11 Aralık 2009 Cuma

Alışmak...

Evet, başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü konumuz 'Alışmak'.
Niye peki? Nedenleri var aslında ama burada anlatmak çok da gerekli değil sanki. Burada önemli olan 'Alışmak'ın benim için ne olduğu. Etkileri ve tepkileri...

Alışmak her ne kadar zor olsa da alışkanlıklardan kurtulmak çok daha fazla zorlayabiliyor insanı. Bazı değerleri kaybetmek pahasına korumak isteyebiliyor insan alışkanlıklarını korumak uğruna. Peki neden?

Önce işin bilimsel boyutuna gelelim. Insanoğlunun herhangi bir şeye alışması için 21 gün yapması gerekiyormuş aynı işi/hareketi/sporu vs. 21 gün içinde beynin içinde oluşan bölüm o alışkanlık unutulsa bile hatırlatıyor insana o alışkanlığını. En basit olarak diş fırçalamayı örnek gösterebiliriz buna. 21 gün boyunca her gece uyumadan önce dişinizi fırçaladığınız takdirde bu sürenin sonunu takiben her fırçalamayı unuttuğunuzda yataktayken, uykuya dalmadan hemen önce de olsa dişlerinizi fırçalamadığınız aklınıza gelir ve yataktan çıkarsınız. Bunu, yani diş fırçalamayı, külfet olarak görüyorsanız yapmanız gereken bikaç gün üstüste dişinizi fırçalamak aklınıza geldikçe, kendinizi rahatsız hissettikçe, bu alışkanlığın gereğini yerine getirmemektir. Bu şekilde bikaç günden sonra artık gece uyurken aklınıza gelmez diş fırçalamak.

Hayatın başka aşamalarında da sözkonusudur bu. Yalnız bazı alışkanlıklar da var ki onları bırakmak o kadar da kolay değil. Mesela evlilikler. Hani derler ya, evlilik aşkı öldürür diye. Peki nedir aşkın bitmesine rağmen evliliğin devam etmesinin nedeni? (Yalnız son yıllarda oldukça yaygınlaşan erken boşanmaların şimdiki konumuzla çok doğrudan bağlantısı olmadığı ayrıntısına girmeye gerke duymuyorum bu konunun). Ben söyleyeyim: Alışkanlık. Nasıl yani diye bir soru gelebilir doğal olarak. Ama düşününce o çiftin sürekli beraber uyuyup beraber uyanmaya alışması, canı sıkıldığında başvurduğu kişi olması diğerinin, birlikte yemek yemeye alışması vs. gibi nedenlerden dolayı ayrılıp, sonra da o ayrılığa alışmaktansa insanlar beraber kalmayı tercih edebiliyorlar. Bazen ilişki ilerleyen yıllarda çok aşırı dayanılmaz boyutlarda rahatsız etmediği sürece de iki taraf da diğeriyle birlikte bir hayata alıştığından dolayı devam ederler bi şekilde.

Bazen de insan yalnızlığa alışır. Benim ilk olarak Köln'deyken alıştığım gibi. Daha yeni inmiştim havaalanında. Tutorumla mentorum beni havaalanından alıp kalacağım yere götürmüşlerdi. Beni sonraki bir yıl boyunca kalacağım yurda beni yerleştirdikten sonra tutorum sonraki gün görüşünceye kadar ayrılmıştı beni mentorumla bırakıp. Çok şeker olan ve gayet de iyi Türkçe konuşan mentorum beni kendi evine götürüp birkaç ev eşyası, kap kacak verdikten sonra o da yurda bırakmış beni ve iyi akşamlar dileyerek gitmişti. Bir de telefon bırakmıştı bana. Hayatımda ilk defa tamamen bir başıma kalmıştım. Yaşadığım aşk acımı da sayarsak heralde o gün bendne daha dertlisi yoktu yeryüzünde. Dilini bikaç kelime dışında bilmediğim bir memlekette daha akşam altıda bir başıma kalınca yalnızlığın nasıl birşey olduğu konusunda düşünmeye başladım. Gerçekten de çok zordu. Sonraki dört gece daha aynı şekilde geçecekti. Gündüz işte geçiyor ama geceleri bir başımaydım. Alışıncaya kadar çektiğim zorluğu bir ben bilirim. Yalnızlığa alışmak yani. Tek başına yaşamak. Ilk alışkanlık dönemi ne kadar zorsa, sonraki dönem, alıştıktan sonraki günler, bir o kadar kolay geçiyordu. Tek başıma kitabımı okuyordum, odanın içinde işlerimi hallediyordum, yemek yapıyordum...

Bir süre sonra ise olayın rengi değişiyor ama. Normalde hayatımda sürekli yanımda birileriyle sohbet eden, arkadaşlık eden ben, yalnızlığa alıştıktan sonra değişmiştim. Bir otobüste bile giderken sıkılıp yanımdakiyle sohbet ederdim Istanbul'dayken. Ama yalnızlık tek bir kelime bile konuşmadan arkadaşlarımla saatlerce oturmama, oturabilmeme neden olmuştu. Iyi mi peki bu? Yoksa kötü mü? Belki ikisi de değil.

Şunu biliyorum ama, o zamanlar alışmam lazımdı bu yalnızlığa. Sonraki dört yıllık Dubai maceramda çok işime yaradı bu alışkanlığım. Çünkü sürekli dedikodularla dolu bir ortamda en iyisi dinlemektir konuşmaktansa. Söylediğin her kelime sana yol, su, elektrik olarak geri dönebiliyordu çünkü.

Yani hayatın bazı dönemlerinde bir takım alışkanlıklar geliştiririz. Bunlar o zaman için gerekli olabilir. Yalnız unutmamamız gereken bir nokta var: Bu alışkanlıklar gerektiği zaman değiştirilmezse, güncelleşmezse, güne uymazsa, bundan dolayı kaybedebiliriz de. En çok sevdiklerimizi bile kaybedebiliriz bunlardan dolayı. Peki kaybetmek mi yoksa kaybetmemek mi? İşte bütün mesele de burada yatıyor. Bazılarımız sevdiklerimizi kaybetmek pahasına da olsa alışkanlıkları tutmayı tercih ediyor. O halde onlara hayatta başarılar dilemek lazım sanki.... Ne dersiniz?

Bir noktayı da belirtmeden geçmek çok da doğru olmaz sanırım. Her zaman insanları olduğu gibi kabul etmek, değiştirmemeye çalışmak en iyisidir ve doğrusudur (her ne kadar 'doğru' kelimesi bana doğru gelmese de) diye düşünüyorum. Yalnız değiştirmektense kabul etmek de yetmeyebiliyor bazen. Bu durumda koşullar insanları seçim yapmaya teşfik edebilir. Seçimler konusunda çok iyi olmadığımı kabul etsem de bir özeleştiri olarak, yine de bu konuda seçim yapmak yanlısıyım. Doğru ya da yanlış herhangi bir seçim. Hem en kötü karar bile kararsızlıktan daha iyi değil midir?

Hayat güzeldir, onu daha güzel yapanlarla birlikte...

El Azem...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Ermenistan-Gürcistan Yolculuğu - Istanbul-Kars-Gürcistan-Ermenistan sınırı...

