16 Ekim 2010 Cumartesi

Tangoya Nasıl Başladım?

Ilk ne zaman başladığımı hatırlamıyorum tam olarak. Sanırım 2008 sonlarındaydık.. Yalnız Berna'nın sevdiğini ve yaptığını biliyordum. Başlamayı da düşünüyor olmama rağmen bir kursa gitmem biraz zaman aldı. Bir pazar akşamı Malecon'da 22.00'e kadar salsa dersinden sonra biraz daha kalmıştım. Hafta içi olduğundan normalde fazla kalmıyordum ders sonrasında. Fakat o gün bir değişiklik yapıp kaldım ve 22.30'da tango dersinin olduğunu öğrendim. Daha önce hiç o kadar kalmadığımdan bilmiyordum. Kimse de söylememişti. O gün tango dersini sonuna kadar izledim. Oldukça ilgimi çekmişti. 23.30'da bitti. Kız-erkek dengesi fena değildi birkaç erkek eksiği dışında. Yani o gün bile başlayabilirmişim meğerse, ama izlemekle yetinmiştim. Dersin bitiminde dersi veren kadın ile daha sonrasında ilk tango hocam olacak Richard Garcia bir şarkı tango yaptılar.

Kadın Kokusu adlı filmde Al Pacino'nun tango yaptığı sahneyi izledikten sonra tangoya başlayan ve bunu hayatının önemli bir yerine yerleştirenleri çok okumuştum ama benimki biraz daha farklı oldu.

Önce ışıklar kısıldı. Hafif bir tango çalmaya başladı. İkisi sahnenin tam ortasında, tangocuların "kapalı tutuş" dedikleri şekilde sarılarak durmuş, sanki müziğin biraz daha yerleşmesini, içlerine nüfuz etmesini bekliyor gibiydi. Daha sonra yavaş yavaş hareket ederek başladılar dans etmeye. O dans, çıplak gözle izlediğim ilk tango dansıydı. Müziğin yavaşlığından da kaynaklı, oldukça yavaş adımlarla, sahnede yürüyorlardı sanki. Kadın, uzun eteğinin de etkisiyle, sanki yürümüyor, yerde su misali akıyor gibiydi.. Dans sırasında gözlerini bir kere olsun açmadı. Yüzünde müthiş bir rahatlık ve o an müzikle dans ediyor gibi değil de, uçuyormuşçasına özgür olduğuna dair bir ifade vardı sanki.. Gerçekten de dansları bir yandan yürüme olsa da diğer yandan uçuyor oldukları izlenmini veriyordu bana..Dans, müzikle ve partnerle birleşip bir olduğunda, en güzel halini alıyor.. Karşımda bu üçlünün en güzel hali vardı..

Tutkunun, aşkın dansı denen tangoyu işte o sırada sevdim. Ve o günkü derse girmediğime sonradan çok pişman oldum. Meğerse her dersin başında önce temel 8'li temel adım denen hareketin üstünden geçilip, sonrasında bir figür öğreniliyormuş. O günü kaçırmıştım ama başka kaçıramazdım. Dersi veren kadınla konuştum ve haftada bir ders verdiğini öğrendim. Bir sonraki hafta oradaydım ama eğitmen gelmemişti. Sonraki hafta yine bekledim ama eğitmen bu kez de hastalandığından gelememişti. Birkaç hafta böyle geçtikten sonra benim gidemediğim bir pazar gecesinde ders yapılmıştı. Bir sonraki hafta gittiğimde son dersin yapılmış olduğunu, bir daha da tango dersi yapılmayacağını öğrendim. Müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım bunun üzerine. O kadar istemiştim tango öğrenmeye başlamayı, ama olmamıştı.

Dubai'de internet kullanımı oradan beklendiği gibi çok yaygın değildi o zamanlar.  Ama şansa dans dünyası biraz daha farklı. Sonraki günlerde biraz araştırma yapınca Richard'a, yani o günkü kızın partnerine ulaştım. Bu şekilde ilk tango derslerim başlamış oldu. Haftada sadece bir gün vardı dersler ve ücreti de derste ödendiğinden tam benlikti.

