3 Eylül 2015 Perşembe

İşyerleriyle Olan Duygusal Bağ

Zamanla her konuda olduğu gibi bu konuda da insanlar doğruyu buluyor sanırım. Benim öğrenmem biraz daha pratik bir tecrübe ile olmuştu.

2009, kriz dönemi. ABD vizesi için şirketten orada çalıştığımıza dair yazı almak istemiştik başka bir arkadaşla birlikte. Bize verilen cevap:

''Şirket bu halde iken, iş yapamıyorken, kriz varken kalkmış vize yazısı mı istiyorsunuz? Olmaz!''

Halbuki talebimiz sadece hakkımız olan, hali hazırda yaptığımız işin kağıt üzerinde de kanıtlarıydı. Başka birşey değil. Bu da şirketin durumuyla ilgili değildi.

Sanırım insanlar gençken, 20li yaşlarında biraz daha saf ve önyargısız, daha duygusal davranıp hareket ederken yaş ilerledikçe daha bi gerçekçi olabiliyor. Deneyim dediğimiz hayatta yediğimiz kazıkların birleşim kümesi değil midir zaten?

İş hayatıyla  ilk tanıştığım zamanlar çok önce olmasına rağmen asıl profesyonel hayata girişim üniversiteden mezuniyetimden sonra oldu.

İlk başlarda şirketin işi için, iş yürüsün diye, birçok defa kendi cebimden harcadığım zaman da oldu. Telefon masraflarımı mesela, kendim veriyordum. İş için arama yapmama rağmen cepten harcamak zorunda kalıyordum. Çünkü şirket cep telefonunu ödemiyordu. Müdürler hariç. Bir de sahadaki bazı mühendisler hariç. Ben o bazı mühendislerden biri değildim. İş için arabayla bir yere gittiğimde de park ücretini cepten verirdim. 1-2 liranın hesabını yapmak istemezdim. Maksat ''iş yürüsün''dü.

Sonraları ise, başka birşeyi farkettim: Başka iş arkadaşlarım en ufak masrafını dahi talep edip alıyordu. Çok elzem olmadığı sürece cep telefonunu kullanmıyordu. 1 liralık dahi park ücretini alıyordu. Bu kişiler benden çok kazandığı halde bunu yapıyordu. Bazı şeyler kafama dank etmeye başlıyordu böylece. Budala'daki Mişkin gibi davrandığımı farkettim.

Zaman geçtikçe öğreniyordum biraz daha. Şirketimden daha zengin olmadığımı farkettim bir süre sonra. Bir süpermarketin paradan altı sıfır atılmadan önce müşterilere vermediği küsüratlardan dolayı günlük kazancının o zamanki asgari  ücretin yarısından fazla olduğunu farkettim. Buna rağmen adamlar aynı politikayla devam ediyorlardı. Bana 1-2 kuruş ödemek için bozukluğu yoktu ama o paradan ciddi anlamda kar elde ediyordu. Hem de kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan. Sormuştum o parayı çalışanlara dağıtıp dağıtmadığını orada çalışan arkadaşıma. Dağıtmıyordu. Her ay en az 10 çalışanının maaşını küsüratlardan kazanıyordu.

Çeşitli markaların alışverişler veya çeşitli çekilişlerle verdiği hediye puanlar/paralar aklıma geldi. Birçok defa o paraların kullanılmadan iptal olduğunu hatırladım. Ya da kredi kartıma 10 günde kullanılmak üzere yüklenen paraları. İptal oluyorlardı tam da son gününde. Ve kimse de itiraz etmiyordu bu duruma. ''Bedava''ya geldiği için o hediye, almasa da oluyordu insanlar. Şirket adına gayet güzel bir durum. Çünkü insanımız çok bonkör. Hakkı olan parayı kullanmaktansa zaten zengin olan şirket sahibini daha da zengin yapmayı tercih edebiliyordu.

İnsanlar kimi zaman evde, sosyal çevrelerinde bulamadıklarını işyerlerinde daha fazla zaman harcayarak, daha çok çalışarak bulmaya, böylece kendilerini kanıtlamaya çalışabiliyorlar. Akşam mesailere kalmalar, haftasonu çalışmalar, tatilde dahi çalan telefonlar da cabası. Birçoğunun derdi işini korumak ve çalışıyor olmak. Böyle olunca da sömüren patronlar daha çok sömürmek için yol buluyor.

Zaman geçiyor. Bir gün geliyor, bir departman kapanıyor. Normal şartlarda bir departman kapandığında, ya da şirkettte küçülme olduğunda, ilk başta en çok çalışanlar çıkarılıyor. Daha düne kadar en çok emek verenler, bir gün sonra ''Persona non grata'', yani ''istenmeyen insan'' ilan edilebiliyor. Tabii şirketler bu gibi ayrılmaları olabildiğince az maliyetli bitirmeyi tercih ettiği için kimi zaman tazminatsız çıkarmak için en çirkef yöntemler dahi kullanılabiliyor. Yüzmilyondolara satılmak istenen şirket 5-6 yıllık 1500 lira maaşlı çalışanına ödeyeceği 10.000 liradan kaçınabiliyor.

