24 Mart 2014 Pazartesi

Dubai ve Kadınlar

Bu seferki konumuz Dubai ve Kadınlar.

Dubai'de kadınlar nasıl giyinir? Neler yaparlar? Nasıl zaman geçirirler?

Dubai bir kere hemen her insan için güvenli. Nedeni ise çok basit. Yüzbinlerce insan, iş ve para için orada. Hemen herkes çalışma vizesi ile orada bulunduğu ve en ufak bir aksi durumda ülkesine gönderilmesi söz konusu olduğu için, suç oranı da oldukça düşük.

Dubai, bana göre, dünya üzerinde kadınların en güvenli oldukları şehirlerden biri. Bunun tabii ki çok sağlam temelleri var. Herkesin ortak amacı var: Para kazanmak. Bu amaç için özellikle Hindistan'dan gelen işçiler kendilerine aracı olacak ajanslara, insan tacirlerine, birkaç bin dolar ödemeyi göze almak durumunda kalıyor. Bunun için tarlasını, toprağını, hatta evini bile satanlar var. Gelen göçmenlerin yarısından fazlası zaten Hindistan, Pakistan, Filipinler, Nepal, Vietnam, Bangladeş gibi Asya ve Uzak Doğu ülkelerinden geliyor. Bu insanlar için Dubai'ye ya da benzer körfez ülkelerine gelmek bir anlamda kurtuluş gibi. Zaten birçoğu zaten senede ancak bir kere ülkelerine gidebiliyor. Kazandıkları paranın büyük kısmını doğrudan belli periyotlarla ülkelerine gönderiyorlar. İnsanlar onca parayı verip onca yolu geldikten sonra suç işlemeyi aklının ucundan bile geçirmiyor çoğunlukla. Çünkü yanlış bir hareketi işini kaybetmesine yol açabilir.

Bunların dışında bir de beyaz kadın ticareti oldukça yaygın. Memleketin hemen her tarafında, özellikle oteller bünyesindeki gece kulüpleri ve barlar bu iş için kullanılıyor. Bu iş için kullanılan yerler genel anlamda belli olduğu için bilinen gece kulüplerine gidilmedikçe sorun olacak bir durum olmuyor. Ayrıca genel anlamda erkekler hayır dendiğinde aşırı ısrarcı olmadıkları için yine de kadınlar rahat ediyor buralarda da.

Kıyafet olarak şimdiye kadar gezdiğim şehirler arasında en açık giyinenleri Dubai'de gördüm desem sanırım yanlış konuşmuş olmam. İster gece ister gündüz kadınlar oldukça rahat kıyafetlerle istedikleri gibi giyinebiliyor. Yılın yarısından fazlasında oldukça sıcak olan bir memlekette zaten diğer türlüsü cidden zor olabilir. Gerçi bir dönem tanıdığım Avusturalyalı bir arkadaşıma eteği dizin hemen üstünde olduğu için uyarı yapılmıştı ama bu uyarı doğrudan herhangi bir yaptırım şeklinde değil, sadece sözlü bir uyarı şeklinde olmuştu. Hatta omuzların da açık olmaması gerektiği, kolsuz değil, kısa kollu üstler tercih etmesi söylenmişti. Bunu sadece bir kere duyduğum için ve hiç denk gelmediğim için çok da dikkate almadım. Tabii yine de dikkate alınmalı.

Sene boyunca sadece Ramazan ayı boyunca hayat biraz daha değişiyor. Gündüz dışarıda yemek yiyemiyorsunuz mesela. Kıyafetler konusunda da biraz daha katı bir tavır sergileniyor. Daha mazbut ve dikkatli giyinmek öneriliyor ve tercih ediliyor. Mazbut derken kastım tüm teni saklayan kıyafetler değil tabii ki. Sadece kısa kollu ve olabildiğince diz seviyesinin altında etekler ya da pantalonlar tercih ediliyor bu dönemde.

Kadınların nasıl zaman geçirdikleri ve neler yaptıklarına gelince, herkes gibi demem yeterli sanırım. Alışveriş yapmak, arkadaşlarla takılmak gibi faaliyetler kabaca. Araba kullanmak Suudi Arabistan'da kadınlar için yasak olmasına rağmen Dubai'de kadın taksi şöförleri bile var. Pink Taxi adı altında çalışıyorlar.