11 Kasım'da Ermenistan'a gitmek üzere yola çıktım. Güzel ve maceralı bir yolculuk oldu bu. Belki de hayatımın en büyük macerası şimdiye kadar. Tabii daha önce Şubat ayında Sofya'ya giderken gece yarısından sonra 3 saat kışın ayazında trende kalorifersiz kalmayı da saymazsak. Bu başka bi blog konusu aslında...
Normal şartlarda yolculuk İstanbul'dan 14.10'da başlayacak ve gece olmadan varacaktık Gümrü'ye. Ermenistan'ın ikinci büyük şehri Erivan'dan sonra. Türkiye-Ermenistan sınırına göre Kars'ın simetriğinde kalan bu şehir oldukça da güzel bir Ermeni şehri. Iki şehri de kuran Ruslar'dan dolayı birbirlerine benzer özellikleri de yok değil.
'Gece olmadan' derken aslında tam varış saatimizi bilmememize rağmen tahmini gece yarısından önce varma gibi bi düşünce vardı kafamda. Tabii olaylar hiç de öyle gelişmedi...
Normalde yurtdışı olduğunda daha erken gitmeme rağmen bu sefer yurtiçi olduğundan biraz daha rahat davrandım ve uçağın kalkmasına bir saat kala evden çıktım.
(Yalnız bu arada bir önceki geceden de bazı konuları bahsetmem gerek. Ankara'dan gelecek arkadaşlarla Kars'ta buluşacakken sınırın 18.00'de bizim taraftan kapanacağını öğrendikten sonra mecburen Ankara'dan gelecek arkadaşlar önce Istanbul'a geldiler, sonra hepberaber gittik Kars'a; bir sürü mail trafiğinden sonra aldığımız bir kararla birlikte)
Özge'yle gitmeden bir hafta kadar önce tanıştık internette. Abdurrahman (Apo) ve Ulaş'la da. Sanem'le ise sadece gidiş öncesi havaalanında tanışma fırsatımız oldu. 4 erkek 4 kız gitmemiz gereken projeye 3 erkek 2 kızla gidecektik.
Kars'a kadar olan yolculuk gayet normal geçti. Sonrası ise macera başlıyordu:
Kars'ta indiğimizde zaten rötarlı kalkan uçağımızdan (14.35 civarı ancak kalkabildik) dolayı biraz acele hareket etmeliydik. 15.45'te indik Kars'a ve şehre uğramadan doğrudan Posof/Vale sınırına doğru yola çıktık. Bir taksiyle pazarlık sonucu 240 liraya anlaşıp yola çıktık. Yolda şöförümüzün isteksizliğinden midir, yoksa gerçek bir sorundan dolayı mı bilinmez ama araba sıkıntı çıkarınca sınıra varmadan önceki son kasaba olan Posof'da durduk. O arada tabii bir sürü telefon trafiği ortaya çıktı. Herkes birilerine ulaşıp bizi sınıra götürme derdindeydi çünkü. Aklıma ilk gelen Çağlar oldu. Posof Ardahan'ın ilçesi. Aslında Ardahan'a gidip oradan geçmek gibi bir düşünce vardı aklımda ama sonra Apo AKP'deki bağlantıları sayesinde Posof belediye başkanına ulaşıp da bize bir araba ayarlatınca rahatladık biraz daha. Ben de Çağlar'ın amcaoğlunu arayıp yine teşekkür ettim. Posof'da belediye başkanı ile kaymakam karşıladı bizi. Ufak bi sohbetten sonra geldiğimiz gibi bir Doblo ayarlandı ve ufak bi alışveriş sonunda yola çıktık. Yola daha tam çıkamadan dükkanvari bir benzinciden yakıt almayı saymazsak tabii...
Sınırın kapanış saati gittikçe yaklaşıyordu. 18.00'den önce orada olmalıydık. Iki sınırı birden geçeceğimizi düşününce en geç 17.30'da orada olmak gerekti aslında. Neyse ki ikinci araba sıkıntısız bir şekilde bizi sınır kapısına kadar bırakabildi. Sınırda yüklerimizi toparlayıp çıktık arabadan ve yaya olarak ilerledik sınır karakoluna. Orada, Türkgözü'nde, pasaportlarımıza çıkış işlemleri yaptırdıktan sonra yürüyerek geçtik Vale'ye doğru.
Onca çantayla yaya sınır geçmeyi de ilk defa yaşıyordum. Garip bir duygu. Sanki yeniden gençleşiyorum. Dört sene Dubai maceramdan sonra yeniden eski gençlik çalışmalarına adım atıyordum işte. Aktif olarak ve grubun koordinatörü olarak bir yandan da... Ne koordinatör ama... Gençlik ateşinden tamamen olmasa da kısmen uzaklaşmış bir koordinatör...
Gürcü sınırı ile Türk sınırının arasında 20km kadar bir mesafe olduğuna dair bir konuşma geçmişti yoldayken. Kim ilk söylemişti acaba? Sınırlar arasının sadece 100m kadar olduğunu gördük orada. Türkgözü'nde görevli polislere Gürcistan sınırına gitmek için taksi var mı diye sorduğumuzda göstermişti o 100m uzaktaki Gürcü sınır kapısını...
Girişte sıkıntısız geçtik yine. Benim dışımda tabii ki. Cebimde gezmekten ve benimle bayaa bi seyahat etmiş olan pasaportum içi neredeyse düşmek üzereydi. Gürcü polisi yapıştırıp getirmemi istedi oraya. Ben de Türkgözü'ndeki polislere götürdüm hemen. O ara ilk anda koşarak geçtiğim sırada çok yanlış bir şey yaptığımın farkına vardım. İki sınır arasındaydım ve koşuyordum. Yanlış anlamaya çok açık bir yerdi burası. Hatta herhangi bir polis beni vurabilirdi de koştuğum sırada, şüpheli olduğumu düşünerek. Neyse ki bütün bunlar kafamın içinde şimşek hızıyla geçer geçmez bikaç saniye önce başlamış olduğum koşuyu hızlı yürümeye, sonra da normal yürümeye çevirdim. Asker olmasa bile civarda çok sayıda köpek vardı güvenlik güçlerine yardımcı olmak üzere çalışan. Tehlikeli bir durumdu bu da. Genç bir polis pasaportumu plastik yapıştırıcısıyla yapıştırdı sağolsun. Yalnız plastik yapıştırıcısı olduğundan çok çabuk bir şekilde yayılıyordu bu yapıştırıcı. Pasaportumu değiştirmemi de böylece biraz daha erkene aldım bu yüzden. Sınır görevlisi bu sefer yine sorunlu olmasına rağmen birşey demedi ve bastı mühürü. Özge diğer arkadaşlar geçmiş olmasına rağmen beni beklemişti geride kalıp. Bense işim biter bitmez hemen çantamı da alıp geçtim diğer tarafa. Gerçi tam giderken arada kaldım gidip gitmeme konusunda ama sonra gitmeye karar verdim. Doğru bir hareket olmamasına rağmen. Hani beni beklemişse benim de onu beklemem gerekirdi doğal olarak... Özge'nin pasaportu yeşil olduğundan, üstünde de 'Special Passport' yazdığından dolayı Gürcü polisi biraz dikkatli baktı pasaportuna Özge'nin. Sonra durumu anlatınca biz, sorun çıkarmadan onayladı girişimizi...
Gürcü polisi önce pasaporttaki fotoğraf kısmını tarıyor, sonra hemen önünceki kamera aracılığıyla fotoğrafımızı çekiyor ondan sonra ise kaydımızı giriyordu sistemine. Gayet doğru ve mantıklı geldi bi yaklaşımları. Akıllı bir sistem kurmuşlar. Ruslar'dan almış olabilirler belki... Kim bilir?
Daha Kars'a varmadan itibaren Karen mesaj atıp durumumuzu kontrol ediyordu. Bizim saatimize göre 17.00'de varmıştı şöför sınırın Gürcistan tarafına. 777 Plakalı kırmızı bir Ford minibüs gelecekti. Garik adında şöförüyle birlikte. Sınırda Garik'e attığım mesaj minibüse vardıktan sonra ulaştı gerçi...
Gürcü polisleri geçtikten sonra bir de valiz kontrolünün olduğunu öğrendik. Türk sınırında olmamıştı valiz kontrolü. X-ray kontrolünden geçirdikten sonra çantalarımızı 200-250m daha gideceğimizi anladık. Gürcü sınırı biraz daha uzuyordu. Yol biraz da taşlı, çamurlu olunca o ara yol da biraz zorlu oldu ama sorunsuz bir şekilde geçtik orayı da. Hemen çıkışta bekliyordu bizi arabasıyla Garik. 1.80 boylarında, oldukça iri yapılı ama bir o kadar da güler yüzlü biriydi Garik. Sonraki 15 saati de onunla geçireceğimizi bilmiyordum henüz daha...
Sınırda iki kişi biraz zayıf bir Ingilizce ile bizden yardım istedi. Bizimle gelmek ve yakın bi kasabaya götürmemiz için bize para verebileceklerini söylemelerine rağmen bu konudaki en doğru kararı Garik'in vereceğini düşünüp ona sorduk. Garik ise kabul etmedi. Sonra ihtiyaç molasını mükatiben yola çıktık yine. Hava kararmıştı bu arada. Gürcistan saatiyle 20.30'u biraz geçiyordu o sırada. 2 saat zaman farkı olduğunu orada öğrenmiştim. Minibüse binip yola çıktık. Ben sözümona koordinatörü olduğumdan grubun, beni ön tarafa oturttular. Sanem de aldığı kararla yanıma oturdu. Yolda daha önce pek de bilmediğim uluslararası siyaset konusunda güzel bilgiler öğrendim 3 siyaset bilimi öğrencisinden... Oldukça eğiticiydi benim açımdan yolculuğun bu kısmı...
20km olduğuna dair bilgi aldığımız yol 3 saat kadar sürecekti. Tabii bunu yolda giderken farkettik. İçinden geçtiğimiz kasabalardan birinde gördüğüm bara girmeyi o kadar istiyordum ki. Birşeyler yememiz gerekiyordu. Posof'dayken almış olduğum eti cini yedik önce. Sonra da çekirdeklere başladık. Hani bi başladın mı bitirmeden duramazsın ya, onun gibi olmasa da yine de yiyorduk hızlı bir şekilde. Yalnız bedenlerimiz yine de düzgün yemek istiyordu. O yemeği de sonraki 20 saat kadar yiyemeceğimi de bilmiyordum henüz daha. Öğrenmeme 3 saat kadar vardı. Gürcistan parası olmadığından yanımızda, mecburen devam ediyorduk yola. Yolda bir yerde Garik yol kenarındaki kaleyi gösterdi. Hava kararmış ve kale aydınlatmanın verdiği güçü etkiyle çok güzel görünüyordu. Hemen arabayı durdurmasını istedik Garik'ten ve fotoğraf çektik kenarda. 50mm sağolsun demem lazım burada tabii ki... Güzel fotoğraflar verdi bana... Bir de ben ihtiyaç giderirken arkamdan çekilden fotoğraf da var tabii ki :)
Yola çıkarken annemle Vefa'nın tavsiyelerine uyup sadece tek bir çantayla yola çıktım. Ne mi vardı bu çantanın içinde? Çok basit: Traş takımı, diş fırçası ve macunu, iki gömlek, bir kazak, bir pantalon, iki çift iç çamaşırı, bikaç çorap bir de gece giymek için eşofman ile bi svit. Çantanın asıl büyük ağırlığı fotoğraf makinem ile 3 lensiydi. Yalnız ayarlaması kolay olduğundan dolayı hemen çıkarabiliyordum makinemi. Ilk olarak Kars'tan hemen sonra yolda durup beklediğimiz sırada çektim birkaç kare. Arabada giderken çektiğim birkaç karenin haricindeki ilk kullanışım Gürcistan'ın içindeki kalede durduğumuzda oldu. Ondan sonra arabanın içindeki loş ışıkta güsel kareler çekmeye devam ettim. Işık çok zayıf olmasına rağmen yine de iyiydi ve 50mm kalitesini gösteriyordu bir kere daha. birkaç güzel fotoğraf çektim. Sonra dinlenmeye geçtik yine. Nihayet 3 saati biraz aşan bir süreden sonra varabildik Ermenistan sınırına....