Böylece tango serüvenim başlamış oldu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Olasılıksız - Adam Fawer

Sadece kitabı okumuş olanlar okusun bunu. Yoksa kitabın keyfi kaçabilir!!!!


Şu anda halen daha okuyor olduğum ve büyük ihtimalle yarın bitecek olan Olasılıksız kitabını okurken kafam bir yerde karıştı. Aslında gerçekten de çok sürükleyici, TV/sinema'da gördüğümüz Amerikan filmlerindeki hikayelere benzer, ama aynı zamanda içinde de çok fazla bilimsel detay bulunduran, çeşitli araştırmalar ve bilimsel teorilerle ilgili bilgiler veren bir roman.

Benim kafamı karıştıran ise kitapta yapıldığını farkettiğim bir hata. Bir yerinde Dr. Tversky daha fazla fon alabilmek için UGA'nın başındaki Dr. Forsythe ile görüşmeye gidiyor. Sonra istediğini alamadan çıkıyor oradan.
Sonra Doc, sonradan Dr. Tversky olduğunu öğreniyoruz, Caine ile bir restorana giderken oraya Peter geliyor. Ve sanki Forsythe ile fon görüşmesinden çıkan kendisiymiş gibi "Heisenberg" hakkında konuştuğu biriyle olan dialogunun kötü geçtiğini söylüyor.
Doc'un sinirli olması, Forsythe ile konuşmasının sonucu olarak görülebilir ama Caine ile ders çıkışı o restorana gittiğinden bu da çok mantıklı gelmedi. Bir önceki gün olduğuna dair de bir detay göremedim.
En son gerçekçi gelmeyen ise Forsythe ile Doc'un, yani Tversky'nin gayet arkadaşça ve birlikte çalışıyormuşçasına olan konuşmaları. Sanki birkaç gün öncesinde tartışan ve diğerini öldürüp bilimsel çalışmalarına sahiplenmeyi planlayan Forsythe değilmiş gibi. Neyse görücez bakalım ...

El Azem...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Depresyon

Demek ki böyle bir şeymiş depresyon dedikleri.
İş güç yok...
Kalp hiç olmadığı kadar dolu ve hiç olmadığı kadar da boş...
Hayat yine de güzel.
Her zaman söyledim bu lafı. 'Hayat güzeldir'.
Sanırım senelerdir söylediğim bu lafın üstünde ilk defa düşünüyorum biraz daha detaylı.
Gözlerim doluyor. Ama akamıyor nedense. Akmalı mı akmamalı mı?
Gözyaşları gözümün burna en yakın kıyısına gelip oradan aşağı doğru inişe geçmeye hazırlanıyor. Yalnız birde kuruyor gözyaşları yine.
Tekrar geliyor kıyıya kadar ama akamıyor aşağıya doğru. Bir akabilse devamının da geleceğinden mi korkuyor acaba? Sanırım bunun cevabı 'Evet'.

Ben değil miydim kendi ufak tefek problemlerimizi dünyanın büyük sorunlarıyla, daha sonra evrenin büyüklüğüyle karşılaştırıp önemsiz olduklarına kanaat getiren. Ne oldu peki beni böylesine duygulandıran?
Yaklaşık 7 senenin bitme noktasında olması mı acaba?
Belki de...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Anayasa Değişikliği Tartışmaları

