10 Aralık 2014 Çarşamba

Jeux d'Enfants - Çocuk Oyunu

Türkçe'ye İngilizce adı olan 'Love Me If You Dare'den 'Cesaretin Var Mı Aşka?' diye çevrilmişti. Asıl adı halbuki 'Çocuk Oyunu' idi. Ki hikayenin kurgusu ve gidişi de tamamen bunun üstüneydi. Bence yani..

İzleyenler vardır filmi. Hatta sadece izlemeyip, bayılanlar, hatta belki defalarca izleyenler de vardır. Ben sadece bir kere izlemiştim.

Yıldız'dayken, bir gün gördüğüm afişte Yapı Kredi Cep Sineması'nın detaylarına bakmıştım. Filmlerden biri de boş olduğum bir zamana denk geliyordu. Normalde duygulu filmlerden ziyade ''vurdulu kırdılı'' diye tabir ettiğimiz hareketli filmleri daha çok tercih ediyordum. O filmin hikayesinin de ne olduğunu çok anlamamıştım. Bir çift vardı, karşılıklı duran ve ellerinde birşey tutan..

Tam da buydu filmiş afişi. Ellerinde tuttukları da filmin sonuna kadar bir orada bir burada dolanacak olan oyuncaktı.. Adı üstünde zaten, ''çocuk oyunu''.. Herşey bir çocuk oyunu gibi başlamıştı. İlerlemiş, yetişkin olmaktan uzak, çocukça devam eden bir hikayeydi hepsi.. İnsan seneler sonra dahi olsa, çocukluk arkadaşıyla denk geldiğinde yine o günlere, o zamanlara döner. Herhangi bir şirketin patronu da olsa, tabii etrafta kimse yoksa, eski çocukken davrandığı gibi davranmaya başlar bir anda. Kendisi de nasıl olduğunu anlamaz bunun. Ama öyledir işte..


İşin psikolojik boyutu bir yana, aşk filmi denince, aklıma ilk gelen film olması, hem de halen daha, kesinlikle tesadüf değil..


Bu yazıyı yazmaya karar vermemdeki ana nedenlerden biri geçenlerde bir arkadaşımla konuşmam oldu. Konu Marion Cotillard'dı. Kadın oyuncular arasında kendisi için bir numara olduğunu söylemişti Marion Cotillard'ın. Ben de müthiş beğendiğimi ama bir numara olup olmama konusunda biraz düşünmem gerektiğini söylemiştim. Biraz muhabbetten sonra hemen baktık telefondan. Evliymiş. Ve tahmin edin eşi kim? : Guillaume Canet! Yani filmdeki sevgilisi. Filmi izlediğim sene 2003. Yapımı da aynı yıl. Bizimkiler ise 4 sene sonra, 2007'de evlenmişler..

Not: Yazının güncellenmiş halini www.azemalptekin.com websitemde okuyabilirsiniz :) 

9 Aralık 2014 Salı

Toplum Gelişmişliği, Kadınlar, Sigara ve Yasaklar

Sondan başlarsak Sinan Çetin'in Kağıt adlı filminden bir söz söylenebilir: Her yasak kendi isyancısını doğurur. Gerçekten de yasaklanan şey daha çekici olmuştur tüm tarih boyunca. Havva'nın yasak meyveyi  yemesi ile başlamıştır bile denebilir. Peki her yasak kötü müdür?

Sondan önceki konu sigara. Sigara bir zamanlar sağlığa faydalı olduğu bile doktorlar tarafından söylenen, halbuki günümüzde özellikle akciğer kanserinin en temel nedenlerinden biri olduğu kanıtlanmış, çağımızın en büyük zehirlerinden ve kitle imha silahlarından biri. Tabii bu sadece benim gözümde böyle değil. Sigara kullananlar dahi bunun farkında. Sadece birşeyi bilmek onu uygulamak anlamına gelmek zorunda olmadığı için onlar için de durum farkındalık ama bununla ilgili birşey yapmama durumunda şimdilik.