Bir Arap memleketi olan Dubai'deki kadınların bu durumu beni de ciddi olarak şaşırtmış olmakla birlikte özellikle öğretmenlik ve satış gibi alanlarda kadınların ağırlıklı olarak çalışması sanırım buraya göç konusunda en önemli tercih noktalarından biri haline gelmiş bu memleket.

Bu arada ufak bir not: Dubai'nin nüfusunun yaklaşık dörtte biri kadın. İşçilerin çok sayıda olması ve nispeten izole bir hayat sürmesinden dolayı günlük hayatta bu fark o kadar gözle görünür oranda değil.

Son olarak, tavsiye eder miyim? Kesinlikle evet.

19 Mart 2014 Çarşamba

Müthiş Zamanlar..



Müthiş bir zamanda yaşıyoruz. Gündelik hayat o kadar yoğun şiddet içeriyor ki, etkilenmemek ya da bir parçası olmadan uzağında durmak ne mümkün. Bir yandan toplumun liderliğine soyunmuş partilerin başkanları her gün birbirlerine etmedik hakaret bırakmıyor. Diğer yandan hoşgörü dini dediğimiz İslam'a inanan insanların toplam nüfusun %99,9'unu oluşturduğunu söylenmesine rağmen insanlar ne yolda birbirine yol veriyor, ne de birbirine tahammül ediyor tartışmalarda. Toplum alabildiğine kutuplaşmış. Daha da kutuplaşmaya devam ediyor.

Başlarken müthiş bir zamanda yaşıyoruz dedim. Aslında müthiş negatif anlamda kullanılmaz. Yalnız bazılarının tarifine göre olumlu anlamda da yaşıyoruz müthişi. Neden hep kötü niyetli dış mihraklar nedense.

Gerçek olan birşey varsa o da çok azımızın mutlu olduğu. Gerçek anlamda mutlu olduğu ama.

Peki bunu böyle negatif bir mesaj vermek için mi yazıyorum. Hayır! Tam tersine. Bazı şeylerin farkına vararak hayata devam etmek lazım sadece.

Bu video ise başka bir dünyayı anlatıyor. Dikkatle izlemek lazım. If you give a little love, you can get a little love of your own; yani 'Eğer biraz sevgi verirsen, sen de kendine biraz sevgi alabilirsin.'

İnsanların birbirlerine yardım etmesini, başkalarının birbirlerine yardım ettiklerini görerek kendilerine örnek almaları, bunun domino etkisi ile artarak çoğalmasını ve güzel bir dünyayı anlatıyor. Bunun için çok da fazla birşey yapmaya gerek yok. İnsanlara güler yüzümüzü göstermek bile yeterli olabilir. Araç park ederken başkasının hakkını/yolunu kapatmadığımızdan emin olmak, yolda yürürken insanların geçmesine engel olmamak, onlara çarpmamak, özellikle tek çocuklar  ya da yaşlılar karşıdan karşıya geçerken yardımcı olmak, karşımızda konuştuğumuz kişinin söylediklerini cevap vermek amaçlı değil, anlamak amaçlı dinlemek, her fikirden insanın görüşüne - bu görüş şiddet içermediği sürece - saygı göstermek, çevremizdekilere, herkese nazik davranmak... Liste daha uzayıp gidebilir. Ana amaç belli ama, ortak mutluluk için, herkesin mutluluğu için çalışmak..


15 Mart 2014 Cumartesi

Kaldırımların Medeniyetle İlişkisi

Başlık ilginç gibi. Değil mi?
Birçok insan buna ''Ne alakası var kaldırımla medeniyetin?'' gibi yaklaşabilir konuya. Biraz, sadece biraz, düşününce bile ne kadar alakalı olduğunu anlayabiliriz. Ülkelerin gelişimiş olup olmadıkları bile kaldırımlarının kullanım şekillerinden, kimler tarafından, nasıl kullandıkları ile anlaşılabilir.