Çalıştığınız departmanda sizden daha az kazanan bir arkadaşınıza ufak bir zam vermektense sizi işten çıkarmayı düşünenler birkaç ay sonra siz çıkmak istediğinizde yüzünüze ''Onları yarı yolda bıraktığınızı'' söyleyebiliyorlar. ''Yahu beni çıkarmak isteyen siz değil miydiniz?'' diye soramıyor işte insan o durumda.

Zaman geçtikçe insan öğreniyor, daha az duygusal, daha çok profesyonel olmaya başlıyor. Daha sonra da işini çok sevmeyi, şirketi ile ilişkisini ise daha işveren-çalışan çerçeversinde düşünmeye başlıyor.

Tabii bu durum cumhuriyet tarihinin en büyük internet sitesi satışını yapmış olan şirket sahibinin gelirinin 27 milyon dolarını 114 çalışanına dağıtan yemeksepeti.com gibi firmalar için geçerli değil. Ya da fabrikada çalışanının kredi almasının önüne geçmek için tazminatını vererek işten çıkarıp sonradan tekrar işe alan patron için hiç değil. Ya da kalkıp da Avusturalya'dan gelip Türkiye'de müthiş derecede güvenli madencilik şirketi kurup çalışanlarının hayatını değerli kılan maden şirketi için geçerli değil.

İnsanın işini sevmesi lazımdır. Ya da başka bir deyimle mesleğini. Çünkü meslek kişiliğimizi de oluşturan en önemli parçalardan birini oluşturur. Hayatımızın önemli bir kısmında icra ettiğimiz mesleğimiz. Sevmek lazım. Fakat iş çalışılan şirkete gelince, onda duygusal davranmaya çok da gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü şirket bugün var, yarın yok. Meslek ise her daim sizinledir. 

Budala - Dostoyevski

Saint Petersburg. Dostoyevski'nin mekanı. Romanlarının hep içinde geçtiği şehir. Deli Petro'nun gözbebeği..

Gitmeden önceydi, Dostoyevski'nin bir romanını okumaya karar verişim. Çok uzun zaman olmuştu Dostoyevski okumayalı. Unutmuşum biraz tadını. O tadı damakta, insanın ruhunda güzel bir yer tutan üslubunu, anlatımını..

Annemin son senelerde okuduğu kitaplardan biriydi Budala. Zaten ilk annem önerdi Dostoyevski okumak istediğimi söylediğim zaman. Nedense Dostoyevski denince aklıma ilk Suç ve Ceza gelir. Daha sonra ise Karamazof Kardeşler. Bazı eleştirmenler Karamazof Kardeşler'in daha iyi olduğunu dahi söyler kimi zaman, Suç ve Ceza'dan. Yine de benim için Suç ve Ceza'nın yeri başkadır.

İşte öyle bir ruh halinde aldım elime Budala'yı. Delikanlı vardı bir de. İkisi de iki ciltti. Onu ablam okuyordu. Ben de bu durumda başladım Budala'ya. Budala, daha ilk sayfalarından itibaren beni bir anda içine alarak kendine çekti. Hani durmadan okumaya kalksam, arada yemek aralarını da dahil edersek, uyumadan bir de, bir günde biterdi. Belki biraz daha fazla. Çünkü Dostoyevski'nin dili bir anda insanı içine çekip götürebiliyordu. Bende biraz daha okumak için harcadığım sürenin uzaması gerektiği hissini uyandırdı. Çünkü okumak o kadar zevkli geliyordu ki bitmesini istemiyordum kitabın. Bu yüzden belki de St. Petersburg'a gittiğimde halen daha ikinci cildi bitirememiştim.

Son senelerde kitap okuma sırasında odaklanamama, dikkatimin dağılması sorunlarını sürekli yaşar olmuştum. Budala bunlara derman niteliğinde gibiydi. Budala Prens Mişkin'in yaptıkları, yaşadıkları.. Aynen Raskolnikov gibi, yine gerçek ötesi bir insan, bir kahraman yaratmıştı Dostoyevski. Aynı zamanda da gayet günlük hayatta tanıdığımız birçok insana benzeyen biri. Tüm özellikleri ile değil ama. Parça parça. Kitap hakkında biraz okuyunca, ikinci başyapıtı dendiğini de duymuş ve hak vermiştim.

Dostoyevski'nin hayatından birçok detay, kendi kişiliği, hep romanda yer alır. Bir insan düşünün. Siyasi bir suçtan dolayı tutuklanıp sonrasında mahkemeye çıkarılıyor. Verilen ceza çok ağır: İdam! Böyle bir insanın ruh halini düşünün.