Baştan ikinci konu ise kadınlar. Sigara içmek bir tercih meselesidir aslında. Başlamak da öyle, bitirmek de öyle. 'Bırakamıyorum!' gibi bir yaklaşım bana ne doğru ne de gerçekçi geliyor. Genel olarak sigara içenler yerine sigara içen kadınları söylememin nedeni ise kadınların sadece kendilerine değil aynı zamanda varolan ve ileride doğacak (düşünüyorlarsa) çocuklarına olan sorumlulukları. Erkek için de benzer bir durum olsa da kadındaki kadar ciddi değildir. Bir erkek olarak sigara içen bir kadının bana hiç çekici gelmediği gibi tam tersine itici geldiğini de burada eklemem yanlış olmaz sanırım.

İlk konu toplumun gelişmişliği meselesi. Çok ciddi istatiksel verilere dayanarak söylemiyorum bunu ama gördüğüm kadarıyla toplumların gelişmişlik/eğitim oranları ile sigara tüketme oranları arasında ciddi bir bağlantı var. Burada Rusya biraz farklı bir örnek olsa da ülkenin zenginliği ve bu zenginliğin insanlara yansıması da ayrı bir faktör oluyor.

Çok fazla değişken var bu konuda. Yalnız burada asıl belirtmek istediğim sigara içenlerin çevrelerine olan duyarsızlıkları. Herkes için geçerli olmasa da gözlemlediğim kadarıyla sigara içenlerle sigara içmeyenler olarak toplumu iki kesime ayırdığımızda içmeyenlerin içenlerin içme hakkına duyduğu saygı içenlerin içmeyenlerin temiz hava soluma hakkına duyduğu saygıdan çok daha fazla olduğunu gözlemledim şimdiye kadar. Bir grup arkadaş bir yere oturacaksa çoğunlukla grupta sigara içen sayısı az dahi olsa sigara içilen yere oturma tercih edilebiliyor. Çünkü o kişi sigarasını tek başına içip sadece kendisine zarar vermeyi tercih etmek yerine arkadaşlarını da zehrine ortak edip onların yanında gönül rahatlığıyla sigarasını içiyor. İçmeyenler ise içen arkadaşını yalnız bırakmamak için genelde içenle birlikta takılıyor..

Bu yazın başında gittiğim ABD'de 10 gün içinde sadece bir kere New York'ta kaldırımda arkadaşımın arkadaşları sigara içtiler. Bir barın dışında. Onun dışında, belki de dikkat etmememden kaynaklanıyor ama, sigara içen görmedim sanırım. Bunda ABD'de kamusal ve ticari binaların (neredeyse tüm binaların yani) 7,5m yakınında sigara içmek yasak. Gerekçesi de binadaki ve kaldırımdaki insanların temiz hava soluma hakları. Tabii bizdeki gibi 30-40cm'lik kaldırımlardan ziyade çok daha geniş, kimi yerde 10m'ye yakın genişlikte kaldırımlar olduğu için orada, bu yasa sayesinde sokaktaki sigara tüketimi de ciddi anlamda az. Düşünsenize dünyanın en büyük sigara üreticilerinin ülkesinde doğru düzgün sigara içilmiyor. Almanya'da mesela, kapalı alanlarda içilmezken dışarıda her yerde insanlar, özellikle de gençler sigara içiyor.

Yazının başında belirttiğim gibi her yasak kendi isyancısını doğurur ve ben de yasakları hiç sevmem. Sigara konusunda, bunun sadece içeni değil, içmeyenleri de ciddi anlamda etkilediğini de düşünerek, sigaranın her türlü açık ya da kapalı kamusal alanda yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu yasağın uygulanması için polis teşkilatının da harekete geçirilmesi ve sigara içirmemelerinin sağlanması bence bu konuda atılabilecek en güzel adım olacaktır. Böylece sigara içenler dahil olmak üzere herkes tertemiz hava soluma şansına sahip olacaklar. Diğer açıdan da sigara içenlere bu alışkanlıklarını bırakmaları yönünde ciddi bir toplumsal baskı mekanizması oluşacak.