Bunun için batılı dediğimiz başta Avrupa ülkeleri ile doğulu dediğimiz ülkemiz gibi nispeten daha geri kalmış ülkelerdeki durumu gözlemlersek çok rahat sonuca ulaşabiliriz.

Sokağında kaldırıma araç park edilmeyen kaç kişi var? Ya da kaldırıma tezgahını açmayan market kaç sokakta mevcut? Ya da kaldırımınızın eni kaç metre? Kullanılabilir kısmından söz ediyorum tabii ki, tam genişlikten değil. Peki ya sokağında kaldırım bulunmayan kaç kişi? Kaldırımında bisiklet yolu olan var mı?

Tabii ki bununla ilgili standartlar mevcut. TSE'nin standardı 2012 yılının sonuna doğru çıkmış. 225cm olması gerekiyor en dar kaldırımın eni. Uygulaması var mı? Yeni açılan AVM'lerin çevrelerinde, inşaatı biten binalarda, en gelişmiş diyebileceğimiz Beşiktaş ilçesinde bile uygulama çok kötü durumda. Geçtiğimiz günlerde Etiler tarafında yürüyüş yaparken farkettim. Birçok yerde kaldırım ya çok dar, ya kaldırımın ortasından ağaç geçiyor ve kaldırım namına birşey kalmıyor, ya da kaldırıma araç park etmiş. Evlerin büyük kısmı gördüğüm kadarıyla şirketlere ait. Önlerindeki kaldırıma da sayısız araç park etmiş. Burası mı İstanbul'un en gelişmiş bölgelerinden biri?

Dünyada ise, özellikle gelişmiş ülkelere dikkat ettiğinizde bu gibi konulara ciddi olarak önem verildiği görülebilir. Mesela Avrupa ülkelerinin birçoğunda kaldırımın yola en yakın kısmı ya da yolun kaldırıma en yakın kısmı bisikletlilere, hatta bebek araçlarına ayrılmıştır. Ve daha da önemlisi kaldırım vardır ve geniştir. Çok nadirdir mağazaların tezgahlarının kaldırıma konması. Konsa da mağaza duvarına dayanır tezgah ve az yer kaplar.

Bunları niye anlatıyorum? Konu niye bu kadar önemli? Hele de medeniyetle bağlantı kurulacak kadar? Nedeni aslında çok basit. Kaldırıma önem vermek insana önem vermekle doğrudan bağlantılı. Trafik sorununun da kaynağı. Çünkü araçlar kaldırıma park edip, tezgahlar kaldırımda açıldığında insanlara yürüyecek yer sadece yol kalıyor. Yolda insanlar yürüyünce de araçlar ilerleyemiyor ve trafik tıkanıyor. Çok basit, değil mi? Kaldırıma önem vermeyince, insana da önem vermemiş oluyorsun.

Birçok yerde kaldırım genişse belediye bu kaldırımı ya oradaki dükkanlara, ya lokanta işleten yerlere işgaliye ücreti adı altında bir bedel ile kiralıyor. Bir de tabii kaldırımın daraldığı, araçların parkı için ayrılan yerler var. Oraları da düşününce kaldırımdan eser kalmıyor.

Diğer bir konu da binaların bitimi ile kaldırımın başlangıcının aynı olması, hemen bir kat yukarıda ise binanın kaldırımın üstüne gelecek şekilde dışa açılması var. Yani evindeysen, araba kullanıyorsan, dükkan/market/lokanta gibi işletme sahibiysen, kaldırım senindir. Yayaysan da yollar senindir.

Kaldırımların bizim, yayaların olmasıyla ilgili bir tepki şimdiye kadar gösterildi mi? Bilgim dahilinde hayır. Sadece Taksim Asmalı Mescit'te mekanların yol kenarlarındaki masalarının kaldırılması sonucu yükselen bir tepki vardı. Bu da oradan geçmek isteyen insanların tepkisinden ziyade mekanların örgütlediği, masaları yine yola koymaya yönelik istekten kaynaklanıyordu. Cuma-Cumartesi akşamları oradan geçmek için oturan insanlara çarpmamak imkansız gibi ama tepki gösterilen bu değil ne yazık ki. Belediyenin istediği ise işgaliye ücreti verilmemesiydi. Kaldırımın işgal edilmesi değil. Yani sonuçta asıl mesele insanların kullanacağı kaldırımlar değil, birilerinin kazancıydı.

