistan, Pakistan, Filipinler, Nepal, Vietnam, Bangladeş gibi Asya ve Uzak Doğu ülkelerinden geliyor. Bu insanlar için Dubai'ye ya da benzer körfez ülkelerine gelmek bir anlamda kurtuluş gibi. Zaten birçoğu zaten senede ancak bir kere ülkelerine gidebiliyor. Kazandıkları paranın büyük kısmını doğrudan belli periyotlarla ülkelerine gönderiyorlar. İnsanlar onca parayı verip onca yolu geldikten sonra suç işlemeyi aklının ucundan bile geçirmiyor çoğunlukla. Çünkü yanlış bir hareketi işini kaybetmesine yol açabilir.

Bunların dışında bir de beyaz kadın ticareti oldukça yaygın. Memleketin hemen her tarafında, özellikle oteller bünyesindeki gece kulüpleri ve barlar bu iş için kullanılıyor. Bu iş için kullanılan yerler genel anlamda belli olduğu için bilinen gece kulüplerine gidilmedikçe sorun olacak bir durum olmuyor. Ayrıca genel anlamda erkekler hayır dendiğinde aşırı ısrarcı olmadıkları için yine de kadınlar rahat ediyor buralarda da.

Kıyafet olarak şimdiye kadar gezdiğim şehirler arasında en açık giyinenleri Dubai'de gördüm desem sanırım yanlış konuşmuş olmam. İster gece ister gündüz kadınlar oldukça rahat kıyafetlerle istedikleri gibi giyinebiliyor. Yılın yarısından fazlasında oldukça sıcak olan bir memlekette zaten diğer türlüsü cidden zor olabilir. Gerçi bir dönem tanıdığım Avusturalyalı bir arkadaşıma eteği dizin hemen üstünde olduğu için uyarı yapılmıştı ama bu uyarı doğrudan herhangi bir yaptırım şeklinde değil, sadece sözlü bir uyarı şeklinde olmuştu. Hatta omuzların da açık olmaması gerektiği, kolsuz değil, kısa kollu üstler tercih etmesi söylenmişti. Bunu sadece bir kere duyduğum için ve hiç denk gelmediğim için çok da dikkate almadım. Tabii yine de dikkate alınmalı.

Sene boyunca sadece Ramazan ayı boyunca hayat biraz daha değişiyor. Gündüz dışarıda yemek yiyemiyorsunuz mesela. Kıyafetler konusunda da biraz daha katı bir tavır sergileniyor. Daha mazbut ve dikkatli giyinmek öneriliyor ve tercih ediliyor. Mazbut derken kastım tüm teni saklayan kıyafetler değil tabii ki. Sadece kısa kollu ve olabildiğince diz seviyesinin altında etekler ya da pantalonlar tercih ediliyor bu dönemde.

Kadınların nasıl zaman geçirdikleri ve neler yaptıklarına gelince, herkes gibi demem yeterli sanırım. Alışveriş yapmak, arkadaşlarla takılmak gibi faaliyetler kabaca. Araba kullanmak Suudi Arabistan'da kadınlar için yasak olmasına rağmen Dubai'de kadın taksi şöförleri bile var. Pink Taxi adı altında çalışıyorlar.

Bir Arap memleketi olan Dubai'deki kadınların bu durumu beni de ciddi olarak şaşırtmış olmakla birlikte özellikle öğretmenlik ve satış gibi alanlarda kadınların ağırlıklı olarak çalışması sanırım buraya göç konusunda en önemli tercih noktalarından biri haline gelmiş bu memleket.

Bu arada ufak bir not: Dubai'nin nüfusunun yaklaşık dörtte biri kadın. İşçilerin çok sayıda olması ve nispeten izole bir hayat sürmesinden dolayı günlük hayatta bu fark o kadar gözle görünür oranda değil.

Son olarak, tavsiye eder miyim? Kesinlikle evet.