15 Ekim 2009 Perşembe

Istanbul ve dönüş sonrası...

Geldim Istanbul'a. 2 haftayı geçti bile.
Seviyorum ben Istanbul'u. Dünya üzerindeki en güzel şehirler listemin en başında yer alır her zaman. Hani çok fazla şehir görmemiş olmama rağmen bildiklerim ve okuduklarım içinde Istanbul'un yeri başka.
Dubai'den gelirken çok fazla kafa karışıklığıyla gelmiştim. Ilk günlerde de bu böyleydi. Son zamanlarda yavaş yavaş azalıyor bu olgu. Bundan sonra daha da iyileşecek. Sonra da iş arayışım başlayacak. Gerçi ön hazırlıkları yapıp bazı görüşmelere de gittim bu dönemde. Durum çok da fena değil. Istediğim gibi bir iş bulamadım henüz daha ama umudum var (bu da bana "Issız Adam"dan kaldı). Önümüzdeki günlerde biraz daha yoğun bir şekilde iş arayışlarımı artırmayı da planlıyorum. Herşey güzel olacak yani.
Dönüşten sonra bana garip gelen olgulardan biri önceden Renatım bana sürekli artık dönmem yönünde telkinlerde bulunurken şimdilerde rahatsız olduğunu iyiden iyiye belli etmeye başladı. Gerçi bu daha ilk hafta belli olmuştu. Alışması biraz sürecek gerçi. Benim kalıcı dönüşümden dolayı evdeki düzen de oldukça değişti. Renatım annemle birlikte büyük yatak odasına geçti uyumak için. Eski odam bana kaldı bir yerde. Halen daha Renatım derslerini burada yapıyor olmasına, kitaplıkları ortak kullanmamıza rağmen yine de oda bana geçti gibi...
4 yıldan sonra, herkes sensiz bir dünya kurmuş ve bunu yürütüyorken, bir anda tekrar ortaya çıkıp "Ben geldim" demek kolay değil tabii. Ki bu 4 yılın öncesi de var. Yaklaşık 6 yıldır bu durum yaşanıyor. Almanya'dan döndükten sonraki dönemde kalıcı yerleşemeden Dubai'ye gitmiştim çünkü.
Insanlar ben yokken kendi düzenlerini de buna göre kurmuşlar. Benim yokluğuma göre herşey ayarlanmış. Sonra ben ortaya çıkmışım ve geri döndüm demişim. Kolay değil gerçekten de.
Hiçkimse açısından hem de.
Dönüşümü geciktirmemek istememdeki en önemli neden de buydu aslında. Insanlar beni sadece yılda 2 kere (normal şartlarda) gelip sonrasındaki dönemde ortada görünmeyen biri olarak benimsemesin diye. Daha önceki Köln maceramdaki durum daha farklıydı. Bir yıl kalıp dönecektim ki öyle de oldu. Yalnız Dubai'deki durum aynı değildi. Ne zaman döneceğim belli değildi. Askerlik işim bittikten sonraki dönemde dönecektim. Tek bilinen buydu. Bu da uzun süreceği için (yani en az 3 yıl) arkamda bıraktıklarımın da kendi düzenlerini bensiz olarak düşünmeleri ve ayarlamaları gerekiyordu.
Dubai'deki yaşantım boyunca çok farklı insanlarla tanıştım. Hele de ilk zamanlar tanıştığım insanlardan birçoğu hayatının 15-20 yılını yurtdışında, ailesinden ve sevdiklerinden uzak geçirmiş olanlardı. En çok aklımda kalan da Münir Kalfa'nın oğlunun lafıydı: "Ben babamı hayatım boyunca en çok burada gördüm". Bunu söyleyen Münir Kalfa'nın 25 yaşındaki oğluydu. Adamın bütün hayatı yurtdışında, Arabistan, Libya, Dubai vs. geçmiş çalışarak. Ne beklenebilir ki? Mühendislerde de durum çok farklı değildi. Proje müdürü dahil olmak üzere... Bu yüzden işte, dönmek lazımdı ve döndüm.
Artık hayat Istanbul'da akacak. Ne kadar sürer? Kim bilir? Tek bildiğim buraya yerleşmek istediğim. Ingilizce'deki "settle down" gibi ama. Içinde yuva kurmak da dahil olmak üzere yani.

Şimdilik bu kadar.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Insan Hakları ve Dubai

Bu seferki başlık biraz farklı. Aslında Dubai'de insan hakları da denebilirdi belki.

Dubai monarşi ile yönetilen bir ülkenin (en büyük) şehri olmasına rağmen insan hakları oldukça gelişiktir.

Tabii farklı yönleri de yok değil. Hani bir laf vardır, 'Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir' diye, işte buradaki insan haklarını anlatmak için de bu deyim yerinde olacaktır diye düşünüyorum. Burada herkes eşit ama bazıları biraz daha eşit. Bu bazılarının içinde öncelikli olanlar tabii ki Dubaililer diye düşündüğünüzü tahmin ediyorum. Çok haksız da sayılmaz bu düşünce ama tam olarak buradaki durumu da yansıtmıyor. Bir örnekle açıklamam sanırım daha aydınlatıcı olacaktır:

1 yıldan daha önceydi sanırım. Lokal (Dubaililere günlük hayatta Ingilizce ya da Türkçe 'lokaller' dediğimizden burada da aynı terimi kullanmak yanlış olmayacaktır) bir erkeğin Alman bir kız arkadaşına civardaki bir alışveriş merkezine yakın bir yerde tecavüz ettiğine dair bir haber okumuştum ingilizce lokal gazetelerden birinde. Kız olaydan 2 gün sonra karakola gidip şikayet etmişti lokali. Kızın anlattığına göre lokal kişinin arabasındayken (camlar da tamamen karartılmış olduğundan dışarıdan da belli olmuyor) erkek kıza tecavüz etmiş. Psikolojik bunalımda olduğundan dolayı hemen değil de 2 gün sonra karakola gidip şikayet etmiş. Sonuçta lokal erkek 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanırım bir miktar da para cezası sözkonusuydu.

Şimdi bir de erkeğin avukatının anlattığını dinleyelim: Kız zaten müvekkilinin kız arkadaşıymış ve olay günü de cinsel ilişkide bulunmuşlar. Buraya kadarki kısım iki taraf için de aynı. Yalnız avukatın dediğine göre kızın 15bin dirhem (yaklaşık 4000 dolar) kira borcu olduğundan erkek arkadaşından bu borcunu ödemesini istemiş. Erkek arkadaşı da ödemek istemeyince kız da böyle bir şikayete başvurmuş intikam almak için. Bu yüzden de beratını talep ediyordu müvekkilinin.

Sonuç hapis.

Burayı biraz bilenler bu tarz olaylara adlarının karışmasına bile katlanmak istemeyen lokallerin bu tavrını normal karşılar. Yani ceza verilmesini. Yalnız yine burayı biraz bilenler yine Dubai'deki ilişkilerin derecesini de biraz açıklayan bir olay bu aslında. Buraya gelen herkes para kazanmak için geldiğinden dolayı ilişkilere de yansıyor bu durum. Hani ilişkiler çoğunlukla çıkarların üzerine kurulu. Çıkar derken erkekler para kaynağı oluyor genelde.

Bu olayda geçen durumda da yine aynı durumdan kaynaklanıyor gibi benim açımdan bakınca.

Peki bu kızın milliyeti Ingiliz olsa ne olurdu? Lokal kişi yine cezalandırılırdı ve belki de 1 yıldan daha uzun bir ceza alması da sözkonusu olabilirdi.

Peki Filipinli olsaydı bu kız? Lokal kişi büyük bir ihtimalle sadece para cezasıyla da sıyrılabilirdi. Gerçi lokal biri bir Filipinliye tecavüz bile etmiş olsa, kız bu durumu yargıya götürmeye çekinirdi ve lokalin yaptığı yanına kar kalırdı.

Tecavüz eden Hintli ya da Pakistanlı olsaydı peki? İşte bu durumda mağdurun memleketinin önemi biraz daha azalırdı. Zira tecavüz eden Hindistan ya da Pakistan gibi burada pasaportu en değersiz memleketlerden gelmiş olduğundan kesinlikle suçu çok daha ağır bir şekilde cezalandırılırdı.