İnsan olarak önce kendi hakkımızı aradığımız zaman, devlet insan odaklı çalıştığı zaman, bu gibi oldukça basit konular hakkında düşünmeye de tartışmaya da gerek kalmacak.. Umudum mu? Bu konuda pek yok açıkcası..

Seçimler ve Kimlikler

Önceki akşamdı. Kardeşimle yolda yürürken aklıma geldi twitter'daki kendini tanımlama kısmına yazdıkları. Başladık konuşmaya. Kendi tanımlamamı anlattım. Kısa, öz. Sadece kendi tercihlerimden kaynaklanan sıfatları kullanmıştım. Mesleğim örneğin. Gönüllülük. Liderlik. Hobilerim. Başka birşey değil.

Bizi tanımlayan kelimelerden, sıfatlardan, bazıları bizim seçimimiz, bazıları ise bizimle birlikte doğuştan geliyor.
Doğuştan gelen konularla ilgili elimizden çok birşey gelmez:
Mesela insan ırkını değiştirebilir mi? Hayır.
Peki ana dilini değiştirebilir mi? Hayır.
Peki ailesini değiştirebilir mi? Hayır.
Doğum yerini değiştirebilir mi? Hayır. 
Peki ten rengini değiştirebilir mi? Aslında hayır ama Michael Jackson bununla ilgili çok uğraştı. Az da olsa başarılı oldu. Bu yüzden kesin yorum yapmamak lazım sanırım. 
Peki dinini değiştirebilir mi? Büyük oranda Hayır. Ama değiştiği de olabiliyor. Çok büyük oranda insanlar doğuştan gelen dinleri ile kendilerini tanımlamakta ve dinlerini değiştirmemektedir. Bu konuda herhangi bir istatistik bulamamama rağmen edindiğim bilgiler yüzde birin çok altında olduğunu gösteriyor oranların.

Bu gibi nedenlerden dolayı insanın kendisini bu gibi bilgilerle tanımlamaları bana doğru gelmiyor. Nedeni ise bunların doğuştan gelmeleri ve bizim bunları değiştirmek konusunda elimizden birşey gelmemesi sadece.

Bir de seçimimiz olan konular var. Onları biz belirliyor ve istediğimiz zaman biz değiştiriyoruz. Büyük oranda kimse karşı çıkamıyor bunlara.
Örnek olarak meslek. İnsan mesleğini değiştirebilir mi? Evet.
Başka peki? Anne/baba olmak. Bunu biz belirleyebiliyor muyuz?  Evet.
Yaşadığımız şehir peki? Evet.
Hobilerimiz, siyasi görüşlerimiz vb. Evet.
Bunların hepsini büyük ölçüde biz belirleyebiliyoruz. Kendimiz seçiyoruz yani. Burada önemli olan bunların bizimle birlikte doğuştan gelmemesi. Zamanla belirleyebilme, seçebilme şansımız.
İyi ya da kötü olmak da bir seçimdir. Geçmişte yaşadıklarımızın bunda etkisi tabii ki çok var. Yalnız doğuştan gelen şeyler değil bunlar. Biz seçebiliyoruz iyi ya da kötü olmayı. 

Son olarak kardeşime söylediğim önemli birşey vardı. Seçemediğin sıfatların seni belirlemesine, seni tanımlamasına izin verme. Seni tanımlayan bilgiler senin seçtiklerin, senin tercihlerin olmalı. Doğuştan gelenler değil.

13 Mart 2014 Perşembe

Yalnızlık

Bazen tek başınasındır.
Tüm etrafındaki onlarca,
belki de yüzlerce insana rağmen hem de,
Tek başınasındır.

Yalnız değilsindir birçoklarına göre.
Tek başına değilsindir.
Hatta tam tersine çok sosyalsindir.
Aşırı sosyal belki de.

