3 Eylül 2015 Perşembe

İşyerleriyle Olan Duygusal Bağ

Zamanla her konuda olduğu gibi bu konuda da insanlar doğruyu buluyor sanırım. Benim öğrenmem biraz daha pratik bir tecrübe ile olmuştu.

2009, kriz dönemi. ABD vizesi için şirketten orada çalıştığımıza dair yazı almak istemiştik başka bir arkadaşla birlikte. Bize verilen cevap:

''Şirket bu halde iken, iş yapamıyorken, kriz varken kalkmış vize yazısı mı istiyorsunuz? Olmaz!''

Halbuki talebimiz sadece hakkımız olan, hali hazırda yaptığımız işin kağıt üzerinde de kanıtlarıydı. Başka birşey değil. Bu da şirketin durumuyla ilgili değildi.

Sanırım insanlar gençken, 20li yaşlarında biraz daha saf ve önyargısız, daha duygusal davranıp hareket ederken yaş ilerledikçe daha bi gerçekçi olabiliyor. Deneyim dediğimiz hayatta yediğimiz kazıkların birleşim kümesi değil midir zaten?

İş hayatıyla  ilk tanıştığım zamanlar çok önce olmasına rağmen asıl profesyonel hayata girişim üniversiteden mezuniyetimden sonra oldu.

İlk başlarda şirketin işi için, iş yürüsün diye, birçok defa kendi cebimden harcadığım zaman da oldu. Telefon masraflarımı mesela, kendim veriyordum. İş için arama yapmama rağmen cepten harcamak zorunda kalıyordum. Çünkü şirket cep telefonunu ödemiyordu. Müdürler hariç. Bir de sahadaki bazı mühendisler hariç. Ben o bazı mühendislerden biri değildim. İş için arabayla bir yere gittiğimde de park ücretini cepten verirdim. 1-2 liranın hesabını yapmak istemezdim. Maksat ''iş yürüsün''dü.

Sonraları ise, başka birşeyi farkettim: Başka iş arkadaşlarım en ufak masrafını dahi talep edip alıyordu. Çok elzem olmadığı sürece cep telefonunu kullanmıyordu. 1 liralık dahi park ücretini alıyordu. Bu kişiler benden çok kazandığı halde bunu yapıyordu. Bazı şeyler kafama dank etmeye başlıyordu böylece. Budala'daki Mişkin gibi davrandığımı farkettim.

Zaman geçtikçe öğreniyordum biraz daha. Şirketimden daha zengin olmadığımı farkettim bir süre sonra. Bir süpermarketin paradan altı sıfır atılmadan önce müşterilere vermediği küsüratlardan dolayı günlük kazancının o zamanki asgari  ücretin yarısından fazla olduğunu farkettim. Buna rağmen adamlar aynı politikayla devam ediyorlardı. Bana 1-2 kuruş ödemek için bozukluğu yoktu ama o paradan ciddi anlamda kar elde ediyordu. Hem de kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan. Sormuştum o parayı çalışanlara dağıtıp dağıtmadığını orada çalışan arkadaşıma. Dağıtmıyordu. Her ay en az 10 çalışanının maaşını küsüratlardan kazanıyordu.

Çeşitli markaların alışverişler veya çeşitli çekilişlerle verdiği hediye puanlar/paralar aklıma geldi. Birçok defa o paraların kullanılmadan iptal olduğunu hatırladım. Ya da kredi kartıma 10 günde kullanılmak üzere yüklenen paraları. İptal oluyorlardı tam da son gününde. Ve kimse de itiraz etmiyordu bu duruma. ''Bedava''ya geldiği için o hediye, almasa da oluyordu insanlar. Şirket adına gayet güzel bir durum. Çünkü insanımız çok bonkör. Hakkı olan parayı kullanmaktansa zaten zengin olan şirket sahibini daha da zengin yapmayı tercih edebiliyordu.

İnsanlar kimi zaman evde, sosyal çevrelerinde bulamadıklarını işyerlerinde daha fazla zaman harcayarak, daha çok çalışarak bulmaya, böylece kendilerini kanıtlamaya çalışabiliyorlar. Akşam mesailere kalmalar, haftasonu çalışmalar, tatilde dahi çalan telefonlar da cabası. Birçoğunun derdi işini korumak ve çalışıyor olmak. Böyle olunca da sömüren patronlar daha çok sömürmek için yol buluyor.