8 Aralık 2014 Pazartesi

José Mauro de Vasconcelos ve Bir Pazar Günü

Vasconcelos, müthiş bir yazar, evet..

 Şeker Portakalı kitabı ve filmiyle ilgili yazmıştım. Filmini çok beğenince anlatmak gerekti başkalarına da.. Ve bu yazı çıktı işte sonuçta. İzlemeyen halen daha varsa, fırsatını bulup bir şekilde izlesin derim. Film iyiydi gerçekten de.. Birkaç ufak tefek konunun güncellenmesi dışında kitaba bağlı olması en sevdiğim yanıydı filmin.



Dün ise başka birşey oldu. Sabah Açıköğretim sınavım vardı saat 09.30'da. 10.00'da da bitti zaten. Sınavdan çıkıp da eve gidince evin kapısında farkettim anahtarı yanıma almamış olduğumu. Evde de kimse olmayınca iki seçenek kalıyordu bana: Biri Karaköy'e gidip anahtarı ablamdan alıp eve dönmek ve öğleden sonraki sınava öyle girmek. İkincisi ise kardeşimin tavsiyesiyle gidip bir kitap alarak onu okuyarak bu zamanı değerlendirmek.

İnsanlar konfor alanı içinde oldukça rahattır. Ben o alanı çok severim. Fakat bazen dışına çıkmak da gerekebilir. Böyle birşey oldukça basit olmasına rağmen biraz kafamı kurcaladı ve yapmaya karar verdim. Kırtasiyeye gidip kitaplara bakınca aralarından seçmek o kadar da kolay olmadı. İstediğim birçok kitap vardı orada ama kalındı hepsi de. Elime her aldığımı diğerlerine biraz bakınca geri bırakıyordum. 15-20dk civarı sürdü bu. Kitap okumak için sürem azalıyordu bir yandan, ben de sabırsızlanıyordum. "En doğru" kitabı almam gerektiğini düşünüyordum. Orada Dostoyevski, Paulo Coelho, Tolstoy, Charles Dickens gibi çok sevdiğim yazarların kitapları arasında gidip gelirken Vasconcelos'u gördüm. O anda karar verdim ve o kitabı aldım.



Çıplak Sokak'tı kitap. Hiç duymamıştım adını. Ama yazarını biliyordum. Şeker Portakalı ile olmuştu Vasconcelos ile ilk tanışmam. Sene bilmem kaç. Bunu Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek izlemişti.. Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz okuduğum son Vasconcelos kitabı olmuştu. Hepsini de ayrı ayrı çok sevmiştim. Durum böyle olunca Vasconcelos'a karşı da farklı bir hayranlık oluşmaya başlamıştı bende. Hani bazı yazarlar vardır ya, ne yazarsa yazsın hemen o kitabı alıp okumak istersin. Dostoyevski öyle benim için. Paulo Coelho da. Victor Hugo da. Vasconcelos da yeni yeni olmuş durumda. İşte bu nedenlerden dolayı görünce Vasconcelos adını, hemen aldım kitabı daha fazla düşünmeye gerek olmadığını düşünerek..



Ataköy'e gittim ve Atrium'un dış tarafında bi kafede oturup başladım okumaya. Yine yazar kendi tarzını konuşturmuştu. Hayatın içinden, tamamen gerçekte hayatta karşılaşabileceğimiz gibi karakterlerden oluşan bir roman yazmıştı. Henüz daha çok ilerleyebildiğimi söyleyemem kitapta ama biraz ilerledikten sonra ciddi olarak hoşuma gitti.

Düşünüyorum da, hayat sanırım böyle, konfor alanımızdan çıktığımızda, daha bi güzel ve özel oluyor. Ve tüm güzelliklerini önümüze seriyor. Çok fazla düşünmeden, çok fazla irdelemeden. Sadece yaparak.

5 Aralık 2014 Cuma

Büyümek

Küçükken hep büyümek istedim.
Kendi yaşıtım kızlardan hoşlandım. Onlar da kendilerinden daha büyüklerden hoşlandı. Bense o benden büyük olan, benim hoşlandığım kızların hoşlandığı erkeklerin yaşına gelmek istedim hep.
Geldim de nitekim. O zaman bir de baktım, hepimiz birden büyümüşüz. Sadece ben değil. Biraz daha büyümek gerek o vakit.

