21 Mart 2015 Cumartesi

Arazi Rantı ve Emsal Artırımı Hakkında Birkaç Not


Sürekli 'arazi rantı' diye bir laf dolaşıp duruyor ağızlarda, televizyonda, her yerde. Peki biliyor muyuz ne olduğunu? Nedir arazi rantı?

Gayrimenkul firmaları araziyi alırken, üstüne yapılacak projeyi planlarken, projeyi kaça mal edeceklerini ve kaça satabileceklerini hesaplarlar. Buna göre araziye yatırdıkları para ile yapılacak projenin bütçesinin toplamını satıştan elde edilecek para ile karşılaştırırlar. Aradaki fark bekledikleri kadarsa o projeye girerler. Yoksa girmezler. Mesela 100.000.000 dolara mal ettikleri arazi üzerine yapacakları inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar olsun. Satıştan elde edilecek kârın 200.000.000 doların üstünde olması gerekiyor ki şirket bu işten kâr edebilsin.

Arazi rantı nedir peki? Bir örnekle anlatalım:

Mesela 100.000m2 bir arazi düşünün. Arazinin fiyatı olsun  100.000.000 dolar. Emsali de 1'e 1 olsun. Yani üstüne yapılabilecek yapı(lar)ın inşaat alanı en fazla 100.000m2 olabilir. Düz mantık gidersek ortalama metrekare inşaat maliyetini 1.000 dolar olarak aldığımızda, ki bu çok yüksek bir miktardır metrekare maliyeti olarak, buraya yapılacak 100.000m2 inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar tutar. Toplam maliyet oldu mu size 200.000.000 dolar.

Şimdi yapılacak projeye ve yatırımcıya gelelim. Bu projede metrekaresini ortalama 5.000 dolardan satarsa yatırımcı firma, bu durumda 100.000m2'den elde edeceği kazanç 500.000.000 dolar olur.

İnşaat maliyeti ile arazi maliyetinin toplamı 200.000.000 dolar idi. Satıştan elde edeceği kazancı ise 500.000.000 dolar olarak hesapladık. Bu durumda yatırımcı firmanın kârı net 300.000.000 dolar oldu.İnşaatı yapacak firma bu arazinin fiyatı 200.000.000 dolara kadar çıksa da almak isteyecektir, çünkü o durumda dahi net 200.000.000 dolar kazancı olacak.

Buraya kadar herşey normal. Asıl karışıklık bundan sonra başlıyor. Emsal bir anda 'bazı kişilerin oynamasıyla' 1'e 1 yerine 1'e 2,5'e çıkarılırsa peki ne olur?

1'e 2,5'in anlamı 100.000m2 arazinin üstüne yapılabilecek inşaat alanının 250.000m2 olmasıdır.

Maliyeti hesaplayalım:

250.000m2 inşaatın maliyetini metrekare başına yine 1.000 dolardan hesaplarsak 250.000m2 inşaatın maliyeti 250.000.000 dolar olur. Arazi maliyeti de 100.000.000 dolar idi. Toplarsak bu projenin yatırımcıya maliyeti 350.000.000 dolar olur.

Satıştan elde edilecek geliri hesaplayalım:

Yine metrekare fiyatını 5.000 dolardan hesaplayalım. Ki burada ufak bir not düşmek yerinde olacaktır, bu inşaatlardaki metrekare satış fiyatı, hele de büyük projelerde, kesinlikle bu fiyatın üstünde oluyor. Metrekaresi 5.000 dolardan 250.000m2 inşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolar olur. Yani 1,25 milyar dolar.

Kâr hesabını da unutmadan yapalım:

İnşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolardan arazi ve inşaat bedeli olarak 350.000.000 doları çıkarırsak geriye ne kalır? 900.000.000 milyon dolar net kâr! Biraz önceki hesapta sonucumuz 300.000.000 dolardı. Aradaki 600.000.000 dolarlık fark nereden geldi? Tabii ki emsal artırımından.

Son bir hesabımız kaldı. Metrekare toplam bedel:

1. durumda projenin toplam bedeli 200.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda yapılan bu işin metrekare toplam maliyeti yatırımcı firmaya 2.000 dolar olur. Satış da 5.000 dolar olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.000 dolar olmuş olur.

2. durumda projenin toplam bedeli 350.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda iş yapılmış olmasına rağmen inşaat alanı 250.000m2 olduğundan metrekare maliyetini de ona göre hesaplamamız gerekir. Bu da 1.400 dolar yapar. Biraz önce 2.000 dolar olan inşaatın maliyeti 1.400 dolara düştü bile. Satışı 5.000 dolardan olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.600 dolar olur.

Burada hesaplamalar yaparken bazı detayları atlayıp yuvarlayarak anlatmaya çalıştım ki daha basit ve anlaşılır olsun. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, toplam maliyet ile satış arasındaki fark burada hesapta gösterdiğimin çok üstünde oransal olarak.