 İdam hemen gerçekleşmediği için bir süre hapiste kalır. Daha sonra idam günü gelip çatar. Arkadaşlarıyla birlikte üçerli gruplar halinde idam mangasının karşısına çıkarılır. Dostoyevski son beş dakikasının kaldığını hesaplar. İki dakikası dostlarına veda etmek için. İki dakikası düşünmek için. Son bir dakikası ise sonuncu kez dünyaya bakmak için. Tüfeklerin hazırlık sesleri gelip de her an bir asır gibi geçmeye başladığı sırada bir ses duyuluyor, bir duyuru yapılır. Yüce çar affetmiştir mahkumları. 4 yıl kürek 4 yıl da askerlik cezasına çarptırılır Dostoyevski. Budala'da bunlar da yer alır, bizzat Dostoyevski'nin hayatından kesitler yani.

Prens Mişkin, toplumda tam anlamıyla budala denebilecek, fakat aynı zamanda resmi olarak da prens ünvanı taşıyan soylu bir insan. Çünkü oldukça dürüst, yalan söylemeyen, ikiyüzlü olmayan, saf bir insan. Hayatının önemli bir kısmını sara hastalığıdan dolayı yurtdışında geçirmiş, ülkesine dönen bir insan. Budala denmesinin asıl amacı budala olması değil yani.

Bir de Nastasya Filipovna var tabii ki. Argo deyişle 'hiç kimseye eyvallahı olmayan', yine Prens Mişkin gibi, gerçek ötesi bir insan, bir kadın. Kaybedeceğini bile bile yapabiliyor bazı şeyleri. Hiç sakınmadan. Kadınlığının, dillere destan güzelliğinin, baştan çıkarıcılığının, erkeklere istediğini yaptırabileceğinin farkında olan bir kadın. Dostoyevski'nin en müthiş kadın kahramanı kimilerine göre.

Verem hastası 17 yaşındaki İppolit var bir de. Hastalığından dolayı bir yandan erken olgunlaşmış, diğer taraftan da halen daha ergen olan bir genç. Neden bilmem, Dostoyevski İppolit'e söyletir prensin ''Dünyayı güzellik kurtaracak'' dediğini. 1800'lerde yaşayan bir insan düşünün. Dünyayı güzelliğin kurtaracağını düşünen hem de. Böyle biri ancak Dostoyevski olabilir tabii ki. İdamdan son anda bağışlanan bir insan. Hayatı, sağlığı bozulmuş, fakat yaşama sevinci dolu bir insan. Teknik eğitim almış, fakat edebiyatçı olmayı tercih etmiş bir insan.

Genelde Budala'dan bahsederken kitabın arkasındaki yazılar, özellikle birkaç kişiyi öldürmüş bir kişinin içinde bulunduğu koşullar ve bu durumun yarattığı baskıdan böyle cinayetleri gerçekleştirmiş olduğu ve bu yüzden de affedilmesi gerektiğinin kitabın ana konusu olduğunu yazar. Gerçekten de buna dair konuşmalar geçiyor kitapta. Kimi adamın (katilin) içinde bulunduğu durumdan dolayı suçlu olmadığını dahi söyler. Bir tartışma başlar. ''Kişinin içinde bulunduğu durum cinayet işlemesine mazeret/kılıf olabilir mi?'' Güncel olaylara dair tartışmalarla geçer kimi sayfalar. Toplum eleştirilerini buralardan okuruz. İnsan ruhunun derinliklerini ne kadar iyi anladığına dair bir kere daha emin oluruz böylece. Rus insanını anlatır, Dostoyevski, kendi insanını.

Budala, Dostoyevski'nin olmazsa olmaz okunması gereken kitaplarından. İnsanın ne kadar saf, ne kadar kalbi temiz, ne kadar affedici, ne kadar bensiz olabileceğine örnek sunar bize. İnsan olmanın da, aslında çok kolay olmadığını, bir sanat olduğunu anlatır. Aşkı anlatır bize Budala. Bir insanını aşkı için neler yapabileceğini anlatır. Aşkın karşılıksız olmasını, iki insanı sevmenin, sevebilmenin nasıl bir duygu olduğunu..

Budala aynı zamanda bir toplum eleştirisidir. İkiyüzlülüğün normal, dürüstlüğün ise budalalık olarak görüldüğü bir toplumun eleştirisi. 

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Toms Ayakkabı - One For One

 
Aranızda Toms marka ayakkabısı olan var mı?

Peki kutusunun yan tarafında yazan "One for One" yazısının anlamını bilen var mı? İngilizce'de doğrudan çeviri ile anlaşılabilecek anlamından söz etmiyorum. Gerçekten de firmanın niye böyle birşey yazdığını bilen var mı?

"Toms'larımı mı giysem yarın?"
"Bu Toms'lar çok rahat"
"Yeni Toms'larımı gördün mü?"