Biraz da siyaset...
Son günlerde gündemimiz bir anda değişti. Açılımlar (Kürt açılımı, Roman açılımı, Ermeni açılımı, Demokratik açılım, adına ne derseniz deyin), AB'yi bırakın ekonomik kriz, işsizlik gibi ülkemizin en önemli sorunlarının da ötesinde tartışılmaya başlandı anayasa değişikliği. Tartışma aslında bizim memlekete özel tartışma şeklinde gidiyor. Yani kimse karşısındakine kendi fikrini anlatmaya çalışmıyor. Tek yapılan kendi fikirlerini, kendi doğrularını empoze etmeye çalışmak, kendi doğrusunu tek ve geçerli doğru olarak kabul etmek. Tam da Türkiye'ye özel denebilecek bir yaklaşım.
'Neler getiriyor bu değişiklikler?' konusundan ziyade üstünde durduğum konu muhalefet yöntemi. Ne yapıyor muhalefet partileri, ya da yargı organları temsilcileri, ya da STK'lar? Doğrudan 'İstemezuk' tavrı takınıyorlar. Yapıcı eleştiri, yapıcı muhalefet yapmak nerdee... Herkes kendi derdinde. MHP katılmama gerekçesini, ki daha teklifi okumadan önce bile, bu meclisin değil de bir sonraki meclisin bunu yapması şeklinde ortaya koydu. Sanki şimdiki milletvekilleri öcü de yeni gelecekler melek. Ya da diğer bir tabirle, bir sonraki seçimle gelecekler şimdikilerden çok daha iyi olacak... Yok böyle bir şey.
Şimdiye kadar her gelen bir diğerini arattı. Her gelen çaldı, çırptı ve gitti. Memlekete fayda sağlayan çok az çıktı. Onları da zaten ülkede 'en güvenilen kurum' olan ordu tarafından alaşağı edildi. Ordu konusuna sonra geleceğim gerçi. CHP'ye gelirsek onların da dediği aslında MHP'ye paralel bir nevi. Birlikte oturup bir şeyler yapalım derken (belki de yakın bir gelecekte bir daha gelmeyecek) var olan paket üzerinde çalışmaya kesinlikle yanaşmıyor. Neymiş? AKP'nin paketiymiş. Kendileri bir öneri paketi getirip sundular sanki de şimdi de uzlaşmadan böyle bir şeyi yapmayın diyorlar. BDP kendi derdinde zaten. Aslında destek verecekler sanırım ama ön koşul sürüyorlar. Abdullah Öcalan da kendisi dahil olamadığı için BDP'nin hayırcılar arasında olmasını istiyor.
Geçende Ahmet Altan'dan okudum. Cumhuriyetin temelleri sarsılıyor, varsın yıkılsın diyordu. Kesinlikle katılıyorum. Türkiye ilk kurulduğunda 'Tek adam' üzerine kuruldu. Atatürk çok güçlü bir kişiydi. Bu yüzden de cumhuriyetin ilk seneleri nispeten daha rahat geçti. Muhalefet olarak sadece bazı halk önderleri olduğundan, tek parti iktidarı bunların rahatça üstesinden geldi. Zaman zaman katliam (Dersim katliamı) da yaparak. Yalnız Atatürk giderken arkasında bıraktığı halkın cumhuriyetinden ziyade ordunun cumhuriyeti olmuştu. Halk seçiyordu. Ordu ise işler istediği gibi gitmediğinde baştan indiriyordu halkın seçtiklerini. Ana neden hep bu ülkenin insanının güvenilmez olarak görülmesiydi aslında. Başka da bir nedeni yoktu. Bazıları hep bizim için iyi olanı bizden daha iyi biliyordu. İşte bu yüzden hep eğitimsiz bırakıldık. Doğuda halen daha ağaların egemenliği sürüyor. Bu şekildeki cumhuriyetin temellerinin sarsılması hatta yıkılmasını istemek çok da kötü gelmiyor bana. Halkın egemen olduğu bir cumhuriyete demokratik de denebilir ama şimdiki gibi birkaç adamın cumhuriyetine değil. Birkaç adam dediğim de başta ordu olmak üzere HSYK, Anayasa Mahkemesi vb. kurumlar. Onlar hep bizim için en iyi olanı bizden daha iyi bildiklerinden şimdi de onlar karar vermek istiyorlar. Eskisi gibi güçleri ellerinde olsun istiyorlar. Önerilen değişiklikler onların sultasını yıkmak anlamında olduğundan etekleri