Koruluklar, yeşil alanlar vb. imara açılmak istendiğinde bunda kamu yararının olması da gerekir. Kamu yararı derken kastettiğim arazi satışından devletin, yani bizlerin kazanacağı para değildir sadece düşünülmesi gereken. İnşaat yapılan bölgedeki insanların hayatlarına, oradaki trafiğe, çevre kirliliğine de etkileri değerlendirilerek karar verilmelidir. Bunlar göz önüne alındığında yeşil alanların, korulukların, her boş görülen alanın imara açılmasının ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğu anlaşılabilir.

Bundan sonra emsal artışına, yeşil alanların imara açılmasına, cami yapma bahanesiyle koruluklara dahi girilmek istenmesine karşı olumlu ya da olumsuz duruşunuzu düşünürken bu bilgileri de göz önüne alırsanız daha doğru bir duruş ortaya konabilir diye düşünüyorum.

Ne dersiniz?

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Akşamın Anatomisi


Dün akşam ilginç bir akşam oldu. 19.30'da başlayacak etkinlik için Kozyatağı'na gitmeye karar verdim. Arkadaşımla metro, Marmaray ve tekrar metroyla Kadıköy'e kadar gittik. Orada manzaranın güzelliğinden etkilenip birkaç fotoğraf çektim. Müthiş güzel geldi orayı öyle görmek. Fakat hava ciddi anlamda soğuk ve ben de yeterli giyinmemiş olduğumdan devam edip Kozyatağı'na doğru gitmek için metrodan aşağı doğru inmeye başladım.

Etkinlik bitince saate baktım. Üniversiteden arkadaşım da geldiği için onlarla biraz oturup sonra geçerim diye düşünüyordum eve doğru. Metro durağının yakınında olduğum için şöyle bir hesap yaptım: Kozyatağı'ndan metroya inip Ayrılık Çeşmesi'ne gitmek yaklaşık 20dk + Marmaray'la Yenikapı'ya gidiş arada beklemeyle birlikte 15dk + oradan Şirinevler'e metroyla gidiş yaklaşık 30dk sürecekti. Otobüsle gitmek istersem de o duraktan geçen birçok otobüsten birine binip Uzunçayır'a, sonra metrobüs ile de Şirinevler'e geçecektim. Toplamda buranın süresini de 50-55dk gibi hesapladım.

Saat 22.45 civarıydı. İlk başta raylı sistemleri ve gelişmelerini sevdiğimden metro-marmaray-metro ile gideyim dedim. Sonra trafiğin açık olduğu aklıma gelince otobüs durağına gidip beklemeye başladım. 129T gelecekti. Yani Taksim otobüsü. Uzunçayır durağındaki inişli çıkışlı yürüyüş yolu gözümde nedense büyüyünce o otobüsle köprüye kadar gidip oradan metrobüse geçebileceğimi düşündüm. Biraz bekleyince 129T geldi ve bindim. Yalnız Taksim yönüne değil de Üstbostancı yönüne gittiğini son durağa gelince anladım ancak. İlk kalkacak otobüse sorunca 15dk beklemem gerektiğini öğrendim. Ben de farklı bir vasıta ararken minibüse denk geldim. Sanırım bu akşamın en şanslı olduğum yanı biri oldu bu.

Minibüsle E5 üzerinde inip yola doğru geçecekken gözüme yine metro girişi çarptı. Genç bir kız asansöre binip aşağıya inecekti. Baktım otobüsün geleceği yok, hava soğuk, ilk aklımdan geçeni uygulamaya karar verdim: Metro-marmaray-metro üçlemesini. Zaten ne gerek vardı ki karayolundan otobüsle gitmeye. En temizi her zaman raylı ulaşımdı. Ya da ben öyle zannediyordum.

Metronun asansör girişine doğru yönlendiğimde son anda kapanan kapıyı durdurup metroya asansörle indim. Ekranlarda Kadıköy metrosunun gelmesine 1dk görünüyordu. Koşturmaya başladım. Yetişebileceğimi düşünerek umutlu olmaya çalışıyordum. Sonraki en az 10dk sonra gelir dedim. Koştururken birkaç dakika önce geçen genç kızı gördüm. Garip garip baktı koşturmama. O asansöre yine yönleniyordu. Ben de turnikeden geçinceye kadar halen daha 1dk yazısı duruyordu Kadıköy yönüne doğru.

Turnikeden geçince hemen koştum yürüyen merdivenlere doğru. Aklımdan asansöre gitmem, asansörün gelmesi, binip aşağı inmemin hepsini hesaplayınca çok uzayacağını hesaplamam 1 saniye bile sürmedi. Yürüyen merdiven de oldukça uzun olduğundan hızlı inmem gerekiyordu. İki yandan yürüyen merdiveni tutarak belki de şimdiye kadarki en hızlı merdiven inişimi yaptım. Saniyede birkaç adım atıyor olabilirdim o sırada. Son basamağı bitirmeden gelenleri gördüm. Biri sakin olmam için işaret yaptı. Zira metro kapılarını kapatmış, ilerlemeye başlamıştı. Yapacak birşey olmadığını düşünerek yakındaki koltuğa oturdum nefes nefese.