Büyüdüm de biraz daha. Değişmedi makus talihim ama.. Ben büyüdükçe, onlar da büyüdü. Hepimiz büyüdük ve ben yalnız kalmaya devam ettim.. Arada yalnızlık bozuldu tabii ama kalıcı değil..

Okuduğum romanlarda genelde kendimden birşeyler buldum romanın kahramanında. Ana kahraman olmadığım roman hatırlamıyor gibiyim. Mesela Suç ve Ceza'da Raskolnikov oldum. Sefiller'de Jean Valjean. Şeker Portakalı'nda ise Zeze.. Zeze kadar olmasam da, onun gibiydim. Ya da Raskolnikov, ya da Jean Valjean..

Sonra izlediğim diziler var. Lost'ta yakışıklı doktor idim. How I Met Your Mother'da ise Ted. Arrow'da ise Arrow'un kendisi oldum. Big Bang Theory'de ise Leonard Hofstadter oldum.

Öyle mi böyle mi diye düşündüm çok.

"Ben hangisiyim acaba?" diye sordum kendi kendime. Cevabım çok ilginçti: Ben benim. Evet. Ben bendim, başkası değil. Tüm o kahramanlarda, kendimden büyüklerde, başrol oyuncularında kendimden birşeyler buluyordum. Afrikalı Leo'da dahi Leo olmuştum.. Nasıl olduğundan bihaber. Anladım ki, çok sonradan, ben aslında hepsiydim. Ya da onların hepsi bendi. Bazı yanlarım birinde, bazı yanlarım bir diğerindeydi. Tamamı hiçbirinde olmadı ama. Hep parça parça oldu.

Büyümek dedim. Büyümek.

İnsan sürekli büyüyormuş, sonradan öğrendim. Bunu aceleye getirmenin de çok bir anlamı olmadığını. O geleceğimiz yere zaten geleceğimizi öğrendim sonra. Ne yaparsam yapayım, sürenin daha hızlı geçmeyeceğini öğrendim.

Sonra, izafiyeti öğrendim. Einstein demiş zamanında: "Hoş bir kadının yanında oturursanız, bir saat bir dakika gibi geçer. Kor halindeki kömürün üstüne oturursanız ise bir saniye bir saat gibi geçer. İşte bu izafiyettir!". Zamanın insan icadı olduğunu, bu icadın saat kullandığını ve bizim anladığımız, hissettiğimizin dışında, sabit tempoda sürekli ilerlediğini öğrendim. İzafiyetle birleştirince bu iki bilgiyi, hayattan daha fazlayı nasıl alabileceğimi öğrendim.

Büyüdüm de büyüdüm. Büyümem bir türlü durmadı. Durmayacak da anladığım kadarıyla. Tabii bu daha fazla uzayacağım anlamına gelmiyor ne yazık ki. Sadece bilgi, beceri gibi konularda büyümeye devam edeceğim. Tabii istersem. Yoksa büyüyen sadece takvim yaşım olacak. Bir gün gelecek, 75 yaşında tek yaşayan bir kadın "İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!" derken ben bunu 100 yaşımda ve çift başıma söyleyeceğim.

3 Aralık 2014 Çarşamba

İnsan Olmak! Mümkün mü?

İnsan olmak. Sadece insan olmak ama. Mümkün müdür? Bundan beşbin yıl önce bu soru sorulsa belki evet olabilirdi. Lakin günümüzde bu ne yazık ki imkansızlaştı. Aslında imkansızlaşmadan ziyade biz öyle olmasını istemiyoruz belki de.

Aile ağacı gibi düşünürsek, en üstte canlılar ve cansızlar diye başlayalım.