Aslında bu da biraz farklı bir yazının konusu ama insan hakları ve eşit(siz)lik konusu açılmışken bahsetmem lazım:

Bir keresinde buradaki hayat kadınlarının pazarlamasının oldukça aktif olduğu otellerin önünden geçerken polisin birini yaka paça gözaltına aldığını görmüştüm. Kıyafetinden anladığım kadarıyla Pakistanlı olma ihtimali yüksekti. Polis gayet sert bir şekilde bu şahsı götürürken oldukça sarhoş olduğu her halinden belli olan, kıyafetinden Arap olduğu rahatlıkla anlaşılan, biri de bu gözaltına alınan kişiye habire tekme atıyordu bir yandan. İçtiği alkolün etkisiyle ayakta bile durmakta zorlanan bu kişiye polisin müdahalesi de sözkonusu değildi.

Dedim ya biraz yukarıda, burada herkes eşit ama bazıları daha eşit.

Yine başka bir örnek var. Bu sefer örnek Abu Dhabi'den, başkentten: Etihad Havayolları'yla Abu Dhabi'ye gelen bir grup Avusturalyalı işadamı uçakta aşırı derecede alkol alıp sarhoş olunca hosteslere sarkıntılık etmişler, hatta biri hosteslerden birinin eteğini kaldırmıştı. Peki bu kişilere ne oldu? Birkaç gün hapiste tutulduktan sonra hostesin eteğini kaldıranın dışındakiler sınırdışı edildiler (Normalde bir daha gelememeleri gerekir ama ben o kadar da iyimser olamıyorum buradaki paranın gücünü gördükten sonra). Hapis dediğim de büyük ihtimalle karakola götürülmüşlerdir, hapisaneye değil. En aşırıya kaçan işadamı ise sanırım 1 ay kadar

hapiste tutulduktan sonra Avusturalya hükümetinin de baskısıyla sınırdışı edildi. Yine aynı noktaya geliyoruz.

Bu kişiler işadamı sınıfında değil de ekonomi sınıfında seyahat eden sıradan insanlar olasalardı ve bu tarz bir şekilde hareket etselerdi o durumda sonuç çok daha ağır olurdu onların açısından. Hapis, ve çeşitli işkencelerle geçebilirdi bu süre. Yine miliyetine bağlı olarak bu durum da değişirdi tabii ki.

Bu ve bunlar gibi birçok örnek daha verilebilir burada.

Son söz: "Dubai'de herkes eşittir ama bazıları daha eşittir".


16 Eylül 2009 Çarşamba

Sigara

Sigara şu güzel dünyada en sevmediğim insan icatlarının başında geliyor sanırım. Ya da ilk üçün içinde. Düşündüğüm zaman nedenini kestiremiyorum. Niye olabilir acaba?
Biraz geçmişe gidelim. Bizim evde annem de babam da sigara içer. Babamın günlük tüketimi ortalama bir paket kadardı. Hiç istisnasız içerdi her gün. Evin içinde de hani bizim rahatsız olup olmamamız sanki çok da umrunda değil gibiydi. Koltukta oturur ve bir yandan gazete ya da kitap okurken, tv izlerken ya da bizimle konuşurken, bazen yemek masasında yemekteyken... Her zaman içerdi sigarasını.
Anneme gelince annem de içerdi. Yaklaşık bir paket kadar yine. Gerçi ucuzundan seçmesi gerekiyordu sigarayı. Çünkü gizli gizli alıyor ve içiyordu. Babam biliyordu ve kesinlikle içmesini istemiyordu annemin. Yalnız daha nişanlılık döneminden itibaren annemin sigara içtiğini biliyor ve o zaman sesini çıkarmıyordu. Sonradan istemiyorum içmeni demiş anneme. Ama tiryakilere bunu nasıl anlatabilirsin ki? Bir de tehdit edince annemi, o zamandan sonra annem hep gizli gizli içmeye başlamış. Annem de civarımızda içerdi sigarasını. Yalnız yine de babamdan daha anlayışlıydı ve abartmazdı üstüste sigara yakarak.
Ağrı'yı bilen var mıdır? En son geçende yaşanılır şehirler listesinde memleketim sonuncu geldi tüm Türkiye'de. Her zamanki gibi. Yalnız şimdiki konu Ağrı olmadığından dolayı fazla detaya girmemek lazım. Şu kadarını bilmek yeterli, Ağrı aşırı yokluk, yoksunluk, yoksulluk yaşayan bir şehir. Sanırım sekiz yaşındaydım. Ağrı'da, sokaklarda kardeşim Vefa'yla dolaşırken yerde daha yeni yakılıp atılmış bir sigara görmüştüm. Yerini bile halen daha hatırlarım bu ilk sigarayı bulduğum zamanın. O zamanki Atatürk Ortaokulu'na inen bir yokuş vardı. Onun üstündeki sol taraftaki ara sokağın girişindeydi. Hikayenin en can alıcı noktası bu atılan sigaranın Parliament olmasıydı. Ağrı gibi bir şehirde Parliament sigarası içen pek bulunmazdı. Bakkallarda da pek bulamazdınız. Çünkü en pahalı sigaraydı o zamanlar. Tekel'in 3 katına yakın bir fiyatı vardı sanırım. Atılan da daha yeni yakılmış bu sigara olduğundan dolayı daha da değerliydi. Aldım yerden ve ağzıma götürdüm. Hafiften bir nefes çeker çekmez müthiş bir öksürük başladı. Çok ağırdı bu sigara. Gerçi o zamanki hassas ve zayıf ciğerlerimin de etkisi var bu öksürükte. Hemen atmıştım aldığım gibi. Benden sonra Vefa da denedi ve benim gibi öksürerek fırlatıp attı sigarayı. Ondan sonra başladı belki de nefretim sigaraya karşı. O kadar ki istediği kadar güzel ve çekici olsun, sigara içen bir kadın bende hiç istek uyandırmaz. Elinde o sigarayı gördükten sonra soğurum birden.
Sekiz yaşımdaki o deneyimim bana sigaradan uzak durmayı öğretmişti. Sonraki yıllarda önce Muş, daha sonra Van'da devam eden ilk ve orta okullar en son yine Ağrı'da devam etti. Bu arada bizim evin olduğu mahallenin çocuklarından farklı ve bağımsız büyüdüm. Belki bu da sigaraya daha sonra başlamamamın nedenlerindendir. Bir başka nedeni de hiç heves etmemem oldu sanırım. Bunun da nedeni belki de o zamanlar çocukların bu tarz şeylere heves etmeleriydi. Çok popüler olan herhangi bir uğraş bana itici gelebiliyordu. Bu da o konulardan biri olup çıktı işte.
Ilerleyen yıllarda, Ağrı'ya geri döndükten sonra halaoğullarının içtiğini farketmiştim bir keresinde. Niye içiyorsunuz, iğrenç bişi dememe rağmen onların yaklaşımı farklıydı. "Sigara içmeyen erkek değildir" diyorlardı. Ben de "Tamam o zaman, sigara içen erkekse ben değilim" diyordum. İçinde bulunduğum yaşı ve ortamı düşününce bu aslında tehlikeli bir yaklaşım ve konuşma biçimiydi. Ama erkekliğin sigara içmekle kanıtlanamayacağını daha o zamandan farketmiştim belki. Kim bilir? Aslında bu cevabın altında kişilik yapım da yatıyor bir nebze.
Tehditvari hiçbirşeyi yapmazdım ben. Buradaki -di'li geçmiş zaman kipi aslında çok da doğru değil. Çünkü halen daha tehdit edildiğimde kaybedeceğimi, doğru olmadığını bilsem bile geri adım atmam. Belki beni güçlü yapıyor belki de zayıf. Bu yönümü bilenler daha farklı yaklaşabilir bana ama böyle işte.
Sonraları ortaokul, lisede falan da yine sigara içen arkadaşlar vardı ama benim yakın arkadaş çevremde yoktu hiç. Büyüdükçe sigarayı da hayatımdan iyiden iyiye uzaklaştırıyordum. Çevremden de sigara içenleri. Üniversitede sınıfın içinde oturduğu yerden sigara içenleri uyarıp pencere kenarında ya da sınıfın dışında içmelerini söylediğim çok olmuştur. Köln'deyken pek de bi sorun olmadı sigarayla ilgili. Sadece bir olay. 2004 yılı eylül ayıydı sanırım. Ya da ekim. Yahya kendi projesine başlamıştı. Ben de ona çevreyi, Köln'ü gösteriyordum boş zamanlarımda. Üniversitenin içindeki Asta Kafe'ye gitmiş ve şansa parti olduğun öğrenmiştik. İçeride içkiler de ücretsizdi sonradan öğrendiğimiz kadarıyla. İçerken bir Alman'la tanıştık. Adam otuzbir yaşındaydı ve başka Türk arkadaşlarının da olduğunu söyleyerek bize sigara ikram etti. Hani büyüklere saygıdan dolayı kabul etmek gerekir ya kendimize birşey uzatıldığında, biz de aldık. Sonra yakmak da gerekti. Gerçi ben sigara yandıktan sonra elimde tutmakla yetindim. Yahya biraz içti de. Aslında orada sigarayı yakmamın ana nedeni karşımdakini kırmamaktı. Aynı zamanda da kendi inandıklarımdan taviz vermemek. En kolay yolu bu geldiğinden sigarayı alıp yaktım ama içmeden elimde tuttum.
Döndükten sonra Dubai'ye geldiğimde de. Özellikle Cihat abim işçi kampında kalacağım sıralardaki oda arkadaşımı seçerken sigara içmeyen Levent'i seçmişti. Bu da benim açımdan çok iyi oldu. Yoksa sürekli bir tartışma ortamı doğacaktı. Gerçi kendisi villada yakın arkadaşı ve adaşı Cihat'la aynı odada kalıyordu ve bu yakın arkadaşından dolayı da odası baya bi sigara dumanı altında kalıyordu sık sık. Sigarayı sevmiyor olmasına rağmen benim kadar da nefret boyutunda değildi onunki. Bu yüzden katlanması daha kolay oluyordu. 1,5 yıl sonra ben de villaya geçmiştim ve Tolga'nın yanı boş olmasına rağmen geçmemiştim onun odasına sigaradan dolayı. Aşağıda salondan bozma odada sigarasız ortamda kalmak daha iyi gelmişti. Staff kampı yapıldıktan ve oraya taşındıktan sonra abimin arkadaşı Cihat'la aynı villaya düşmüştük. Ben sigaradan rahatsız olmama rağmen hiç de keyfini bozmazdı Cihat. Bu yüzden de birlikte çok fazla zaman geçirmezdik. Zaten günde iki paketi rahat bitirirdi. İki-üç sigaradan sonra içerisi dumanaltı olduğundan dış kapıyı açmak gerekiyordu. Bir süre sonra ben artık salona pek fazla uğramaz olmuştum. Şimdiki durumda rahatım gayet yerinde. Ev arkadaşım sigara içmiyor.
Yalnız son oniki günüm Dubai'de. Belki de onbir gün. Şimdiki ana amaçlarımdan biri anneme sigarayı bıraktırmak. Vefa da geçen yıllarda başladı sigaraya. Onun da bırakması lazım. Bakalım nasıl olacak? Başarmalıyım bunu, başaracağım da. Hem ne güzel memlekette her yerde sigara da yasaklandı. Barlarda bile sigara içilmiyor. Bi de şu meşhur zam gelse herşey çok daha güzel olacak bizimkilere o zamana kadar sigarayı bıraktırabilirsem :)