Bir dakika geçmeden o genç kız geldi. Ben onun bindiğini sanırken ondan daha hızlı geldiğimi farkedip sevindim içten içe. Ya da o da binemedi diye sevindim. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir anda sevindiğim oldu. Fakat orada garip birşey oldu. Genç kız benden birkaç metre ötede durdu o tarafa doğru baktığımı görünce. Kafamı çevirip karşıma doğru baktım rahatsız edebiliyor olduğumu düşünerek. ''Bak senden daha önce geldim.'' diye bir cümle sarf etmek istedim. Vazgeçtim. Nispeten hızlı adımlarla metro durağının ta diğer ucuna kadar gitti. Garipsedim önce.Sonra aklıma Özgecan'ın başından geçenler geldi. Her tarafı kameralarla 24 saat izlenen bir yerde olmasına rağmen yine de endişeniyordu. Birkaç dakika içinde farklı girişlerden birkaç erkek daha inince perona, genç kızın hissettiklerini biraz daha anlamaya başladım. Ürktüğünü düşündüm.

Neyse ki metro çok gecikmedi. 10dk değil, bir öncekinden 7dk sonra geldi. Saatime bakıyordum bir yandan. 23.30-23.35 gibiydi. Ünalan, yani metrobüs durağına yaklaştığımızda inip metrobüse binip binmemeyi düşündüm. Son anda binmeye karar versem de kapılar kapandı tam o anda. Ben de tekrar yerime oturup iki durak daha devam ettim.

Ayrılıkçeşmesi durağına gelince, metrodan hemen inip koşturmaya başladım yine. Marmaray'ı kaçırmamam lazımdı. Saat ilerliyordu. Son seferlerin 00.00'da yapılmasıydı benim asıl endişem. Metro sisteminde sabaha kadar olmasa da daha geç seferlerin bitmesi gerektiğini düşündüm. (birazdan bununla ilgili 153 Beyaz Masa'ya da şikayet yapacağım) Marmaray'a yetişmek için koştururken yürüyen merdiven değil de düz merdivene denk geldim. Gecikmemek adına yukarıya doğru bir koşu tutturdum. Yetişebileceğimi umut ediyordum ilk kalkacak trene. Zira orada da tren ben son birkaç basamağı çıkarken kapılarını kapattı ve harekete geçti. Durdum durakta, mecburen. Az ileride tren durunca kapılarını açacağını sandım. Meğerse sinyal için bekliyormuş. Birkaç saniye durduktan sonra devam etti tren yoluna. Ben de bir sonraki treni beklemeye başladım.

O arada habire saatime bakıyordum. Yolumu hesaplıyordum. Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı durakları vardı ve toplamda 10dk civarı sürecekti. Saat de 23.45 gibiydi. Biraz sonra tren geldi. Bindim diğerleriyle birlikte. Birkaç dakika sonra da kalktı trenimiz. Yine az ileride bekledi sinyalini. Devam etti sinyali alınca. Durakta treni beklerken biri sormuştu bana, Sirkeci'den geçecek tramvayı yakalayıp yakalayamayacağını. Saate baktım. Kesin yakalarsın dedim. Çünkü son tramvay geceyarısında kalkacaktı ama Kabataş durağından. Sirkeci'ye kadar gelmesine zaman olduğu için sorun yoktu. Yetişebilirdi. Saate baktıkça endişem artmaya başladı. Sirkeci durağına geldiğimizde 23.58 olmuştu bile. Bu sefer çok düşünmedim. Hemen indim trenden. Yenikapı'da inseydim marmaraydan, Havaalanı metrosuna yetişme ihtimalim yok denecek kadar azdı.Böylece doğru karar aldığımı düşündüm.

Çıkışa doğru yürürken sonradan Suudi Arap olduğunu öğrendiğim 4 kişilik bir aileyle karşılaştım. Erkek onları Cağaloğlu çıkışına yönlendirmeye çalışıyordu. Belki de daha yakın olduğu için. Ben Sirkeci durağının diğer tarafta olduğunu söyleyince benimle geldiler. Adamın eşi olduğunu düşündüğüm kadın sevindi haklı çıktığına. Türkçe 'Çok salak biri o' dedi. Gülümsedim. Onlarla çıkarken asansörü gördüm. Asansöre binmeye karar verdim. 1. katta görünüyordu o sırada. Çağırınca -9. katta olduğumuzu anladım. Kar yüksekliklerini düşününce yaklaşık 50m yerin altında olduğumuzu farkettim. İyi ki yürüyen merdivene binmediğimi düşündüm hemen.