Belki de bu sadece görünendir.
Buzdağının görünen kısmı gibi,
kimseye göstermediğin,
daha derin bir kısmı da vardır görünenin.
Daha derin ve daha büyük.

İlk anda, acil durumda, arayabileceğin insanların listesini sorsalar mesela,
ailen dışında yoktur belki de verecek isim.
Teksindir çünkü,
tek başınasındır.
Ve bunu sadece sen bilirsin... 

Sonra bir gün gelir.
Girer biri hayatına.
Kapıyı bile çalmadan hem de.
Farkına bile varmadan.
Ne olduğunu bile anlamadan.
Bir de bakmışsın, orada o,
orada işte..
Gelmiş,
seni izliyor muzır muzır gülümseyerek..

Sanki hiç tek başına kalan,
tek hisseden,
yalnız,
zorda kaldığında arayacak arkadaşı bile olmayan,
sen değilsindir.


Gerçekten de hissedersin bunu.
Çünkü hayatındaki tüm boşlukları doldurur varlığıyla.
İhtiyaç duymazsın bir başkasına.
Hatta belki de ailene bile.
En yakınım dediklerine bile.

'Hayatım' deriz ya bazen sevdiğimize,
öyle bir şey işte.
Hayatımız olur yeni gelen.
Hoş gelmiş,
sefa getirmiştir.
İstediği kadar kalabilir.
Hatta, dilerse tabii, sonsuza kadar bile,
kalabilir.

Kalır da,
uzuun bir süre hem de.
herşeyin olur.
Sinemaya onunla gidersin,
tiyatroya onunla.
Tatile onunla çıkarsın,
yürüyüşe onunla.
Öyle ki, berbere bile onunla gidersin bazen,
ya da gitmek istersin..

Ayrılamazsın ondan,
istemezsin bir anlığına bile,
ondan ayrı olmayı.
Her an seninle olsun istersin,
her an yanında,
içinde,
ruhunda..

Artık bir olmuşsunuzdur çünkü.
Tek olmuşsunuzdur.
İki ayrı beden,
tek ruh..

Yalnız hayatta, nedense, hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor.
Bir gün geliyor,
geldiği gibi gidiyor.
Geldiği yere mi
yoksa başka bir yere mi
yoksa cennete mi?
Kimseye bir haber vermeden hem de
gidebiliyor...

Bize kalan ise, 'İyi ki gelmiştin' demek oluyor..

11 Mart 2014 Salı

Berkin Elvan artık yok..

Evet, Berkin Elvan artık yok. Umut da onunla birlikte gitti..
15 yaşına hastanede, komada girmişti.. Zaten hepi topu 45 kiloydu. Ondan da 16 kiloya kadar düşmüştü. Kalmamıştı pek birşey bedeninden aslında. Umut hep vardı, onunla birlikteydi. İlk defa milyonlarca insan arkasındaydı ve bir çocuk için dua ediyordu. En solcusundan en sağcısına herkes dua ediyordu. İlk defa devlet/hükümet toplumun neredeyse bütün kesimleri için düşman olmuştu.
Başbakan çıkıp Suriyeli, Mısırlı çocuklar için ağlıyordu, dua ediyordu. Bir kere bile aklından geçmiş miydi acaba öldürdüğü Berkin? Pek zannetmiyorum.
Tek günahı sabah sabah, çatışmaların ortasında evinden ekmek almak için dışarı çıkmasıydı. Başka birşey değil. Gösteriye katılmamış, çatışmamıştı polisle. Ki yapsa dahi öldürülmesi için bir neden olabilir miydi?
Bir çocuk yahu! Ondördünde bir çocuktu o. Evine kahvaltı için ekmek alacaktı.
Emniyet orada hangi polislerin olduğunu bilmiyor. TİM şefinin orada kimlerin olduğundan haberi yok. Toplu hafıza kaybına uğramışlar.
Şimdi onlarca "keşke" ile başlayan cümle kurabilirim ama bunlar birşeyi değiştirir mi? Berkin geri gelir mi? Ne yazık ki cevap koskoca bir "hayır".Yaşanmıyor "keşke"lerle. Yoruyor insanı çünkü o kadar keşke demek.
Cumhurun başı dün aradı babasını. Babasının tek istediği hastane önünde polisin yaptığı baskının ve gaz bombalarının kaldırılmasıydı sadece. O bile olmadı.
Aciz bir milletiz, aciz. Kendimizden başkasını düşünmeyen, başımıza gelmedikçe hiçbir şeyin umrumuzda olmadığı, böyle şeylerin hep başkalarının başına geldiğini düşünen bir millet.
En çok bir şeye üzülüyorum. Haziran 2013'ten bu yana çok şey değişti. İnsanlar polisin ve devletin asıl yüzünü gördüler. Terörü asıl yaratanı gördüler. Yalnız 20 gün sonra yerel seçimler, Ağustos'ta da cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak. Üzüldüğüm şey ise insanların, halkımızın o zamana kadar tüm bu olanları unutacağına inanmam. Bir kesim unutmayacak, ama zaten onlar hiç unutmuyor.
Berkin de ne yazık ki yitenlerden biri kalacak.. Keşke öyle olmayacak olsaydı..
Kelimeler.. Kelimeler artık boş ve gereksiz.. 