Bu ve benzeri konuşmalara şahit olmuşuzdur. Geçende sokakta geçerken birinden duydum. "Toms'larımı tatile götürsem mi?" diye konuşuyordu. Nedir peki Toms ayakkabıları bu kadar ünlü yapan? Birçok markanın benzer ürünler üretmesine neden olan Toms'un ne özelliği var? Bir yandan onlarca farklı markanın (kimi ünlü markalar da dahil) bir yandan ise taklitlerinin dolaştığı Toms ne işe yarar?

Gördüğüm kadarıyla Beymen, Boyner, Vakkorama gibi büyük ve lüks perakendeciler başta olmak üzere birçok farklı dağıtıcı Toms ayakkabılarını Türkiye'ye getiriyor. En ucuzu ise 200 liranın üstünde olan modelleri yüzünden Toms'a lüks ayakkabı gözüyle bakabiliriz.

Toms ayakkabılarının kökeninin ise lüks ile pek alakası yok aslında. Bildiğimiz ayakkabıların geçmişi Pireneler'deki çobanların yerel Jute denen bitki lifinden yapılma malzemesi olan bir ayakkabıya kadar gidiyor. 4000 yıllık geçmişi var bu ayakkabıların. Alpargatas ya da Espardille deniyor. Dediğim gibi, son dönemde bu kadar moda olan ayakkabılar aslında çobanların ayakkabıları. 

Gelelim Toms'un hikayesine: Blake Mycoskie, Toms'un kurucusu, 2006 yılında Arjantin'e gidiyor. Orada ayakkabısı olmayan çocukları ve bu ayakkabı yoksunluğunun yarattığı özellikle sağlık sorunlarını görüyor. Ayakkabısı olanların ise "alpargata" denen yerel ayakkabılar giydiklerini farkediyor. Oldukça basit ve maliyeti düşük olan bu ayakkabılar ilgisini çekiyor. Orada bu fikir aklına geliyor. Yani Toms'un çıkış fikri. Oradan dönmeden önce de 250 tane örnek yapıp ABD'ye geri dönüyor.

Döndükten sonra biraz da ailesi ve arkadaşları ile üstünde uğraşıyor ve Toms, yani ''Tomorrow's Shoes'' ortaya çıkıyor. Yalnız asıl amaç sosyal bir probleme çözüm sağlamak olduğu için Maycoskie ''One For One'' diye çıkışını yapıyor. Aldığınız her ayakkabı için aynısından bir taneyi Arjantin'de ihtiyacı olan düşük gelirli kesimdeki insanlara, çocuklara hediye ediyor. Diğer bir deyişle o giyilen ayakkabıların aynılarını başta Arjantin olmak üzere dünyanın birçok yerindeki fakir insanlar da giyiyor bu proje sayesinde.

49$ fiyatı olan klasik model Toms ayakkabının aynısını dünyanın bir yerindeki ihtiyacı olan insanlara veren bu projedeki güzel olgu firmanın, yani Toms'un reklam yapmıyor olması. Birçok Adidas, Puma, Nike gibi ayakkabı markaları milyonlarca dolar parayı reklama harcarken Toms'un reklamını kullananlar ve projedenu haberdar olanlar yapıyor. Ben mesela ''Sosyal Girişmcilik'' ile ilgili Barış Üniversitesi'nin online eğitim programı sırasında öğrendim. Sonraki hedefim bir adet bu ayakkabılardan alarak projeye katkı sağlamak oldu.

Proje ayakkabı olarak başlamasına rağmen sonrasında gözlük, çanta, aksesuar gibi ürünlerle zenginleşerek büyüdü. Birçok firma tarafından reklama harcanan para ise zenginleri daha da zenginleştirmek yerine ihtiyacı olan insanlara doğru gitti.

Kurucu Blake Maycoskie bir röportajında ilk zamanlarda havaalanında karşılaştığı, ayağında Toms ayakkabılardan olan bir kadına sormasının hikayesini anlatıyor. Söylediğine göre kadın kendi öz annesinden bile çok daha heyecanlı ve istekli bir şekilde Toms'un hikayesini anlatmış.


Müthiş birşey bu gerçekten de. Düşünsenize yaptığınız birşeyi başka biri ailenizden, en yakınlarınızdan dahi daha büyük bir heyecan ile anlatıyor. Toms'un asıl gücü de burada sanırım.

Sonrasında yerel ekonomilere kötü etki ettiği yönünde ciddi eleştiriler almış Toms. Çünkü ücretsiz dağıttığı ayakkabılar yüzünden yerel ayakkabıcılar ayakkabı satamaz olmuş. Bir yandan iyi yapmaya çalışırken diğer yandan zarar verdiklerini farkedince ayakkabıları yerel üreticilerden temin etmeye başlamış Toms. Böylece yerel ekonomiye de katkı sağlamış.