Metronun çıkışına gelince tramvayı sordum hemen. Görevlinin gösterdiği yöne doğru yürüyünce tramvayın geçtiğini gördüm. Koşmadan, biraz aceleyle yürüdüm. Ufak da olsa bir umuttu benimkisi. Belki yetişirim diyordum. Saate bakınca 00.06 idi. Suudi Araplar'a iyi akşamlar dileyip tramvay durağına doğru geçtim. Sirkeci değil, Gülhane durağının daha yakında olduğunu farkettim bu arada tabii. Tramvaya da yetişemedim tabii ki.

Durakta güvenlik görevlisi yoktu ama turnikeler çalışıyordu. Turnikeden geçerek durağa girdim. Tek bekleyen bendim. Biraz o metro istasyonundaki gibi hissettim: Ürkmüş. Birkaç kişi geldi durağa. Yoldan doğrudan geçtiler. Turnikede akbillerini kullanmadan. Almanlara göre 'schwarzfahren' yani. Biri tinerciye benziyordu gelenlerin. Diğerleri de garipti. Biraz daha ürktüm. Gayri ihtiyari tesbihimi elime aldım. Belki de tesbih çeken, korkulması gereken biri izlenimi vermeye çalışıyordum onlara. Yan kaldırımdan bir genç sayılabilecek kadın ile yanında orta yaşlı denebilecek biri yürüyordu. Kadın küfrederek bağırıyordu. 'O kendisini ne sanıyor?' diyordu. 'Ben müşteriyim. O bana hizmet eden garson köpek. Ben ne dersem onu yapacak!' diyordu. 'Köpek, köpek, başka birşey değil!' diye de üstüne basa basa söyleniyordu yürürken. Belli ki biri sinirlendirmişti onu. Bana Marmaray durağında Sirkeci istasyonunu soran genç delikanlı da tramvay durağına gelmişti o ara. Ben o kadınla erkeğe bakıp yüzümle onaylamayan bir ifade takınmışken göz göze geldik o delikanlı ile. 'Nasıl bir kadın bu?' diyen bir bakış vardı ikimizde de.

Tramvay beni biraz daha bekletiyordu. Sanırım 10dk kadar bekledik durakta. Birkaç kişi daha turnikeden geçerek durağa geldi ve beklemeye başladı tramvayı. Birazdan gelen trene bindik ve yola koyulduk. Boş gibiydi araç. Her zaman tercih ettiğim gibi ters oturdum. Tramvayın orta kısımlarındaydım. Böylecek içinde bulunduğum vagonu tepeden gözlemleme şansım doğmuştu.

Yol boyunca, metroda da, marmarayda da, tramvayda da elimde hep Kavafis'in şiir kitabı vardı. Adam müthiş bir şair gerçekten.. Normalde stressiz olan yapım bu akşam baya bi stres yaşıyordu ve şiir bunun için güzel bir araçtı. Tramvayda giderken bir yandan da kitabımı okuyordum.

Yusufpaşa durağına gelince inip inmeme arasında kaldım bir an. Duraktan giden bir otobüs dışında otobüs de göremeyince vazgeçtim inmekten. Devam ettim böylece. Oradan binecektim metrobüse ve eve öyle geçecektim. Yerimden inmiş olduğum için tramvayın giriş tarafındaki dörtlü koltuklardan birine oturdum. Bu kez gidiş yönünde. Yan tarafta üçü erkek dört kişilik bir öğrenci grubu vardı. Birazdan biri bindi tramvaya. Nerede olduğunun dahi farkında değildi. Ne yöne gidiyor deyince Bağcılar dedim kısaca. Hangi duraklardan geçtiğini sordu bu kez. Hemen kapının üstündeki tabelayı işaret ettim. Aslında durakların birçoğunu bilmeme rağmen Zeytinburnu'ndan sonrakileri bilmediğim için söylememeyi tercih etmiştim. Adam baktı duraklara. Bana doğru dönerek Zeytinburnu'na kadar gidebileceğini söyledi. Konuşma itiyacı var gibiydi. Ben ise çok da muhabbet etme havamda olmadığından kibarca kısa yanıtlar vermeyi tercih ediyordum. Biraz daha ilerleyince tekrar arkasını dönüp bana teşekkür etti. Dua etti hatta.

Bu arada yaklaşmıştık Cevizlibağ durağına Topkapı'dan sonra ayağa kalktım. Zeytinburnu'na kadar gitsem de metrobüse geçmem gerektiği için Cevizlibağ'dan binmeyi tercih ettim. İlk anda olmasa da hemen sonrasında hızlı adımlarla metrobüse doğru ilerlemeye başladım. Turnikeleri de geçmeme rağmen biraz önce bekleyen metrobüs halen daha yolcusunu almaya devam ediyordu. Yetişebileceğim hayaliyle biraz hızlandım ama bunu da kaçırdım. Bir sonraki metrobüsü beklemek durumunda kaldım.