5 Mart 2014 Çarşamba

Tangoya Başlangıcım

Senelerden bir sene..

Salsa dersine gitmiştim. Dersin bitiminde normalde yapmadığım birşeyi yaptım, biraz daha kaldım. Bir bira içip oturdum barda. Bar ile sahne mekanın ortasında arka arkaya duruyordu. Pist de sahnenin önündeydi.

Yarım saat kadar sonra bir de baktım ders yaptığımız yerde yeni bir grup toplanmıştı. Ben de o tarafa döndüm içkimi alarak. Sonraki bir saat boyunca tango dersi olduğunu öğrendim. Kafamda başlama planı vardı ama yakın bir gelecekte değil. İzledim dersin tamamını. Sonradan öğrendiğim kadarıyla başlangıç denebilecek seviyede öğreniyorlardı. Eğitmen Avrupalı olduğunu tahmin ettiğim güzel bir kadındı. Kıyafeti ise daha çok İspanyollar gibi gelmişti o anda bana.

Ders başladı ve bir saat kadar devam etti. Sonradan çok düşündüm o anda derse başlamalı mıydım diye. Tabii haberim olmadığından başlamamıştım. Meğerse her derse yeni insanlar da katılabildiği için sürekli başlangıç hareketlerini, yürüme, dönüşler ve pivotları öğretiyorlarmış. Sonradan öğrendim tüm bunları.

Ders bitiminde biraz daha kalıp derse katılanlarla ve eğitmenle konuşmak istiyordum. Sonlara doğru, adının Richard Garcia olduğunu öğrendiğim ve sonradan benim ilk tango hocam olacak kişi geldi. Ders bittikten sonra ışıklar kısıldı. İçerisi oldukça loş bir ışık altındaydı. Müziğin hangisi olduğunu hatırlamıyorum ne yazık ki. Hatırladığım çok yavaş ve sakin bir tango parçasının çaldığıydı. Richard görüntü itibariyle tam bir tango erkeğiydi. Dik duruşu, bakışları, belden hafif geniş gibi ama paçaları nispeten dar sayılabilecek kumaş pantalonu ve dar gömleğiyle, kadını kollarında sarması ve hareketleri ile tam bir tango erkeği görüntüsü veriyordu.

Adını bilmediğim kadın ise ilk bakışta biraz daha flamenko yapan kadınlar gibi giyinmişti. Tek farkı eteğinin nispeten sade sayılabilecek hafif desenleriydi. Eteği ayak bileği seviyesinde ve oldukça genişti. Üstünde ise siyah renkli rahat bir bluz vardı. Saçları upuzun ve çok güzel olmasına rağmen arkada toplanmıştı. Ders sırasında ayaklarının görünmesi için sık sık eteğini kaldırıyordu diz seviyesine kadar. Görüntü itibariyle oldukça etkileyiciydi yani..