Yukarıda bahsettiğim iki olayın dışında sigara hep benden uzak durdu, ben de ondan. Hayatımın bundan sonraki kısmında da aynı şekilde devam edecek.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Yazmak...

Evet, şimdiki başlığım da "Yazmak". Nerden çıktı peki yazmak. Biraz önce gönderdiğim yazıdan çıktı aslında.
Gerçi bunu benim özelimde anlatabilmem için biraz gerilere gitmem lazım. Biraz'dan daha da gerilere aslında. Öyle ki konu aslında ilk yazmayı öğrenmeme kadar gidiyor. Ilginç gelebilir ama öyle. İlkokuldan önce okuma yazmaya dair hiçbirşey yapmamıştım. Anasınıfına gittiğim dönemde - gerçi şimdilerde biraz daha değişti anasınıfındaki uygulamalar- 6 yaşındaydım. Genelde okulda kalmak istemez sık sık eve kaçardım (ev derken de okulun bahçesinden çıkıp yaklaşık 10m. genişliğinde yolu geçmekti yaptığım). Ablam da o dönemde 1. sınıfa başlamıştı ana sınıfına gitmeden. Ablam harfleri öğrenirken ben de g harfinden gözlük, s harfinden yılan falan yapıyordum ana sınıfında. Yalnız akşamları ablamla konuşmalarımızda ve ders çalışmamızda (ilkokulun daha başında ne kadar ders çalışılabilirse artık) ben de ablamla birlikte harfleri öğreniyordum. Sınıfta da öğretmen g ile gözlük yaparken ben hemen bilmiş bilmiş "O gözlük değil 'g' harfi derdim. Öğretmen de beni sever ama yine de kızardı buna. Yalnız mesele yazmaya geldiğinde çok kötü yazardım. El yazısı henüz daha öğretilmezdi o zamanlar anasınıfındayken ve normal yazıda da çok kötüydüm.

1. sınıfa geçtiğimde yine bu devam etti. Yani yazım halen daha çok kötüydü. Öğretmenim Türkan Hanım bazen benimle birlikte sınıftaki birkaç öğrenciyi daha masasına götürür ve yazımızı düzelttirmeye çalışırdı. Sınıfın en başarılı birkaç öğrencisinden biri olmama rağmen en kötü yazı da sanırım bendeydi.

Yazmayı hiç önemsemezdim. Babamın yazısı kendisine göre çok güzeldi ve benim de öyle yazmamı isterdi. Ilk yıllar çok da üstünde durmadı bu yazı işinin. Evimiz 2. sınıftan sonra Muş'a taşındı ve orada da kötü yazıya devam ediyordum. O zamanlar babam artık olaya el koymuş, yaz tatillerinde benden ve Vefa'dan (ki Vefa'nın da yazısı benimki gibi kötüydü) her gün bir sayfa yazı yazmamızı istiyordu. Yazın o sıcak günlerinde evde oturup en az 1 saat yazı yazmak. İşkencenin farklı bir türü. Yazıya çok önem verirdi. Ben bikaç kere sonraki bikaç günün yazısını yazar, sonraki günlerde işi iyice sallar ve en son bi sürü yazı ödevimi biriktirirdim. Sonuçları çok da iyi olmazdı bu durumun.

Okuldaki öğretmenimiz beni çok severdi. Gerçi her gün ödev yapmadığım için dayak yerdim ama yine de diğerleri yaparken benim yapmadığımdan dolayı döverdi öğretmen sadece, yoksa ilkokul boyunca hep en iyi birkaç kişi içindeydim. Yazmaktan bu kadar üstüme gelinmesinden dolayı nefret ediyordum. Sınavlar ve karneler sorunsuz tek tip gelmesine rağmen yine de yazı konusunda fırça yemekten kurtulamıyordum bir türlü.
Sanırım yapımdan kaynaklanıyor bu, istemediğim bir konuda çok üstüme gelindiğinde kaybedeceğimi bile bile yapmıyordum o şeyi (her ne ise artık).
 
Böyle ilkokul bitti ve ortaokula geçtim. Orada da durum farklı değildi. Öğretmenler beni severdi ve kötü de yazmış olsam yine de okumaya çalışırlardı yazdıklarımı. Kimi öğretmen sınav kağıdım elinde, beni çağırıp 'Şuraya ne yazdın Azem' demişti bazı zamanlar. Bazen iki ihtimal varsa ve ben aslında yanlış yapmışsam bile 'Azem çalışkandır, kesin doğrusunu yapmıştır' diye doğru kabul edip tam not da verdikleri oluyordu. Yani kötü yazmak o kadar da kötü değildi her zaman. Faydalı bile oluyordu kimi zamanlar. Türkçe dersi öğretmeni bile yazımdan dolayı kızmazdı bana. Çünkü beğenirdi dersimi ve yazdığım kompozisyonlarımı...
Liseye geçtim ve yazım halen daha kötüydü. Vefa'nın yazısında düzelme vardı ama benimki eskisi gibiydi. Hatta hızlı yazdığım zamanlar kendim bile okuyamıyordum yazdıklarımı. Lisedeki öğretmenler (ya da hocalar) en az umursayanlardı yazımı. Güzel olmayan yazımı okur sonra da notumu verirlerdi. Sıkıntısız, sorunsuz... Artık babam da eskisi gibi değildi. Yazımın iyi ya da kötü olmasının artık önemli olmadığını düşünüyordu. Hani doktorların yazısı hepimizin malumu çoook kötü ya, 'Önemli olan başarılı olman, yazı çok da önemli değil, doktorların da yazısı çok çirkindir ama kimsenin umrunda değil bu' demeye bile başlamıştı. Benim tıp okumaya hiç de niyetim yoktu gerçi, mühendis olacaktım...
Nihayetinde üniversiteyi kazanmış ve okumaya başlamıştım. Bu zamana kadar öğretmenlerle pek de sorunum olmamasına rağmen üniversitede başkaydı herşey. Üniversitedeki öğretim görevlilerinin yazıları okuyamadığında doğrudan üstünü çizip yanlış diye yazdıklarını ancak bikaç notum beklediğimin çok altında gelince öğrenmiştim. Neymiş? Düzgün yazı da önemliymiş. Biraz geç oldu ama orada öğrenmiştim. Şöyle bir soru duyar gibiyim: 'Peki yazın düzeldi mi?'. Cevabı: 'Hayır'. Doğrudan hayır demek de kendime haksızlık etmek olur sanırım. Eskisi kadar kötü değildi ama hızlı yazdığımda her türlü kötüleşiyordu. O dönemde biraz düzgün yazmaya çalışmaya başlamıştım bile.
Hadi gelelim şimdiye. Yazım halen daha kötü. Günlük tutmayı seviyorum aslında. Daha doğrusu yazmayı. Özellikle de Köln'deki ilk zamanlarda buna alıştım. Orada farkettim eskiden neredeyse nefret ettiğim şeyi artık sevmeye başlamıştım. Ilk dönemde her gece tuttuğum günlüğüme (çok her günü aynı gün yazamasam da) yazdığım yazılar genelde tek sayfayla bitmiyordu. Her gün 4-7 sayfa arası sürüyordu. Çok aşırı derecede ayrıntıya giriyordum. Günlük olaylarla ilgili aklıma gelen her türlü detayı yazıyordum. Hatta bazen günlük dışında da yazdığım oluyordu. Bu yazma işi hoşuma gitmeye başlamıştı cidden.
Bir ayrıntı vardı yalnız, benim asıl sevmediğim, daha doğrusu çok da uğraşmak istemediğim, elle yazıydı. Son dönemde bilgisayarla yazmaya başladıktan sonra daha rahat ve daha istekli olmaya bile başladım yazma konusunda.
Şimdi de Dubai'deki son dönemlerim ve yine yazıyorum. Içimden geçenleri, yaşadıklarımı, öğrendiklerimi vs... 
Neymiş peki? Yazmak iyiymiş, ister elle ister bilgisayarla... Ama yazmak lazımmış...