Sonraki metrobüse binince tek kişilik ters giden bir koltuğun boş olduğunu gördüm ve hemen oraya oturdum. Daha önce metrobüse binme olimpiyatları konulu yazımda da belirttiğim gibi ters olan koltukları tercih etmek oturma şansınızı ciddi oranda artırır. Çünkü insanlar ters gitmeyi çok da tercih etmiyor. Koltukta rahat rahat Şirinevler'e kadar gittim. Sonra da yürüyerek eve geçtim.

Eve varışım 01.05 gibiydi.

Yazıyı asıl anlatma amacım bir yandan sizlere gece 23.00'ten sonra İstanbul yollarında olma hissini yaşatmak olduğu kadar hayatta Murphy'nin yasaları gibi herşeyin üst üste gelebileceğini de göstermek. Herşey ters gittiğinde ne yapmak gerek peki? Pek çok şey söylenebilir. Ben bu yolculuğumdan ders almayı tercih ettim. Kritik durumlar ve zamanlamalar sözkonusu olduğundan bundan sonra böyle bir durumda arada daha fazla yürüyebilme ihtimalime karşın metrobüsü tercih etmek mesela. Ya da İstanbul'da otobüslerin gittiği yönlerin aslında yanıltabileceğini bilerek, bilmediğim bir otobüse binince şöföre önceden sormak gittiği yönü. Ya da hızlı kararlar alabilmek gerektiğini. Ya da arada aktarmalar olunca tahmin edilenden daha da fazla geçişlerin sürebileceğini önceden hesaplamak. Çok ders çıkarılabilir bu akşamdan. Ben kendimi üzmek yerine dersimi çıkardım. Binmek istediğim tüm araçları son anda kaçırmış olmama rağmen hem de.

Siz ne yapardınız öyle bir durumda?  :)

4 Mart 2015 Çarşamba

Gezmek şakaya gelmez

 Gezmek, seyahat etmek, şakaya gelmez gerçekten de. Büyük bir ciddiyet gerektirir.

Öyle 5 yıldızlı otellerde, herşey hatta ultra herşey dahil değildir gezmek. Sadece tatildir o. Öyle gezmek olmaz. Gezmek dediğin içinde adım atmayı, yürümeyi, yeri geldiğinde koşmayı gerektirir. Sabah akşam durmadan yürüyebilmeyi gerektirir. Taksilerden uzak durup toplu taşımayı kullanmak demektir gezmek. Lüks, aşırı konfor düşkünü olmayacak gezmek. Gezeceksin, tüm ciddiyetinle.

Eline bir harita alacaksın bazen. Bazen o da olmayacak yanında. Sadece bir liste olacak elinde. Gidilecek yerler listesi. Çok da uzun olmayan bir liste olacak. Basit, kısa, sadece gerçekten gidilen memleketin ruhunu anlatan yerler olacak o listede. Oranın geçmişini öğrenebileceğin yerlerin adları. Detayları olmayacak ama. Detayları keşfetmek sana kalmış. Ne de olsa gezen sensin.

Gidip kendin keşfedeceksin. Soracaksın yoldan geçen birine. Dilini bilmesen de soracaksın. Bilmediğin bir dilde, tanımadığın biriyle anlaşmaya çalışacaksın. İletişimin %5'i kelimeler, %95'i jest, mimik ve diğerleri diye boşuna mı öğrettiler sana? %5 eksikle iletişmeye çalışacaksın aslında. Çok da zor olmasa gerek. Deneyecek, yanılacak, belki karşındakinin anlattıklarından sadece bir kelime anlayacaksın kimi zaman. Bu seni durduramayacak ama. Tam tersine, daha bi heyecanlandıracak, şevklendirecek. Daha çok kişiye soracaksın.


Trenin kalkmasına yarım saat var ve elinde bir haritan bile yok. Dilini bilmediğin insanlarla konuşup anlaşmaya ve yolunu bulmaya çalışacaksın. İstanbul'dan daha zor olamaz ya yol, iz bulmak! Seni tam ters yöne gönderebilecek insanların olduğu bir memleketten geliyorsun sen, bilmediği halde bilmediğini kendine dahi itiraf etmeyen, edemeyen insanların memleketinden. Sen orada yolunu bulduysan burada da bulabilirsin. İstiklal Caddesi'nin yılbaşındaki kalabalığı gibi kalabalık bir caddeden geçeceksin belki. Yüzlerce, belki binlerce insan olacak etrafında. Soracaksın her gördüğüne, ''Do you speak English?'' diye. Kimi ''No'' diyecek, kimi de ellerini çaresiz bir şekilde iki yana açarak bilmediklerini vücut dilleriyle ifade edecekler. Sen de çaresiz devam edeceksin yoluna.