Canlıları insan, hayvan ve bitki olarak ayırabiliriz. Hayvanlar ve bitkilerde yaptığımız çeşitli gruplamalar var. Yalnız bu gruplamaların ana nedeni bizim onları daha iyi anlayabilmemiz aslında. Onlar kendi aralarında zaten yaşayıp gidiyorlar bir şekilde. İnsanları ise illaki ayıracaksak ilk olarak erkek ve kadın diye ayırabiliriz sanırım. 

Kadın-erkek ayrımından sonra yaşlarına göre ayırmak mümkündür insanları. Bebek, çocuk, genç, orta yaşlı, yaşlı gibi de ayrılabilir insanlar..  Hemen öncesinde de evli-bekar diye erkek-kadın ayrımı kadar büyük iki grup oluşturabiliriz.

Sonraki büyük aile ne peki? Tabii ki dinler. Temel olarak en yaygınlarından bahsedecek olursak insanların ikinci ayrılma noktası dinler Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu inançlar ile Ateistler, Deistler gibi kısmen inanan ve inanmayanlar var.

Ondan sonra gelen büyük aile ne? Irklar tabii ki. Bildiğimiz siyah tenli, sarı tenli ve beyaz tenliden ziyade Australoid, Negroid, Mongoloid, Nordik, Akdeniz Grubu ve Alpin Tip gibi gruplara ayrılıyorlarmış. İskelet ve kafa tiplerine göre de farklı ayrılmalar var.

Milletler var, Türk, Kürt, Alman, İngiliz, Fransız, Çinli, Japon vb. Kimi çok büyük, kimisi nispeten küçük, kimisi ise gerçekten çok az insandan oluşanlar..

Peki daha sonra? Meslekler mesela? Klasik sıralamayla doktorlar, mühendisler, öğretmenler, avukatlar diye başlayan sayısız meslek var.

Bunun gibi daha da ayırmaya devam edebiliriz insanları. Belki bu ayrımların alt gruplarını yazabiliriz. Temel anlamda dinlerin alt mezhepleri olabilir ilk başta. ABD'de Connecticut Üniversitesi'nin bahçesinde yan yana sıralanmış Hristiyanlık mezheplerinin sayısı sanırım ondan fazlaydı. Diğer dinlerde de çok fazla mezhepleşmeler var. Kimisi aynı dine temelde inanmasına rağmen diğer mezheptekini dinsiz dahi ilan edebiliyor.

Çok fazla yöntem var insanları ayırmak için. Sokakta gezip "Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" diye sorsak ne gibi cevaplar gelir acaba? Sosyal medyada görüyorum. Instagram'da mesela, insanlar kendilerini tanıtan özelliklerini yazıyor. Meslek, yaş, hobiler vs. Kimi gruplar kendilerini dinleriyle tanımlamayı tercih edebiliyorlar. Mesela Hristiyan Demokratlar, Müslüman Kadınlar gibi..

Halbuki bunların hepsi insan.Hepimiz insanız yani sonuçta. Bu yazıyı okuyabilen, aklı olan canlı türüne verilen ad yani. Peki tüm bu yukarıda sıraladığım kimliklerimizden sıyrılıp sadece insan olamaz mıyız? Yani ben mesela, sadece Azem olamaz mıyım? Aile kimliğimden de sıyrılıp.. Sadece bana ait olan olamaz mıyım?

Olunabilir pekala. Fakat mesele olmak isteyip istemediğimizde. Geçmişten bu yana insanlar hep bir gruba ait olma çabasına girmişler. Bir yere aitlik hissetmeye çalışmışlar, ait oldukları aile/kabile/millet için savaşmış, bazen bu uğurda ölmüşler. Bense sadece ben olabilmeyi istiyorum. Tüm alt kimliklerimden bağımsız olarak. Böylece aramızda diğer insanlarla gerçekten de fark olmadığını görebiliriz.