İlk yıl 10.000 (onbin) ayakkabı dağıtan Toms'un ikinci yıl dağıttığı ayakkabı sayısı 200.000 (ikiyüzbin). Evet, yanlış duymadınız. 200.000 çift ayakkabı dağıtmış Toms ikinci yılında. Kurulduğu 2006 yılından bu yana 37.000.000 çift ayakkabı dağıtmış dünyada birçok ülkedeki ihtiyaç sahiplerine. Ayakkabının dışında başlattığı gözlük satışı işinden kazancının bir kısmını ihtiyacı olan insanlara görme yetisini tekrar kazandırmaya harcamış.


Müthiş bir hikaye, değil mi? Yani o aldığınız Toms ayakkabılar sıradan birer ayakkabı değil. Dünyanın başka bir yerinde bir insana yardım ettiğinizi de bilerek almak lazım. Blake Maycoskie, ilham alınması gereken bir girişimci. Hikayesinin bir kısmını ve aldığı ödülleri kendi sitesinden okuyabilirsiniz. Toms

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Farkındalık, Farkında Olmak

Öğrenciydim. AEGEE-İstanbul'a katılmıştım ve güzel şeyler yapıyorduk. Bir sene kadar yoğun çalıştıktan sonra diğer arkadaşların da destek ve yönlendirmeleriyle yönetim kuruluna üye olmaya karar vermiştim. Başkan yardımcılığıydı istediğim görev.

İki başkan yardımcılığı pozisyonu vardı ve biz üç adaydık. Ben, Burak ve Levent. Herkes ayağa kalkıp üyelerin karşısına diziliyor, sonra da neler önerdiğiyle, neler yapacağı, neler yapmayı planladığıyla ilgili soruları cevaplıyordu. Sıra bana gelmişti. Alper bana ''Nedir Avrupalılık?'' diye sormuştu. Evet, ''Nedir Avrupalılık?''

O zaman gelişime açık olmak, eğitim, topluma fayda sağlamak gibi şeyler söylemiştim. Sonradan öğrendiğim kadarıyla asıl beklediği cevap bu değildi Alper'in. Ona göre ''Avrupalı olmak'' demek ''Farkında olmak'' demekti. Farkında olmak etrafında, yaşadığın şehirde, ülkende ve dünyada. Neyin olup bittiğinin farkında olmak ve yanlış ve/veya eksik gördüğü konularda birşeyler yapmak, elini taşın altına koymaktı. Ya da ben öyle hatırlıyorum.

Bazen düşünürken aklıma gelir. Şimdi de düşünürken aklıma geldi. Hayatımın son on seneden fazla bir zamanını ''farkında olmak'' için kendimi geliştirme çabalarıyla geçirdim. ''Farkında olmak''tan kastım herşeyin, her olup bitenin neden ve nasıl olduğunu düşünüp anlamaktan geçiyordu. Kimi zaman çok basit konuları dahi anlayamayabiliyordum. Özellikle de hayat ve insan ilişkileri konusunda. Ya da insanların tartışmaları, kavgaları ve bunların nedenleri konusunda.

Benim ''farkında olmam'' biraz daha farklı sanırım. Mesleğim olan mühendislik, hobim olan fotoğraf ve dans hep etrafımda olup bitenle, dünyada yaşananlarla ilgili daha bi farkında olmama ciddi anlamda katkı sağladı. Neden-sonuç ilişkisi içinde herşeyi düşündüm. Her yargıdan, her olaydan, kazadan, yaşanandan sonra ''neden?'' sorusunu sordum. Sonrasında ise bu ''neden''in nasıl bir ''sonuç'' doğurduğunu.

Hayatta yaşadığımız herşeyin bir nedeni ve bir sonucu var. Dündü sanırım, Radikal.com.tr'de bir yazı okumuştum. Doktora öğrencisi olan yazar terörün hepimizin sorunu olduğunu, hepimizin terör konusunda sorumlu ve problemin bir parçası olduğumuzu istesek de istemesek de kabul etmemiz gerektiğini anlatıyordu. Yine neden-sonuç ilişkisi içinde düşündüğümde onun kadar bilimsel ve doğru kelimelerle ifade edememiş dahi olsam onun gibi düşünmüş olduğumu gördüm. Farkında olduğumu bir kez daha hatırlattı bu durum bana.

Hayatta farkında olmak lazım birşeylerin.

Mesela sokakta, açık havada dahi sigara içtiğimizde o dumanın sadece bizi değil çevredeki diğer insanları da etkilediğinin farkında olmamız lazım.

Sigara içtikten en erken onbeş dakika sonra çocuklarımızın yanına yaklaşmamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Trafikte karşıdan karşıya geçerken yolun kimin hakkı olduğunu düşünerek, yaya geçidinde yayalar beklerken arabamızla geçerken aslında onların yol hakkını çaldığımızın farkında olmamız lazım.

Bir yerde sıra beklerken aradan ''kaynak'' yaptığımızda başkalarının zamanını çaldığımızın farkında olmamız lazım. Ve zamanın çalındığında asla geri verilemeyen tek şey olduğunun da farkında olmamız lazım.