Zaman geçiyor. Bir gün geliyor, bir departman kapanıyor. Normal şartlarda bir departman kapandığında, ya da şirkettte küçülme olduğunda, ilk başta en çok çalışanlar çıkarılıyor. Daha düne kadar en çok emek verenler, bir gün sonra ''Persona non grata'', yani ''istenmeyen insan'' ilan edilebiliyor. Tabii şirketler bu gibi ayrılmaları olabildiğince az maliyetli bitirmeyi tercih ettiği için kimi zaman tazminatsız çıkarmak için en çirkef yöntemler dahi kullanılabiliyor. Yüzmilyondolara satılmak istenen şirket 5-6 yıllık 1500 lira maaşlı çalışanına ödeyeceği 10.000 liradan kaçınabiliyor.

Çalıştığınız departmanda sizden daha az kazanan bir arkadaşınıza ufak bir zam vermektense sizi işten çıkarmayı düşünenler birkaç ay sonra siz çıkmak istediğinizde yüzünüze ''Onları yarı yolda bıraktığınızı'' söyleyebiliyorlar. ''Yahu beni çıkarmak isteyen siz değil miydiniz?'' diye soramıyor işte insan o durumda.

Zaman geçtikçe insan öğreniyor, daha az duygusal, daha çok profesyonel olmaya başlıyor. Daha sonra da işini çok sevmeyi, şirketi ile ilişkisini ise daha işveren-çalışan çerçeversinde düşünmeye başlıyor.

Tabii bu durum cumhuriyet tarihinin en büyük internet sitesi satışını yapmış olan şirket sahibinin gelirinin 27 milyon dolarını 114 çalışanına dağıtan yemeksepeti.com gibi firmalar için geçerli değil. Ya da fabrikada çalışanının kredi almasının önüne geçmek için tazminatını vererek işten çıkarıp sonradan tekrar işe alan patron için hiç değil. Ya da kalkıp da Avusturalya'dan gelip Türkiye'de müthiş derecede güvenli madencilik şirketi kurup çalışanlarının hayatını değerli kılan maden şirketi için geçerli değil.

İnsanın işini sevmesi lazımdır. Ya da başka bir deyimle mesleğini. Çünkü meslek kişiliğimizi de oluşturan en önemli parçalardan birini oluşturur. Hayatımızın önemli bir kısmında icra ettiğimiz mesleğimiz. Sevmek lazım. Fakat iş çalışılan şirkete gelince, onda duygusal davranmaya çok da gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü şirket bugün var, yarın yok. Meslek ise her daim sizinledir. 

Budala - Dostoyevski

Saint Petersburg. Dostoyevski'nin mekanı. Romanlarının hep içinde geçtiği şehir. Deli Petro'nun gözbebeği..

Gitmeden önceydi, Dostoyevski'nin bir romanını okumaya karar verişim. Çok uzun zaman olmuştu Dostoyevski okumayalı. Unutmuşum biraz tadını. O tadı damakta, insanın ruhunda güzel bir yer tutan üslubunu, anlatımını..

Annemin son senelerde okuduğu kitaplardan biriydi Budala. Zaten ilk annem önerdi Dostoyevski okumak istediğimi söylediğim zaman. Nedense Dostoyevski denince aklıma ilk Suç ve Ceza gelir. Daha sonra ise Karamazof Kardeşler. Bazı eleştirmenler Karamazof Kardeşler'in daha iyi olduğunu dahi söyler kimi zaman, Suç ve Ceza'dan. Yine de benim için Suç ve Ceza'nın yeri başkadır.

İşte öyle bir ruh halinde aldım elime Budala'yı. Delikanlı vardı bir de. İkisi de iki ciltti. Onu ablam okuyordu. Ben de bu durumda başladım Budala'ya. Budala, daha ilk sayfalarından itibaren beni bir anda içine alarak kendine çekti. Hani durmadan okumaya kalksam, arada yemek aralarını da dahil edersek, uyumadan bir de, bir günde biterdi. Belki biraz daha fazla. Çünkü Dostoyevski'nin dili bir anda insanı içine çekip götürebiliyordu. Bende biraz daha okumak için harcadığım sürenin uzaması gerektiği hissini uyandırdı. Çünkü okumak o kadar zevkli geliyordu ki bitmesini istemiyordum kitabın. Bu yüzden belki de St. Petersburg'a gittiğimde halen daha ikinci cildi bitirememiştim.

Son senelerde kitap okuma sırasında odaklanamama, dikkatimin dağılması sorunlarını sürekli yaşar olmuştum. Budala bunlara derman niteliğinde gibiydi. Budala Prens Mişkin'in yaptıkları, yaşadıkları.. Aynen Raskolnikov gibi, yine gerçek ötesi bir insan, bir kahraman yaratmıştı Dostoyevski. Aynı zamanda da gayet günlük hayatta tanıdığımız birçok insana benzeyen biri. Tüm özellikleri ile değil ama. Parça parça. Kitap hakkında biraz okuyunca, ikinci başyapıtı dendiğini de duymuş ve hak vermiştim.