tutuşuyor tabii ki. Ordu'nun zaten geçmişi çok temiz olmadığından biraz daha sessiz duruyor. Göreve HSYK başkanvekili, Yargıtay başkanı ve Anayasa Mahkemesi geçmiş durumda. Yargının bağımsızlığının yapılması istenen değişikliklerle yok olacağını söylüyorlar Ordudan emir alan bir yargı sisteminin bağımsızlığı ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Bu akşam Kanal D'nin Avrupa yayınında Sabih Kanadoğlu konuk olarak yer aldığı 32. Gün'ü izledim. Yayında Mehmet Ali Birand'ın da sorularıyla yönlendirmesiyle Anayasa Mahkemesine 'Kardeşim size dava geldiğinde acele davranın, çabuk değerlendirin ve referandum olmasını beklemeden iptal edin'; Meclis'e, 'Sonuna kadar direnin ve onay vermeyin'; Halk'a, 'Yüce Türk Milleti, siz bir şeyden anlamazsınız, umarım size kadar gelmez anayasa değişikliği, gelirse de bir zahmet hayır deyin ki biz de sultamızı devam ettirelim' şeklindeydi. Bir mühendis hukuktan ne kadar anlarsa ben de o kadar anlarım. Ama bu konuşmadaki tavsiyeler, gösterilen yollar, bana göre bile hukuka aykırı. Daha devam eden bir sürece böylesine müdahil olmasının dışında bir de Türkiye'nin en yüksek yargı kurumuna işini nasıl ve ne kadar hızlı yapması gerektiğini söyleme cür'etini gösterebiliyor Yargıtay Onursal Başkanı. Bir şey daha söyledi Yargıtay Onursal Başkanı: Anayasa'nın geçici 15. maddesinin (12 Eylül uygulayıcılarına yargı zırhı getiren madde) iptaline kendisinin de olumlu oy vereceğini ama bunun gerekçesi darbe yapanları yargılamak değil de o maddenin artık orada durmasına gerek olmadığı. 12 Eylül darbecilerini koruyan bir Yargıtay Onursal Başkanı. Yorumsuz.
Ne duruma geldiklerinin açık resmidir alsında bunlar. Statükoyu korumaya yönelik son çabalar.
Zaten geçmişte de 411 oyla meclisin, dolayısıyla halkın, aldığı başörtüsüne dair kararı iptal etme cür'etini bile göstermişti Anayasa Mahkemesi. Dayandıkları da nedense hiç kimsenin beğenmediği ama değiştirmeye de çalışmadığı 82 Anayasası. Değiştirilmek istenen, beğenilmeyen anayasayı şimdi de önerilen değişikliklerin onaylanmasını, kesinleşmesini engellemek için kullanıyorlar.
Bütün bu tartışmalar süredursun Avrupa'dan da sürekli destekleyici açıklamala geliyor. AB'ye uyum çerçevesinde atılması gereken adımlardan bir kısmı da bu şekilde halledilmiş oluyor böylece.
Herkes kendi kararını verecek tabii ama bu yolu açmak lazım kanımca. Yani anayasanın toplu değişimin yolunu. Her ne kadar AKP'yi ve uygulamalarını çok fazla beğenmiyor olsam da bu konuda destekliyorum yapılacak her türlü değişikliği. Çünkü bu bir başlangıç olacak. Belki bir sonraki hükumet de, oy bakımından biraz nimetlenmek için, yeni bir anayasa tasarısı önümüze koyacak. Ve belki sonunda 82 Anayasası'ndan kurtulacağız tamamen.
Diğer senaryo ise bu paket onaylanmayacak. Ya daha meclisteyken, ya da referandum sırasında, ya da en son Anayasa Mahkemesi'nin iptaliyle. Ondan sonra da bir daha da yakın bir gelecekte anayasa değişikliği teklifi bile gelemeyecek.
Ben sonunda daha bilinçli bir halk ve daha demokrat bir ülke istiyorum. Bir de halkından korkmayan, tam tersine halkın gücünden faydalanan ve ondan destek alan bir devlet. Bazıları benden daha iyi bilememeli benim için en iyinin ne olacağını. Kendim için en iyi olanı kendim belirleyebilmeli, kendim uygulatabilmeliyim.
Çok şey istemiyorum sanırım. Ne olacağını da zaman gösterecek. Umarım sonunda kazığı yiyen değil de kazanan halk olur bu kez.