Savaşlar var ya, işte savaşların da en büyük nedeni yukarıda belirttiğim ayrımlardan bir ya da birkaçı. İsrail-Filistin mesela. Din savaşı. Haçlı savaşları, din savaşı. Emeviler'den başlayarak gelen, Osmanlı ile doruk noktasına ulaşan savaşların birçoğu din yayma adına yapılan savaşlar.. En azından görünen kısmı. İrlanda'nın kuzeyi ve güneyi arasındaki savaş, din savaşı. Fransa-İngiltere arasındaki savaşlar, kısmen milliyet, kısmen de din savaşı.. Hitler'in yayılma için yaptığı savaşlar, Alman milleti için yapılmış savaşlar.. ABD'de halen daha siyahların maruz kaldığı muameleler ve ayrımcılık, ırk savaşı.. Daha çok uzatılabilir bu liste. Erica Jong'un "Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı şeytan adına işlenenlerden çok fazladır!"sözü de konunun din boyutuyla ilgili önemli bir soruna işaret ediyor.

Yani bizim ayırıp birbirimizle savaşmamıza neden olacak, olabilecek pek çok neden olabilir. Birleştiren ise sadece birşey var, herşeyin üstünde. O da insan olmak! Bence iyisi mi biz herşey olmayı bırakıp insan olalım. Kökenimize dönelim. Ondan sonrası zaten kolay. Çünkü tüm farklılıklar ortadan kalkıyor orada.  Herkes aynı ve eşit oluyor..

Mesele de aslında diğer kimliklerimiz değil. İnsan olmadan, olamadan, diğerleri olmaya çalışıyoruz. O zaman işte, birşeyler eksik kalıyor.. 

2 Aralık 2014 Salı

Elektrik Hayattır

Gerçekten de elektrik hayattır.

Elektrikte 50Hz'in ne olduğunu pek bilmez. Alternatif akımın, yani kullandığımız elektrik akımının frekansıdır 50 Hertz. Sinüs eğrisini düşünürsek 1 ile -1 arasında bir saniyede 50 kere gidiş geliş demektir bir diğer deyişle.


İşte aynen yandaki gibi. Bir inip bir kalkar. 1 ile -1 arasında değildir bu sadece. Ama bildiğimiz sinüs eğrisi..

Hayat da buna benziyor. Sürekli bi iniş çıkışlar var. Hiçbir şey sürekli iyiye ya da kötüye gitmez. Tabii buradaki gibi çok keskin ve düzenli olmaz hayattaki iniş çıkışlar ama yine de benzerdir. Bir iner bir çıkarız.

Bazen ruhumuz da bu tempoya ayak uydurur. Mevsimler değişirken bizim ruh durumumuz da değişkenlik gösterir. Sonbahar geline sıfırın altlarında dolanırız. Bunun bir nedeni de düşük hava basıncıdır aslında ama biz ruhumuzda hissederiz bunu. Düşer tempomuz. Düşer kimi zaman moralimiz biz anlamadan.. Sonra kışla birlikte daha da aşağılara inebilir. Sinüs eğrisinin diplerine kadar yolu var yani.

Tramboline binen vardır. En azından çocukları görürsünüz trambolinden zıplarken. Trambolin de sinüs eğrisine benzer hayat gibi. En alta kadar inmeden en üste, en yukarıya çıkamazsınız. Yani inmenin de bir sınırı var. ''Kestirmeden yukarıya döneyim'' demekle olmuyor. Ciddi ciddi dibi görmek lazım ki yukarı çıkışımız şahane olsun.

İlkbaharla birlikte işte, tekrar yukarı çıkış başlar. Yazın başı gibi sıfır seviyesini görmüş ve daha da yukarı doğru ilerliyoruzdur artık. Yazın sonuna kadar da bu böyle gider. Moralimiz de sıcaklıklarla paralel şekilde artar da artar. Belki de bu yüzdendir Ağustos ayının en sıcak, Şubat'ın ise en soğuk ay olması..

Sonra devam işte.. Aynen hayat gibi. İniş çıkışlarla dolu bir hayat..

Kimi zaman da bu iniş çıkışlar müthiş hızlı olabilir. Bir an çok iyi hissederken, bir an çok kötü hissedebiliriz. Hemen sonra bi daha çok iyi olur durum. Yani 50Hz'e geri dönüş bir bakıma. Sık aralıklarla iniş çıkışlar..

Demem o ki, elektrik gerçekten de hayattır..