Bir yerden sonra bırakacaksın artık insanların İngilizce bilip bilmediklerini sormayı, sadece öğrendiğin üç beş kelime ile yol sormaya başlayacaksın: ''Scuzi, Porta Nova?'', ''Afedersiniz, Porta Nova?'' Yani ''Porta Nova nerede?'' diye soruyorsunuz aslında. Kendi dillerinden birşeyler duyunca insanlar, daha rahat anlamaya başlayacaklar seni. ''Cinco metro....'' diye başlayacaklar anlatmaya. Öğrendiklerinizi düşünüp Cinco'nun 5, 50 ya da 500, metro'nun da metre olduğunu tahmin ederek belirtilen yönde yürüyeceksin. Bir de bakacaksın ki trenin kalkmasına tamı tamına 5dk kala varmışsın gara. Tüm yollar Roma'ya çıkar yani bir süre sonra..
Mutlu, mesut trenine binecek, yola düşeceksin.

İşte böyle birşey gezmek dediğin. Taksiye binip ''Porta Nova'' demek kolay olanı. Zevksiz, basit ve kolay olanı. Yolda insanları çevirip Porta Nova'nın nerede olduğunu sormak ve yolu bulmaya çalışmak ise asıl zevkli, heyecanlı olan...

Gezmek dedim ya, basite alınacak birşey değil. Ciddiye almak gerekir. Sanattır çünkü gezmek.

15 Şubat 2015 Pazar

Nefret Etmek

Nefret çok ağır bir duygudur. Ağır bir yüktür diğer bir yandan da. O kadar ağır bir yük ki, insan bir süre sonra taşıyamaz onu. Taşıyamadığında da kendi üstüne alabilir. Yani kendisinin bir parçası yapabilir nefreti. Bu durumda da kaçınılmaz bir sonuç doğar: Herkesten ve herşeyden nefret eder. Kendisinden bile.

Birçok defa duyuyorum çevremde:
İstanbul'dan nefret ediyorum.
Senden nefret ediyorum.
Metrobüsten nefret ediyorum.
İşyerimden nefret ediyorum.
İş arkadaşlarımdan nefret ediyorum.
.....'den nefret ediyorum (noktalı yerlere bir kişinin ismi gelecek).
Kabanımdan nefret ediyorum.
Ayakkabılarımdan nefret ediyorum.
Burnumdan nefret ediyorum.
gibi gibi..

Bir sonraki aşaması da ''tiksinmek'' bunun. Pek çok şeyden tiksinebiliriz. Tiksiniyoruz da.

Sonuç: Kendisini dahi sevmeyen, sevemeyen insanlardan oluşmuş bir toplum.

Çözüm: Sevmemek başka şeydir. Nefret etmemek lazım.
Şehrini sevmiyorsan şizofren bir ilişki gibi onsuz olmamam demek yerine şehrini değiştirmek gerek.
Birinden nefret edince onunla ilişkiyi doğrudan koparmak gerek.
Metrobüsten nefret edince bir daha metrobüs kullanmamak gerek.
İşyerinden nefret edince iş değiştirmek gerek.
İş arkadaşlarından nefret edince onlarla takılmamak gerek.
Bir kişiden nefret edince onunla arkadaşlığı bırakmak gerek.
Kabanından ya da ayakkabından nefret edince onu ihtiyacı olan birine verip yenisini almak gerek.
Burnundan, kafandan, ayaklarından, saçlarından nefret edince bunları değiştirmek, estetik falan yaptırmak gerek.
gibi gibi..

Ne onunla ne de onsuz dediğimiz zaman da mutsuz oluyoruz işte. Mutsuz olmamanın yolu da buradan geçiyor..

''En iyimser ülke ve umutlu ülke Türkiye''

Böyle bir başlık görünce insan ciddi anlamda şaşırabiliyor, değil mi?

Hele de ''En iyimser'' ve ''En umutlu'' denince ben daha çok şaşırdım.

Dün Zorlu Centre'in yan tarafında İBB'nin kanalına denk geldim yolun karşısında yürürken. ''Ernst and Young'un yaptığı araştırmaya göre Türkiye 'En iyimser ve umutlu' ülke olarak birinci sırada yer almış.'' diye bir haber gördüm. İlk anda ciddi anlamda afalladım. Ülkemiz gerçekten de en iyimser ve umutlu olmak için en iyi aday diye düşünmüyorum çünkü. Neredeyse bıçak gibi kesilmiş bir yarısı herşeyin harika olduğunu gösteren, diğer yarısı ise herşeyin berbat durumda olduğunu gösteren iki farklı medya ve iki farklı insan grubu var memleketimizde. Durum böyle olunca aklıma Ortadoğu ülkeleri arasında yapılmış olabileceği fikri doğdu kafamda. Biraz önce araştırınca araştırmanın Avrupa'da yapılmış olduğunu gördüm. Yalnız bu araştırma insanlar arasındaki bir araştırma değil, orta ölçekli şirketler arasında yapılan bir araştırma. İnsanlarla çok da alakalı değil yani bu durum. Diğer bir deyişle insanların iyimserliği ya da umutlu olması değil buradaki araştırılan. Konu şirketlerin gelecekten beklentilerinin iyimser ve umutlu olmasıyla ilgili sadece.. Ve bunun yansıtılma şekli Türkiye insanının iyimser ve umutlu olması..