Karşımızdaki ile konuşurken onu kırmama konusunda azami özen göstererek kırılan bir kalbin ne kadar çalışsak, çabalasak da kolay kolay eski haline gelmeyeceğinin farkında olmamız lazım.

Birilerine sinirlendiğimiz için bağırıp çağırdığımızda başkalarını da rahatsız ediyor olduğumuzun farkında olmamız lazım.

Çevremizde olan biten haksızlıklara konu bizimle ilgili olmasa dahi karşı çıkma ve gerekli mercileri uyarma konusunda farkında olmamız lazım.

Her zaman duygusal değil gerektiği yerde akılcı kararlar da almamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Güvenin talep edilebilecek birşey olmadığının, ancak kazanılabilecek birşey olduğunun farkında olmamız lazım.

İnsanların doğruyu duyma hakkının farkında olup onlara yalan söylemememiz gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Bazen maddi bazen manevi çıkarlarımız için yolumuzdan çıkınca kazandığımızın kaybettiğimizin yanında cüce kaldığının farkında olmamız lazım.

Dünyada bizden bir tek olduğunu, aynı durumun tüm diğer insanlar için geçerli olduğunu farketmemiz lazım. Bu yüzden de hiçkimsenin, hiçbir başka kişiden, hiçbir ırkın bir diğerinden, hiçbir dinin bir diğerinden üstünlüğü ya da aşağılığı olmadığının bilincinde, farkında olmamız lazım.

Herkese asgari sevgi ve saygıyı gösterme konusunda farkında olmamız lazım.

İnsanların gösterdiği iyi niyetin onların aptal olduğu anlamına değil, iyi niyetli olduğu anlamına geldiğinin farkında olmamız lazım.

İster kabul edelim ister etmeyelim etrafımızda doğrudan olmasa da dolaylı olarak birçok konuda nedenlerin bir parçası olduğumuzu unutmayalım.

Şüpheli birşey olduğunda ''kimin yararına?'' sorusunu sorarak doğruyu bulmaya çalışmamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Bize akıl verildiğini, bu aklın bizim kullanımımız için verildiğini, israf etmek için verilmediğini bilerek buna göre davranmak lazım.

Hayatta her kararımızın başkaları kararımızı etkilese de aslında biz onlara etkileme izni verdiğimiz için o kararların bizim kararlarımız olduğunun farkına varmamız lazım. İyi ya da kötü sonuçların hep bizim kararımız sonucunda ortaya çıktığını bilmemiz lazım.

Kendimiz için istediğimiz şeylerin aynısını başkaları için de isteme yürekliliğini gösterme konusunda farkında olmamız lazım.

''Bazıları'' sözkonusu olduğunda normalde kabul edeceğimiz şeyleri reddetmememiz lazım. ''Tamam, ama...'', ''Haklısın, ama...'' ile başlayan cümle kurmamamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Yere attığımız çöpün kanalizasyonun içine gidip diğer insanların attığı çöplerle birlikte birleşerek kanalları, su yollarını tıkayabileceğinin farkında olmamız lazım.

Aynı zamanda yere attığımız çöpün onlarca, belki binlerce sene yerde kalabileceğinin farkında olup ona göre çöp kovalarını kullanmamız lazım.

Bilgisi olmayıp fikri olanlardan olmamamız lazım.

İnsanları bilgili-bilgisiz, eğitimli-eğitimsiz diye ayrımlara sokmadan herkesin eşit olduğunu kabul etmemiz gerek. 

Bu liste daha uzar gider..

Amaç belli ama. İnsanların biraz daha farkında olmalarını sağlamak. Farkındaysak ne mutlu bize. Değilsek de acilen farkında olma çalışmaları yapmak lazım..

21 Temmuz 2015 Salı

Tane Hesabı İle İnsan

Son dönemde iyice duyar oldum. İnsanlar tane ile sayılıyor.

''24 tane asker'', ''301 tane madenci'', ''30 tane genç'' gibi.. İnsanlar taneyle söyleniyor. Özellikle de ölen ya da yaralanan varsa ''tane'' ifadesi kullanılıyor. Sanki insan ölü ya da yaralı olunca taneyle kafa hesabı yapılabilir gibi.

İnsanlardan ''tane'' hesabıyla bahsetmek bana müthiş derecede insanlık dışı ve gayri ahlaki geliyor. Sanki arka planında ölenleri boş, değersiz gösterme çabası var gibi geliyor. Halbuki ''ateş düştüğü yeri yakıyor'', her yeri değil.

Dünyada ve memleketimizde en yaygın olan İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca'da tane diye bir kavram olmadığını biliyorum. Yani ''3 persons'' ya da ''3 people'' denir, ''3 pieces person'' denmez. Aynı şekilde ''3 Menschen'' denir, ''3 stück Personen'' gibi bir kullanım yoktur!