Ve dans başladı. Hepi topu bir şarkı. Işıklar loş, müzik yavaş, ritim yavaş, ortamda başka hiçbir ses yok. Kapalı tutuşta dans ettiler. Üst beden sürekli temas halinde yani. Kadının kafası hafif sola doğru dönük, biraz aşağı eğilmiş ve erkeğin kafasının yanındaydı. Bir şarkılık dans boyunca o gözler bir kere olsun açılmadı. Güven ve sorumluluk vardı işin içinde. Kendini tamamen erkeğin kollarına bırakmış, erkek nereye yönlendirse, nasıl enerjiler veriyorsa karşılık veriyordu. Zaten erkek de sert denebileceğik duruş ve bakışlarıyla 'Bu işi biliyorum ben' diyor gibiydi. Dans ettiler. Bir şarkı boyunca. Belkide ilk defa bir şarkının bitmesini istememiştim. Dans ediyorlardı. Danslarının içinde ne atma-tutmalar, ne abartı seviyede hızlı hareketler, ne de çok fazla figür vardı. Tek yaptıkları basit bir şekilde yürüyerek müziğe eşlik etmekti. Onu da mükemmel derecede güzel yaptılar. Müzik bazen biraz hızlanıyor, sonra tekrar yavaşlıyordu. Onlar ise müziğe kendilerini bırakmış, danslarına odaklanmışlardı. Birkaç yerde kapalı tutuştan ayrılıp tekrar birleştiler. Kadının gözleri bir an için olsa da açılmadı. Müziğin sonuna gelindiğinde ise erkek birkaç biraz gösterişli hareket yaparak pozlarını verip dansı bitirdi. Belki de şimdilerde her dansın sonunda poz vermeye çalışmamın arka planında da bu yatıyordur. Kim bilir?

Dans bitti. Ben ise halen daha etkisinden kurtulamamıştım. Müthiş derecede etkilemişti bu dans beni. Sonraki senelerde, şimdiye kadar, o kadar etkileyici bir dans daha izlemedim.

Dans sonunda gidip eğitmen kadınla konuştum ve her hafta Pazar günü o saatlerde yapıldığını öğrendim kursun. Sonraki birkaç hafta gitmeme rağmen bir türlü denk gelemedik. Hep bir aksilik çıkıyordu. Ya hastalanıyor, ya da başka bir işi çıkıyor ya da şehir dışında oluyordu. Bir hafta da benim işim çıkmış, o hafta ders olmuştu. Yalnız son ders. Yani oradan hiç ders almadım. Birkaç hafta sonra ise o gün orada gördüğüm Richard Garcia'dan ders almaya başlamıştım.




Tango - 2

Tango hayat gibidir aslında.
Nasıl hayatın ritmi içinde birşeyler yapmaya çalışırsın, tangoda da müziğin ritmi eşliğinde yaparsın aynı şeyleri...
Nasıl hayatın ritmi dışına çıkarsan işler karışabilirse tangoda da öyledir.
Dans ederken müziğin seni yönlendirmesine izin verirsin.
Bırakırsın müzik söylesin nasıl adım atacağını.
Nereye adım atacağını.
Adımının ne kadar uzun ya da ne kadar kısa olacağını.
Adımlar arasında uzun beklemelerin olacağını.
Ya da çok hızlı adımların birbirini takip edeceğini.
Bir hızlanıp bir yavaşlaman gerektiğini de müzik söyler.
Hepsi parçasıdır tangonun.
Birbirinin devamıdır hepsi.
İleri doğru bir adım atarsın.
Beklersin müziğin beklediği gibi.
Sonra ilerlersin.
Birden geri dönersin, müzik öyle demiştir çünkü.
Dönersin etrafında.
Hızlanırsın bir anda, herşeyi üst üste yapman gerekir.
Sonra daha da hızlanırsın.
Hızlanıp yavaşlarsın ara ara.
İşte o zaman müziğin, ritmin, tangonun tepe noktasıdır.
Tabii her tepenin olduğu gibi her hızlı ritmin de bir yavaşlaması, inişi vardır.
Yavaşlarsın, sakinleşirsin,
Sonra..
İyice yavaşlarsın.
Ve son pozunu vererek dansını bitirirsin..