El Azem...

8 Eylül 2009 Salı

Konuşmak mı susmak mı?

Konuşmak mı susmak mı dendiğinde ben genelde konuşma yanlısıyım. 
Niye konuşmak peki? Pek çok zaman susup içinde tutmak iyi gelebilir. Ya da susup içine atmak. Yalnız şu var ki insanın içinin de bi sınırı var. Bir yere kadar dolduktan sonra taşabiliyor. Hani bir bardak vardır. İçine su doldurursunuz. Bir süre sonra en üst seviyeye kadar dolar bu su ama taşmaz. Yavaş yavaş, damla damla doldurmaya devam edersiniz. Bir an gelir ki birden su taşar. Ama taşan sadece son damla değildir, çok daha fazlası taşar. Ve ondan sonra taşan miktarı temizleseniz bile yine de bir kenardan üste dolduracağınız su-daha önce kendisine yol yaptığından-daha rahat bi şekilde ve daha erken taşar. 
Bu bardağı kendimiz olarak düşünebiliriz. Taşmayı da duygu yoğunluğumuzdaki patlama anlarına benzetebiliriz. Patlama olmadan zaman içinde sürekli azaltmak lazım o bardağın üstündeki suyu. Öyle ki hiçbir zaman o taşma sınırına gelmesin. O sınırı dikkatli takip lazım. 
İşte bir bakıma bu nedenlerle bence konuşmak mı susmak mı dendiğinde konuşmak derim ben. Konuşmak derken herşeyi de konuşmak olmayabilir bu. Ya da herşeyi bir kişiyle konuşmak olması da gerekmiyor. En güzeli farklı konuları farklı kişilerle konuşmak. Bu şekilde bir kişi herşeyinizi bilmez ve kendinizi güvende hissedebilirsiniz. Hani herşeyinizin bilinmesi konusunda. 
Bazen düşünmek iyi gelir. Yalnız yine düşünmek konusunda da sesli düşünmek daha iyidir. Bu karşınızda biri varken de olabilir, kimse yokken de. Yalnız asıl önemli olan bu düşünme işleminin sesli  yapılmasıdır. Hani düşündüğümüz zaman kendi içimizden konuşuruz ya kendimizle, bazen herşeyi duyamayabiliriz. Fakat sesli düşündüğümüzde, ya da birine bir konuyu anlattığımızda, bu düşünceler sanki daha bir hayat buluyor. Elle tutulur geliyor. Bu durumda da o düşünceden sonuç almak çok daha kolay oluyor. En rahatı sanki biriyle konuşmak, anlatmak anlatmak anlatmak... 
Bunlardan daha farklı bir yol daha var gerçi. En etkili olanlarından biri bence. Gerçi biriyle konuşmanın, kendi sesinden, kendi düşüncenden daha farklı bir yorum almanın faydası çok. Fakat yazma da oldukça etkili bir yöntem kanımca. Yazma işinde güzel başka bir yan daha var. Bir yandan kafamızdaki herşeyi yazarken, sonrasında bu yazdıklarımızı okuma şansımız da var. Hani bir nevi sesimizi kaydedip sonradan dinleme gibi... Ama bu yazdıklarımızı sonradan, çook sonradan, bazen yıllar sonra, okumak cidden o zamanki halimizi anlamamız konusunda oldukça faydalı bir yöntem. 
Evet, konuşmak lazımdır... İyidir... Yalnız bu konuşmak derken durduk yere her yerde konuşmak şeklinde de anlaşılmamalı. Sadece içeriyi çok fazla yüklememek, susmaktansa konuşmak veya onu da yapmaya gücümüz yoksa yazmak... Daha güzel bir hayata açılan yol desem sanırım biraz mübalağa yapmış olurum ama işe yarayacağı kesin...


Yine başlıksız...

Dün akşam bir arkadaşımla konuşurken şöyle bikaç cümle döküldü parmaklarımdan: 
- İçim çok dolu.
- Boşaltmam lazım...

Bu sözler biraz da son zamanlardaki ruh halimi yansıtıyor... Son bikaç ayda neler olduğunu zaten yazmıştım daha önce. Bugünlerde de belki gitmek üzere olmamdan, belki ilk defa işsiz kalacağımdan (bu işsiz kalacağımdan kısmı daha yeni aklıma geldi), belki 4 yıldan sonra yeni bir başlangıç yapacağımdan, belki bundan sonra farklı bir ülkede (her ne kadar Türkiye de olsa bu, son 6 yılda 1 yıl ancak kaldığım için kendimi biraz yabancı hissetmem normal sanki) yaşayacak olmamdan, belki buradan ayrıldıktan sonraki belirsizlikten, belki şimdiye kadar ilk defa bir gidişe bu kadar çok beklenti sığdırmamdan ve bunun ağırlığının çok fazla olmasından, belki iş/sektör değiştirme isteğimden, belki buradaki çok sevdiğim arkadaşlarımdan ayrılmak zorunda kalacağımdan, belki eski arkadaş çevreme tekrar girmeye çalışacağımdan (gerçi bunun başarılı olma durumu da biraz şüpheli), belki 6 yıl önceki Azem olmadığımdan, belki ..... 
Daha çok belki var aslında. Bu boşaltma daha çok yazmaya yönelik olacak gerçi. İçimi derken de kafamdaki karışıklığı, karmaşıklığı kastediyorum. 

Şimdi aklıma geliyor da asıl hikaye daha Köln'e gitmeden öncesine dayanıyor. Bu kısım daha sonra gelecek. 
Dubai'ye gelecek, 1 yıldan sonra bir yüksek lisans programı bulup eğitimime Almanya'da (büyük ihtimalle) devam edecek ve askerlik için 3 yılımı doldurduktan sonra da askerlikle ilişiğimi halledip sonrasında dönecektim. Bu ilk ve ana plandı.
Ikinci plan ise Dubai'ye gelecek, askerliğim bitene kadar kalacak (bu arada da o zamanki kız arkadaşımı da 1. yılın sonunda evlenerek buraya getirecek), bittikten sonra da hiç durmadan kalıcı olarak dönecektim (gerçi daha geldikten sonraki 2-3 ay içinde ayrılmıştık bile). 

Geriye dönüp baktığımda ikinci planımın ufak bir eksikle (ki bence bu iyi de oldu geleceğim açısından) gerçekleşti. Aslında askerliğim bundan 4,5 ay önce bitti ama sonrasındaki koşulların istediğim gibi olmamasından dolayı da uygulamayı sürekli erteledim. Taa ki geçen güne kadar. Yani 28 Ağustos'a, ihbarımı imzalamama kadar. Bi ara Temmuz sonunda ihbarımın verilmesi ve Ağustos sonuna doğru da dönmeyi düşünmüş hatta bununla ilgili proje müdürümle de görüşmüştüm. Ne oldu peki? Ben zaten istemiştim ve 1 ay sonrasında bu karar geldi şirketten. Kasım'a kadar kalıp sonrasında kendim istifamı bile vermeyi düşünüyordum normalde. Şimdiki durumda da 1 ay öncesinden gidiyorum. 

Düşünüyorum da, ben buraya 2005 yılında 27 Eylül'de gelmiştim ve taa ki geçen yıla kadar aslında bu tarihin daha özel bir anlamı olduğunun dahi farkında değildim. Şimdi de bu yüzden bu tarihde dönmek istiyorum. Tam da 4. yılımın dolduğu ve 5. yılımdan ilk dakikaların sayıldığı zamanda hem de. Yeni hayatıma da bu çok özel günde başlıycam yani...

(Aslında yazacak daha çok şeyim vardı ama bu yazıyı yazarken ara verip yemeğe gidip, sonrasında da Paket6'da Metin'le sohbete dalınca unuttum yazacaklarımı. Gerçi unuttum'dan ziyade aklımdaki birlik kayboldu ve yazacaklarım uçtu gitti...) 


Dubai'yi karabasan yapan yönü

Biraz da Dubai'nin birçok insan tarafından bilinmeyen yönünü anlatmak lazım sanki... Insanlar hep en iyi yanlarını biliyor, daha doğrusu zenginlik olayının nasıl abartıldığını... Şimdi de diğer yönleri...

Burada olduğum dönemde, yaklaşık 2 yıl kadar önce, üye olduğum mail grubundan bir email almıştım. Bu emailde Dubai'deki çalışanların çalışma koşullarına dair fotoğraflar vardı. Bir süredir de burada yaşıyor olduğumdan beldiyenin böyle durumlara kesinlikle göz yummadığı ve uygulayıcılar hakkında çok katı yasaları olduğunu da biliyordum. Bu yüzden hemen cevap atıp o fotoğrafları nereden elde ettiklerini, yani kaynağını sordum. Cevap gelmedi doğal olarak. Çünkü gönderen her kendisine iletilen ilginç bulunan maili, kaynağını araştırıp soruşturmadan, başkalarına da gönderen biriydi. Belki o fotoğraflar Dubai'dendi, belki de değil. Yalnız ben buradaki durumu çok derinlemesine olmasa da biliyorum zaten. 