İnsan oralarda adetle hesaplanmaz çünkü.

İnsan oralarda değerlidir çünkü.

İnsan oralarda memleketin temel unsurudur çünkü.

Biraz daha geri kalmış memleketlere bakalım desem. Oralarda nasıl olduğunu araştırsam.. Afrika dediğimizde orada da yerli dillerden çok İngilizce ve Fransızca yaygın. Bir de kuzeyde Arapça. Arapça'da yok öyle bir kullanım. Farsça ve Çince'de de. Şimdi o dilleri öğrenen ve konuşan bir arkadaşımdan öğrendim.

Peki bizde niye durum farklı?

Niye bizde insanlar tane hesabı yapılabiliyor?

Kıymetimiz adet hesabına göre mi yapılıyor acep?

İnsanlar oralarda, gelişmiş denen ülkelerde değerli demiştik yukarıda. Acep bizde değersiz mi?

Cevap sanırım koskoca bir EVET. Bizde insan hayatı değersiz. İstatistiksel değerlerden öteye geçemiyor insan hayatı. Gezi'de 8 can gitti. Soma'da 301 can. Suruç'ta 32 can. Adıyamanda 1 can. Reyhanlı'da 52 can.. Bu liste daha uzar gider. Çünkü o 'can'ların adları sanları yok. Onlar tane hesabı yapılabilen insanlardan.

Ne zaman ki siyasetçiler insanlar için ''tane'' demeyi bırakır,
Ne zaman ki bir cana dahi zarar geldiğinde tüm memleket ayağa kalkar,
İşte o zaman bu memlekette de insan değerli olur.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Kaderin İlginç Döngüsü


Bir patron düşünün. Çalışanlarına asgari ücret verip bunun dışında da herhangi bir ek gelir/imkan vermeyen bir patron bu patron.

Çalışanlarından Saliha, küçük bir çocuk sahibi. 3 yaşında henüz kızı. Saliha bizim patronun yanında çalışıyor. Haftada 6 gün hem de. Cumartesi öğlene kadar. Kimi zaman akşam vardiyasında da çalıştığı oluyor. Arada sık sık biraz daha fazla para kazanabilmesi için mesai yapmak zorunda kalması da cabası.

Saliha'nın eşi de başka bir işyerinde yine asgari ücretle çalışan bir işçi. Aileleri de uzakta olduğundan çocuklarına bakacak kimse yok. Kreşe vermek için yeterli paraları da olmadığı için çocuğu ücretsiz, gönüllülerin görev aldığı bir dernek bünyesindeki kreşe bırakıyorlar her sabah. Gönüllüler çocuk bakım konusundaki profesyonellerden değil, çeşitli farklı sektörlerde çalışan profesyonellerden, emeklilerden ve pek çok üniversite öğrencisinden oluşuyor. Kreş akşama kadar açık olmadığından oradakilerden yardım istiyor Saliha ve her akşam kızını kapıdaki güvenlik görevlisinden alıyor. Kreş nispeten iyi olmasına rağmen işine çok da yakın olmadığı için akşamları kızına daha erken kavuşmak için biraz fazla koşturması gerekiyor. Çocuğu ufak olduğu için kimi zaman diğer çocuklarla kavga edildiğinde patronundan izin alarak kreşe gitmesi gerekiyor. Bu gidişler kimi zaman maaşından kesintiye dahi yol açabiliyor.

Yukarıda bahsettiğimiz patron sadece iş odaklı değil, aynı zamanda sosyal olarak da aktif zaman geçirmeyi seven bir patron. Aynı zamanda çeşitli dernek/kurumlarda gönüllü olarak çalışmaları da var. Hem de ciddi anlamda zaman harcıyor bu gönüllü çalışmalarına ve çalışanlarını da teşvik etmeye çalışıyor. Yalnız gönüllü çalışmayla yetinmeyip her ay sürekli olarak bu gönüllü çalıştığı kurumlara da maddi yardımda bulunuyor bizim patron. Vermenin önemli olduğunu biliyor. Hatta bu yaptığı bağışları vergiden dahi düşürmeye çalışmıyor.

Bizim Saliha bir Cumartesi günü öğlen iş çıkışında kızını almaya kreşe gittiğinde orada patronunu görüyor. Selamlaştıktan sonra patronu çocuğunu oraya bıraktığını öğreniyor. Biraz ayaküstü sohbet ettiklerinde patron Saliha'nın gelirinin az olduğu için kızını oraya bırakmak durumunda kaldığını ve kimi zaman arada izin alarak kızıyla ilgilenmeye gittiğini öğreniyor. Eşinin de çalıştığını, fakat onun da asgari ücret aldığı için geçimlerini sağlayamadıklarını, gelen paranın anca yeme içme ve kirayla bittiğini öğreniyor. Üzülüyor ama elinden birşey gelmeyeceğini düşünüyor.