Dostoyevski'nin hayatından birçok detay, kendi kişiliği, hep romanda yer alır. Bir insan düşünün. Siyasi bir suçtan dolayı tutuklanıp sonrasında mahkemeye çıkarılıyor. Verilen ceza çok ağır: İdam! Böyle bir insanın ruh halini düşünün.

 İdam hemen gerçekleşmediği için bir süre hapiste kalır. Daha sonra idam günü gelip çatar. Arkadaşlarıyla birlikte üçerli gruplar halinde idam mangasının karşısına çıkarılır. Dostoyevski son beş dakikasının kaldığını hesaplar. İki dakikası dostlarına veda etmek için. İki dakikası düşünmek için. Son bir dakikası ise sonuncu kez dünyaya bakmak için. Tüfeklerin hazırlık sesleri gelip de her an bir asır gibi geçmeye başladığı sırada bir ses duyuluyor, bir duyuru yapılır. Yüce çar affetmiştir mahkumları. 4 yıl kürek 4 yıl da askerlik cezasına çarptırılır Dostoyevski. Budala'da bunlar da yer alır, bizzat Dostoyevski'nin hayatından kesitler yani.

Prens Mişkin, toplumda tam anlamıyla budala denebilecek, fakat aynı zamanda resmi olarak da prens ünvanı taşıyan soylu bir insan. Çünkü oldukça dürüst, yalan söylemeyen, ikiyüzlü olmayan, saf bir insan. Hayatının önemli bir kısmını sara hastalığıdan dolayı yurtdışında geçirmiş, ülkesine dönen bir insan. Budala denmesinin asıl amacı budala olması değil yani.

Bir de Nastasya Filipovna var tabii ki. Argo deyişle 'hiç kimseye eyvallahı olmayan', yine Prens Mişkin gibi, gerçek ötesi bir insan, bir kadın. Kaybedeceğini bile bile yapabiliyor bazı şeyleri. Hiç sakınmadan. Kadınlığının, dillere destan güzelliğinin, baştan çıkarıcılığının, erkeklere istediğini yaptırabileceğinin farkında olan bir kadın. Dostoyevski'nin en müthiş kadın kahramanı kimilerine göre.

Verem hastası 17 yaşındaki İppolit var bir de. Hastalığından dolayı bir yandan erken olgunlaşmış, diğer taraftan da halen daha ergen olan bir genç. Neden bilmem, Dostoyevski İppolit'e söyletir prensin ''Dünyayı güzellik kurtaracak'' dediğini. 1800'lerde yaşayan bir insan düşünün. Dünyayı güzelliğin kurtaracağını düşünen hem de. Böyle biri ancak Dostoyevski olabilir tabii ki. İdamdan son anda bağışlanan bir insan. Hayatı, sağlığı bozulmuş, fakat yaşama sevinci dolu bir insan. Teknik eğitim almış, fakat edebiyatçı olmayı tercih etmiş bir insan.

Genelde Budala'dan bahsederken kitabın arkasındaki yazılar, özellikle birkaç kişiyi öldürmüş bir kişinin içinde bulunduğu koşullar ve bu durumun yarattığı baskıdan böyle cinayetleri gerçekleştirmiş olduğu ve bu yüzden de affedilmesi gerektiğinin kitabın ana konusu olduğunu yazar. Gerçekten de buna dair konuşmalar geçiyor kitapta. Kimi adamın (katilin) içinde bulunduğu durumdan dolayı suçlu olmadığını dahi söyler. Bir tartışma başlar. ''Kişinin içinde bulunduğu durum cinayet işlemesine mazeret/kılıf olabilir mi?'' Güncel olaylara dair tartışmalarla geçer kimi sayfalar. Toplum eleştirilerini buralardan okuruz. İnsan ruhunun derinliklerini ne kadar iyi anladığına dair bir kere daha emin oluruz böylece. Rus insanını anlatır, Dostoyevski, kendi insanını.

Budala, Dostoyevski'nin olmazsa olmaz okunması gereken kitaplarından. İnsanın ne kadar saf, ne kadar kalbi temiz, ne kadar affedici, ne kadar bensiz olabileceğine örnek sunar bize. İnsan olmanın da, aslında çok kolay olmadığını, bir sanat olduğunu anlatır. Aşkı anlatır bize Budala. Bir insanını aşkı için neler yapabileceğini anlatır. Aşkın karşılıksız olmasını, iki insanı sevmenin, sevebilmenin nasıl bir duygu olduğunu..

Budala aynı zamanda bir toplum eleştirisidir. İkiyüzlülüğün normal, dürüstlüğün ise budalalık olarak görüldüğü bir toplumun eleştirisi.