Hani diğer yazılarımdan birinde söylemiştim ya, Burj Al Arab'ın sadece içini görmek için 40 dolarlık turlara katılmak gerekiyor. Bu da bana hiç de çekici gelmiyor. Bi akşam yemeği de 200 dolar seviyelerinde. Yalnız işin diğer yüzüne bakmak lazım. O restoranlarda çalışanların aldığı maaşlar da kendilerine bir akşam yemeği ısmarlama düzeyinde ancak. Gerçi bu dediğim daha çok orada temizlikçi vb. olarak çalışanlar için geçerli. Diğer çalışanlar belki hem bir akşam yemeği yiyip, sonrasında da kendilerini ay sonuna kadar "idare edecek" paralarını bırakabilirler bir kenarda. 

Biraz rakamlar iyi gelecektir sanırım... En alt kademeden başlayalım. Düz işçi, yani niteliksiz işçi, aylık yaklaşık 500 Dhs gibi bir para alıyor normal mesai karşılığı. Fazladan mesaiye kalması durumunda bu maaşı 700-800 Dhs seviyesine çıkabiliyor. 1 dolar 3.66 Dhs olduğu gözönüne alınırsa temel maaş 135 dolar, mesaili ise 200-220 dolar civarında. Mesaili derken de bu işçi haftada 6 gün, günde en az 10, hatta pek çok zaman 12-15 saat çalışıyor. Özetlersek hayat=çalışmak. Yalnız bu parayı harcadığı görüşünün de ortaya çıkmaması lazım. Parasının ortalama 15-30 dolar civarı bir kısmını kendisine tutup kalanını memleketine gönderiyor. Onu da bazen 3-5 kişi birleşip her ay birinin ailesine göndererek para gönderme komisyonunu da minimize edebiliyorlar. Hintliler en son durumda biraz daha kalifiye olarak değerlendirildiklerinden en düşük ücreti Bangladeşli işçiler alıyor. Normal kalifiye bir işçi aylık normal 250, fazla mesaiyle birlikte de yaklaşık 350 dolar civarı kazanabiliyor. Aynı iş Arap (genelde Mısırlı, Suriyeli vb. olabilir) bir işçiye yaptırıldığında ise bu ücret yaklaşık 1,5-2 katına çıkıyor. Fakat Türk firmaları Türkiye'den de işçi çalıştırıyor ve onların aldığı ücret herhangi bir Hintli'nin aldığı ücretin yaklaşık 5 katı. Verim olarak 2 katı hesaplanmasına rağmen alınan ücretlerde aşırı derecede uçurumlar olabiliyor. 

Gelelim idareci kadrosuna. Aynı işi yapan 3 yıl deneyimli bir inşaat mühendisi Hintli'yse alacağı maaş 1500 dolar ise, Arap mühendisin alacağı 2000 dolar, Türk mühendisin ise yaklaşık 3000+ oluyor. Ingiliz, Avusturalyalı ya da genel olarak Batılı'ysa bu mühendis alacağı para 5000+ olabiliyor. Ki yapılan iş karşılaştırıldığında da fark çok az. Hani Hintlilerin biraz yavaş çalıştığı varsayımı üzerine gitsek bile yine de bu kadar maaş farkının olması tamamen burada "Pasaportun kadar değerlisin" tezimi doğrular nitelikte. Gerçi bu sadece benim tezim demek de yanlış olur, genel yaklaşım böyle. 

Bunlar Dubai'nin karabasan yönlerden birkaçı sadece... 

Başlıksız...


Evet, yeni bir gün daha başladı. Gerçi 2 saati geçti bile yeni gün başlayalı ve şimdi saat 07.20. Şu ramazanın başlangıcından sonraki sabah 6'daki mesai başlangıcı dengemi ciddi anlamda bozmaya başladı. Ağustos ayının son 10 gününde uygulanan 06.00-12.00 arası mesai uygulaması Eylül ayına girmemizle birlikte değişti. Sabah başlangıç yine 06.00 yalnız çıkış 15.00. Bu yüzden de erken uyumak lazım ki ben geceyarısından önce pek de uyuyamıyorum. Gündüz 2-4 saat iş sonrası uyku ve gece de 01.00-02.30 arası değişen garip bir uyku düzenindeyim. Düzenlemem lazım bu düzeni biraz daha. Sabah kalkmak gündüz uykusundan dolayı kolaylaşması gerekirken yine de zor oluyor. 

Acaba diyorum, bunun bi nedeni de gidecek olmam ve işe gitme isteğimin azalması mı? Hani etkisinin olmadığını inkar etmem sanırım çok da gerçekçi olmaz. Bana önerilen ve daha önce de bazı ihbarı verilmiş arkadaşların uyguladığı gibi kampa gidip uyuyabilirim her gün. Kendimi geliştirmeye yönelik birşeyler yapar mıyım? Belki biraz ama çok zayıf kalacaktır. Boşlukta olmak daha da kötü bence. En iyisi normal iş saatlerine uyarak devam etmek. 

Garip bir ruh hali içindeyim. Iyi ki gidiyorum diyorum bir yandan. Diğer yandan da 4 yıldan sonra bu değişiklik bana çok zor gelecek gibi. Tamam, kabul ediyorum. Gibi'si fazla. Zor gelecek. Buradaki hayat standardımı Istanbul'a döndükten sonra da devam ettirmem lazım. İş konusunda yerimi oldukça sağlamlaştırmışken yeni bir başlangıç yapma gereği de zorlayıcı. 

Dün buradaki teknik danışman şirketin paket yöneticisi bana gitmeden önce yerime getirilecek kişiye tüm bilgileri vermemi ve onunla en az 1 hafta birlikte çalışmamı istedi. Aksi takdirde, gülerek, gitmeme izin vermeyeceğini söyledi. Ben de proje müdürümle konuşmasının daha doğru olacağını söyledim. Bu konuşma gururumu da oldukça okşadı. Adamın istediği sadece işlerin düzgün rayında yürümesi olarak da algılanabilir ama bunu bana öyle bir anda söyledi ki hani "Kim gelirse gelsin senden bütün bilgileri almazsa sıkıntı yaşarız, sen bizim için önemlisin" gibi bir anlama geldi kafamda. İşveren, teknik danışman ve bizim MEP ekibinin olduğu bir toplantıdaydık. Ve ben biraz da gidiyor olmanın verdiği bir rahatlıkla onlarla bir nevi oynuyordum. Çünkü hem işveren temsilcisi hem de teknik danışman'ın yöneticileri yapmış oldukları hatalardan dolayı zor duruma düşmüşlerdi ve yapıldı denen şeyler yapılmamıştı. 
Ben de onun bu sözünden sonra kendisini CV'ime referans olarak yazacağımı söyledim. Çok hoşuna gitti bu. 

Hayat gerçekten de çok güzel. Her ne kadar bazen bizi zorlasa, sınasa ve umudumuzu kaybetme aşamasına getirse de... 

Dipnot: Başlık bulma konusunda biraz zorlandığımdan, daha doğrusu normalde bi başlık yazıp ona göre içeriğini yazdığımdan dolayı bu seferki notun başlığı yok... 

5 Eylül 2009 Cumartesi

Dubai - Bir rüya şehir mi yoksa bir karabasan mı?...