Haberleri bu açıdan iyi bi okumak lazım. Bazen, benim de bu yazımda yaptığım gibi, başlık ya da haberin içindeki ufak bir ayrıntı haberin tamamını anlamamız açısından yeterli olmayabiliyor, yeterli olmuyor. Bunu yapan da bir devlet kurumu olunca, insanlarını aldatan ilk kurum olma sıfatına layık oluyor işte devlet denen kurum.

Haber okurken de bunu dikkate almak gerek sanırım. Aynı konuyla ilgili benzer bir haber de Radikal'de var.  Bakmak gerek..

Dünyayı Güzellik Kurtaracak

Şarkısı var Zülfü Livaneli'nin:
Dünyayı, güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey..

Bence de öyle gerçekten de. Yalnız başka birşey daha var: Dünyayı hırs mahvedecek. Neden mi? İşte birkaç neden:

Eğitim sistemimiz, sonrasındaki çalışma hayatı, insanları, özellikle de gençleri hep daha hırslı, daha çok çalışan haline getirmek yönünde çalışıyor. Bu konuda da oldukça başarılı. Gençler oldukça hırslılar ve yetenekliler. Yalnız hırs demek başkalarının üstüne basarak yükselmek, bir yerlere gelmek anlamına mı geliyor? Birileri buna ''hakediyorsa'' ile başlayan bir cümle ile cevap verebilir. Yalnız o iş o kadar da kolay değil!

Globalleşiyoruz. Her gün daha fazla hem de. Peki nedir globalleşmek: Bazı firmaların dünyanın hemen her ülkesinde iş yapması demek aslında. Ya da ABD'nin dünyanın her kıtasında, kendi toprağı olmayan yerlerde sayısız askeri üsse sahip olması demek. ABD'nin adı ne zamandan beri BM ile eşdeğer oldu? NATO demiyorum çünkü NATO'ya üye olan ve olmayan ülkeler var. BM çok daha kapsayıcı NATO'ya göre. Evet, ne diyordum? Globalleşmek. Mesela Samsung'un ya da Apple'nin çıkardığı ürünleri dünyanın her yerinde satması, satabilmesi demek. Ya da Pfizer'in, Procter and Gamble'nin her yerde ilaçlarını, kozmetik ürünlerini satması demek. Ya da BP'nin bir ülke olmamasına, kendi toprakları olmamasına rağmen 'bir şekilde' aldığı imtiyazlarla, haklarla, uluslararası sularda petrol arama yetkisine sahip olması demek. Çevreye verdiği zararları ise bölge ülkelerinin karşılaması demek tabii ki..

Globalleşme demek, sermayenin aslında globalleşmesi demek. İnsanların değil. Çünkü insanların da globalleşmesi demek olsaydı vize vs. ihtiyacı duymadan dünyanın istediğimiz ülkesine kolaylıkla gidebilirdik. Sınırlar olmazdı. Ülke sınırlarında askerler beklemezdi.

Peki ne oluyor sermaye globalleşince? İşte bu şirketler var ya, onların sahipleri de birçok ülkede birden olmuş oluyor. Şirketi de biraz yukarıda bahsettiğim ''eğitim sistemi''nden çıkmış insanlar yönetiyor. Eskiden ''Maaşla zengin olunmaz!'' derlerdi. Fakat bu global şirketleri yönetenler senelik milyonlarca dolar para kazanabiliyor. Hem de kimi zaman maaşları 1 dolar seviyesinde olmasına rağmen. İşte o milyonlarca doları verirken şirket, ya da ortaklar, o yöneticiden de karlılığı yüksek tutup hisselerin değerini artırmasını bekliyorlar CEO'nun ya da eski tabirle genel müdürün. Bu yapılırken nasıl yöntemler kullanıldığını kimse düşünmüyor. BP'nin hisseleri artma pahasına örneğin Meksika kıyılarında petrol kuyusu patlayıp çevreye geri döndürülemez hasar verilmesi normal görülebiliyor. Bu yöneticilerin de asıl amaçları hissedarlardan gelen değer yükselmesi baskısı olunca her yaptıklarını kabul edilebilir görebiliyorlar. Sosyal sonuçlar değil, ekonomik sonuçlar değil, sadece o şirketin finansal durumları önemli oluyor. Dünyayı güzellik kurtarabilecekken hırs da mahvediyor diğer yandan yani..

Halbuki tüm bunlar hırs ile değil de insan sevgisi ile yapılsa sonuç çok daha başka olabilir. Bir yanda vahşi kapitalizm diğer yanda ise insanı kapitalizm var. Hangisi daha iyi acaba?

Kadınlar ve Erkekler ve Cinayetler ve Tecavüzler ve ...