Dubai...
Garip bir şehir... Birçok insan için Dubai dendiğinde hep en uç şeyler akla geliyor. Birçoğu için de Dubai bizim memleketteki adıyla Yelken Otel'iyle ünlü bir şehir... Halbuki buradaki 4 yıllık sürem boyunca bir kere olsun gitmek istemediğim bir yer. Insan sadece bi oteli görmek için 40 dolar verir mi? Gerçi sadece görmek değil de bi akşam yemeği de ye denebilir. Yalnız bi akşam yemeği için de kişi başına 200 dolar verilir mi? 
Bana göre değil bunlar. Hiç çekici gelmiyor. Lüksün ne kadar abartılabileceğinin kanıtı var orada. Asansörlerinin imalatında çalışmış olan teknisyenim anlatıyor. Sadece Dubai şeyhine özel bir asansörü varmış otelin. Onun dışında kimse kullanamıyor. Bu asansörün tuşların hep elmas işlemeli, içi altın kaplamalı... Abartabileceğin kadar abart dendiğinde ancak bu kadar çıkar sanırım. Daha fazlasını bilmiyorum... Gerçi insanoğlunun hayalgücü sınırsız. Çok daha abartısını da yapar. Bu 7 yıldızlıysa, bikaç yıla kadar 9 yıldızlısını, 10 yıldızlısını da çıkarırlar. Musluklar altın kaplama olabilir mi bir yerde? Hani çelik olmasıyla altın kaplı olması arasında ne fark var diyor insan bir yerde. Görüntünün dışında yani. Ki ben altındansa gümüşü tercih ederim. Daha şık ve çekici gelir bana gümüş. 
Dubai denince ilk akla gelen dediğimiz bu otelin asıl adı Burj Al Arab. Yani Arap Kalesi. 
Yalnız bunun dışında da çok şey var Dubai'de. Dünyanın şu andaki en yüksek yapısı da burada. Sanırım daha yeni değil, son 2 yıldır en yüksek yapısı. Yükseldikçe yükseldi. 818m diye bir duyum almıştım. Kesin bilemiyorum ama o civarda bişi olması lazım. Yani en yakın rakibinden de yaklaşık 300m daha yüksek. Benim çalıştığım yerin yakınlarında bir proje başlamıştı. 1.4km'lik bir kule daha. Gerçi bunun açıklanma ve başlamasının nedeni ihtiyaçtan falan değil. Zira Burj Dubai, dünyanın şu andaki en yüksek yapısı, 4 milyar dolarlık bir yatırımın sonucu. 1,4km'lik binanın bedeli de heralde 10 milyar dolar civarı birşey olsa gerek. Arabistan'da açıklanan 1001m'lik binayı daha başlamadan geçme isteğinden kaynaklanıyor bu heves. Dünyadaki en yüksek kuleler bu bölgede olacak. BAE, Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan'da yani. Bu nasıl bir yarışdır anlamadım. Hani amiyane tabiriyle. 
Biraz genel kültür bilgisinin yanı sıra biraz da Dubai'yle ilgili temel bilgi vermek lazım sanırım. Burası Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) en kalabalık şehri. Hani Türkiye özelinde düşünürsek Istanbul denebilir. Birçok bilmeyen insan için nasıl Istanbul Türkiye'nin başkentiyse, BAE'nin de başkenti Dubai zannedilebiliyor bazen. Hatta bir keresinde Dubai'yi ayrı bir ülke olarak bile gösterenleri okumuştum bir internet sitesinde. Dubai sadece en büyük nüfusun yaşadığı şehir. En popüler ve aktif şehir BAE içinde. Abu Dhabi başkenti BAE'nin. Dubai ve Abu Dhabi dışında Sharjah, Ras Al Khaimah, Umm Al Quwain, Fujairah ve Ajman emirlikleri de bulunuyor. Her emirliğin kendine has yasaları olabiliyor. Örneğin Sharjah'da alkol ne satılabilir ne de içilebilir. Ama Ajman'da ve Umm Al Quwain'de gayet rahat bir şekilde elini kolunu sallayarak bu alkol satılan yerlerden istediğin içkiyi rahatlıkla ve çok uygun fiyata bulabiliyorsun. Federal bir yapı var ülke yönetiminde. Her şehrin, emirliğin, ayrı bir yöneticisi var. Bunlar aynı zamanda kanun koyucu ve şeyh olarak adlandırılıyor. Dubai emiri, şeyhi, aynı zamanda BAE'nin de başbakanı ve başkan yardımcısı. Abu Dhabi emiri de devlet başkanı aynı zamanda. Diğer emirliklerin şeyhleri de farklı bakanlık görevlerini ifa ediyorlar. Demokrasi olmadığı gibi aslında oldukça da rahat bir ülke burası. Özellikle Dubai'de yabancılar oldukça rahat yaşayabiliyorlar. Daha açık olmak gerekirse, gece gündüz, kadın-erkek istedikleri gibi giyinip, dışarıda eğlenebiliyor, alışverişe çıkabiliyor ya da daha farklı aktivitelerde bulunabiliyorlar. Hani memleket müslüman, Arap, olmasına rağmen yine de kilise, budist veya farklı dinlere ait tapınaklar da var burada. Kıyafet olarak düzgün giyinmeye yönelik çeşitli bildirimler olsa da insanlar kıyafet seçimi konusunda da oldukça özgür. Gecenin ilerleyen vakitlerinde Avrupa'da dahi birçok şehirde kadınlar tek başlarına dışarıda gezmeye çekinebilecekken Dubai'de çok daha rahat bir şekilde yaşayabiliyorlar. İnşaası devam eden aynı zamanda dünyanın en güvenli şehri de olmaya aday Dubai çünkü. Adli olay sayısı yok denecek kadar az. Herkes kendi işinde gücünde daha çok. Buna dair kendi teorim var benim aslında: Zaten memleketin %85'i (resmi rakamlara göre) yabancı, yani vizeyle, burada bulunduğundan ve bunların da birçoğu için burası belki de tek ekmek kapısı olduğundan dolayı insanlar ne bir hırsızlık, ne gasp, adam kaçırma, soygun, cinsel taciz vb. şeyler yapmıyor. Çünkü yakalanır yakalanmaz hapse atılacak, oldukça zorlu hapisane zamanından sonra da memleketine bir daha dönmemek üzere geri gönderilecek. Bu durumda da ekmek teknesinden olacak. Ne gerek var ki herşeyi riske atmaya? Bu yüzden de düzen aynen sürüp gidiyor sıkıntısız, sorunsuz, olaysız...

Devam edecek...

Dubai'de son günler...

Geçenlerde, 29 Ağustos'da, 1 ay sonra işten çıkarılacağım bildirimimi aldım. Aslında istediğim ama biraz daha geç gelmesini istediğim bir haberdi bu. Geldi, hoşgeldi... Şimdi artık gün sayımına başladım. Hani zorunlu hizmetini yapan askerler her geçen günü sayarlar ya, onun gibi bişi. Gerçi şimdi düşünüyorum da 21 günlük askerliğimde daha az gün saymıştım. Bugün itibariyle 21 günüm kalmış. Nasıl geçecek acaba. Bir yandan da buradaki 4. yılımın son günlerini yaşıyorum bu günlerde. 2005 yılında, 4 yıl önce, 27 Eylül'ün ilk saatlerinde, sanırım saat geceyarısından sonra 01.30 gibi bişeydi, Dubai'ye uçağım indiği zaman.
Daha gelmeden önce de düşünüyordum: Ya gelecek seneye bi yüksek lisans bulup gidecektim, ya da burada askerliğimi bitirip dönecektim memlekete. Zira bitti de askerliğim bu yılın Nisan ayının 22. günü. Hür generallik seviyesine çıktım. 
Yalnız içinde bulunduğumuz ekonomik krizden dolayı hemen askerliğim bitişinin sonrasında dönmeyi tercih etmedim. Gerçi ben uzaklarda, askerliğimi yapıyor olduğum sırada Dubai'de farklı olaylar dönüyordu. Çıkışım verilmişti. Kriz bahanesiyle adam azaltmaya gidilen bir dönemde benim de çıkışım verilmiş, gıyabımda ihbarım bile verilmişti. Dönüşümde de 1 hafta, 10 gün içinde kesin çıkış işlemlerim yapılacaktı. Gerçi daha gitmeden bikaç gün öncesinde ben böyle birşeyin olacağı konusunda birinci elden bilgiyi almıştım bile. Onca zaman şirkete hizmet ettikten sonra böyle bi uğurlama... 
Olmadı gerçi, iptal edildi. Daha ben askerken hem de. Kimlerin çıkışımı istediğini, sonrasında da kimlerin bu işlemi durdurduğunu da biliyorum. 
Dönüşten sonradan itibaren artık bu şirkete güvenemeyeceğimi anladığım için yeni iş bulma çalışmalarına girdim hemen. Bir ara olacak gibiydi ama olmadı. Düşünüyorum da, sanırım iyi ki olmadı da. 
Bu arada da benim kesin terhis kağıdım geçti elime. Artık resmi olarak hür generalliğe terfi etmiştim. Gerçi 32 yaşıma kadar her yıl askerlik şubesine gidip bi imza atmam gerektiği de söylendi bana ama işin o kısmı kolay. Asıl büyük adımı halletmişim, bi imzacık kolay iş. 
Şimdi son 21 günüm. Normalde 28inde çıkış işlemlerim yapılacak. Yalnız ben en geç 27 Eylül'de Istanbul'da olmak istiyorum. Daha iyi olacak benim için. Uzun zamandır beklediğim şimdilerde gerçekleşmek üzere...
Aslında buraya daha çok şimdi içinde bulunduğum durumu yazacaktım ama nedense biraz daha ayrıntıya girdim her zamanki gibi... Biraz çalışmam lazım bu konu üzerinde. 

Garip bir his bu... Dubai'deki 5. yılımın ilk dakikalarında buradan ayrılmak... Umarım istediğim gibi olur bu ayrılış. Yani tarih olarak özellikle de. 

Bundan yaklaşık 6 yıl önce Köln'e giderken... Ilk defa yurtdışına uzun süreli çıkıyordum. Tam şimdi hatırlamıyorum ama sanırım bilinçliydi, beklentilerimi minimum tutarak gitmem... Hani eğer bi beklentin olmazsa, orada ne alırsam karıma olacaktı çünkü, en ufak bir artı daha fazla mutlu edecekti beni. Beklentileri minimum tutarak bazı adımları atmak sonuçta yaşanabilecek mutluluğu sınırlayabildiği gibi yaşanması olası hayal kırıklığını da müthiş derecede artırabilirdi... Bu nedenledir ki buraya gelirken de minimum beklentilerle gelmiştim. Askerliğimi bitirecek, yurtdışı çalışma tecrübesi edinecek ve biraz da maddi birikim yaparak dönecektim süremin sonunda. Ki öyle de oldu. Istediklerimi elde ettim. Fazlasını da. Çok daha fazlasını da...
Şimdi dönüş yolundayım ya, Istanbul'la ilgili beklentilerimi daha önceki tecrübelerim gibi değil de, çok yüksek tutuyorum... Bu iyi bişey mi acaba? Kim bilir? Belki evet, belki hayır. Zaman gösterecek. Eskisine, 4 yıl öncesine, nazaran çok daha dolu olarak dönüyorum Istanbul'a. 
Haydi hayat, bu kez göster bana en güzel yüzünü! Senden istiyorum bunu. Bana borçlusun...