Asıl sorun bence bazı şeylerin ''normalleştirilmesi''nde. Kadınların ne giymesi, ne giymemesi siyasi aktörler, ağırlıklı olarak da erkekler tarafından belirlenirse, kadınlar erkek çocuklarını daha bi özgüvenli büyütüp kız çocuklarını başını öne eğmesi ve kendisini çok belli etmesi yönünde telkin ederse, siyasi erkek aktörler sürekli kadınlar üzerinden onların nasıl kısıtlanması gerektiği üzerinden siyaset yapar, kadın siyasi aktörler de bunun üzerine herhangi bir laf etmez de savunursa, erkek yapınca ''çapkınlık'' kadın yapınca ''orospuluk'' kabul edilirse... bu liste daha çook uzayıp gider aslında. Bu -se'ler uzayıp giderken devam da edilir-ise aynı şekilde, o zaman kadın cinayetleri de hiç durmaz!

Bir ara facebook'ta neler olup bittiğine bakınca erkeklerin tecavüz eden ya da etmeyen, suçlu erkeklerin idam edilme, linç edilme videolarının müthiş derecede fazla paylaşıldığını gördüm. Ve bu beni aslında medeni görünen görüntümüzün altında ne büyük bir hayvan taşıdığımız konusunda bir kere daha uyardı. Hammurabi kanunlarına gidelim iyisi mi. Kısasa kıssas. Burada idam cezası ile ilgili bir sorum var: Devletin görevi adam öldürmek midir? Öyleyse Gezi'de öldürülenler de devlet mekanizması tarafından öldürüldüğü için haklı olmaz mı? Bir çeşit cezalandırmaydı onlarınki de çünkü.

Erkekler için en önemli şeylerden erkeklik ve yaşamak konusunda sıralama yap denirse eminim ağırlıklı çoğunluk erkeklikleri olmadıktan sonra yaşamamayı tercih edecektir. Çünkü ''erkek'' olmak cinsel olarak da ''erkek olmak''la eş değerde görülüyor. Bir dönem gündeme gelmişti. Sonra tekrar uzaklaştırıldı. Savunanlar da arkasında durmadı, duramadı. Kolayı var bunun: Tecavüz edenler hadım edilip yardım ve yataklık edenlere de ağırlaştırılmış müebbet verildi mi sorun çözülür bana göre. Yalnız bu iş bu kadar da kolay değil. Niye mi?

Birçok defa Dubai'yi örnek verdim yazılarımda. Özellikle de cezalandırmayla ilgili. Mesela emniyet şeridinde gitmenin cezası 6 ay hapis! Siz olsanız gideceğiniz yere 2 saat de geç kalacağınız zaman tercih eder misiniz emniyet şeridinde gitmeyi? Ben tercih eden görmedim. Ya da park etmek. 1 saati 1 dirhem, bilet almazsanız da yakalanınca 150 dirhem. Bilet almamayı tercih eder misiniz? Ben hiç etmedim. En basit tacizin dahi cezası hapis. Hem de birkaç aydan az değil. Üstüne para cezası da var tabii ki. Cezanın caydırıcı olması ve devamının gelmesi çok önemli. İnsanların adalete güvenleri olsa, yasalar ciddi anlamda caydırıcı cezalar içerse, savcılar bu cezaları talep etse, hakimler en ağır cezaları verse... Yine hep -se'li, dilek kipli cümlecikler.. Bunlar olsa ama, o zaman bazı şeyler değişebilir, değişir!

Bir dönem paylaşımlar görüyordum, İsrail Filistin'e saldırdığında. Milyonlarca insanı gaz odalarında öldürüp fırınlarda yaktıran Adolf Hitler'in Yahudiler hakkında söyledikleri özlü söz gibi paylaşıldı. İnsanımızın ne kadar gelişmemiş, ne kadar vahşi, ne kadar acımasız, ne kadar bağnaz olduğunu o zaman da görmüştüm, şimdi de görüyorum. Hem de en eğitimli, en ileri görüşlü denenler bile öyle tepkiler verebiliyordu. Bunu duygusal bir millet olmamıza bağlayanlar sakın başlamasın. Duygusal olmak demek ani kararlar alıp ani hareketler yapabilirler. Fakat bu ''can alma''yı savunmayı kesinlikle haklı gösteremez.

Sene 2004 başlarıydı ve 19 yaşlarında bir kız öldürülmüştü Almanya'da. İnfial oldu resmen. Tüm ülke ayağa kalktı. Çünkü Almanya gibi bir ülkede çok da sık denk gelinen bir haber değildi bu. Çok geçmeden katil yakalandı ve cezası verildi. Bizde çocuğa dahi, özellikle polis ve kamu kurumlarında memur olarak çalışanlar tarafından tecavüz edilip sonradan bu suçlular hiç ceza almadan kurtulabildikleri için hayat biraz daha değersiz. Hele de çocuk, kadın, genç ve yaşlıysan. Erkek ve yetişkinsen de dünyanın hakimisin!