Bir de diğer açıdan bakalım:

Saliha çalıştığı işine göre hakkı olduğunu düşündüğü (mesela asgari ücretin 1,5-2 katı kadar) maaş alan bir çalışandır. 3 yaşındaki kızını işyerinin yakınındaki bir kreşe vermektedir. Her gün öğlen arasında, hatta bazen arada kızını görme fırsatı da oluyor. Maaşı zaten iyi olduğundan mesaiye kalması da gerekmediği için normal mesaisinde de oldukça efektif ve mutlu çalışıyor.

Patron ise sosyal hayatına daha çok zaman harcayacak zaman buluyor ve daha mutlu oluyor.

Hangisi sizce hem bireyler hem toplum için daha iyi? Çalışanlarına az maaş verip parayı dernek/vakıf/kar amacı gütmeyen kurumlara vermek mi? Yoksa çalışanlarına hakkını verip gönüllü kurumlara daha az vakit/para vermek mi?

Görsel: http://www.ozguryazilim.com.tr/wp-content/uploads/2013/03/dongu.jpg 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Kadınlar

Kadın bir çiçektir,
Hem de en güzeli,
En renklisi,
En mutlusu.

Siz hiç siyah renkli bir çiçek gördünüz mü?
Ben görmedim.
Bilmiyorum nasıl olduğunu,
olabileceğini.
Bildiğim tek şey,
milyonlarca renk varken
karalar bağlamak yakışmıyor kadına..

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Afedersiniz ile Pardon Arasındaki Farklar

Ciddi farklar var aslında ikisi arasında. Yani 'aferdersiniz' ile 'pardon' arasında.

Afedersiniz tamı tamına 5 heceden oluşur. Pardon ise sadece 2 heceden. Daha kolaydır söylemesi 'pardon'u. Diğer yandan 'afedersiniz' demek için en az 1 saniye daha fazla zaman gerekir. Zaman, ki içinde bulunduğumuz dönemde en çok ihtiyacını hissettiğimiz fakat bir türlü sahip olamadığımız olgu, şey.

Birine çarptığınızda hiç durmadan devam edip yürüyebilirsiniz. O sırada 'pardon' dersiniz, olur biter. Fakat 'afedersiniz' demek için en az bir an durup bu kelimeyi söylemek, sonrasında ilerlemek gerekir.

'Afedersiniz' demek daha çok zaman ve düşünce gerektiren bir kelimedir. Çünkü içinde hem kibarlık bulunduran 'siz' hitabı vardır, hem de bir fiil vardır: Af etmek. Yanlış yaptığınız bir hareketten dolayı af isteyebilir bir insan. Başka türlü değil. Ya da yol istemek için kullanılabilir bu cümle. Evet, cümle. Çünkü 'afedersiniz' aynı zamanda bir cümledir. Sadece fiilden oluşan bir cümle, ama işin sonunda bir cümledir. 'Pardon' ise sadece bir kelimedir. Bir ünlem kelimesi sadece. Daha fazlası değil.

'Afedersiniz' Türkçe bir cümledir. 'Pardon' ise yabancı, Fransızca kökenli bir kelimedir. İsim diye geçiyor TDK sözlüğünde.

Tüm bunları niye yazdığıma gelince, aslında gayet basit: Kibar olmak, tanımadığımız insanlara karşı nazik olmak gerektirir 'afedersiniz' kelimesi. 'Afedersiniz' diyen bir insan zaten nispeten kibar ve nazik bir insandır. Çünkü kullandığı kelime/cümle ile karşısındakine hayatından en az 1 saniye zaman ayırmış olur. 'Pardon' diyen ise bunu düşünecek nezakete sahip değildir. Daha doğrusu bunun o kadar da önemli olduğunu düşünmez. 'Pardon' kelimesini kullanan insanların hepsinin kaba insanlar olduğu çıkarımında bulunmuyorum burada tabii ki. Sadece 'afedersiniz' diyen bir insan kadar kibar ve düşünceli ve nazik bir insan olmadığını belirtmek istiyorum.

12 Mayıs 2015 Salı

Eskilerden

Üniversiteye yeni başladığım zamanlardı. 17 yaşındayım. Henüz 18 olmama var bir ay kadar. Zorunlu Türkçe dersine girdim. Farklı bir bölümden alıyordum Türkçe dersini. Üniversiteye başlamanın, liseyi bitirmiş olmanın verdiği o farklı hava var içimde ve ruhumda. Mutluyum yahu!

Hoca/profesör derse girdi. Sanırım ikinci haftasıydı okulun.Ya da üçüncü. İlk ders değildi yani.

"Arkadaşlar, boş bir sayfa çıkarın" dedi. "Dilekçe yazmayı öğreneceğiz bugün. Sekreter arkadaşlar şikayet etti öğrenci arkadaşlar dilekçe yazmayı bilmiyor diye" diye ekledi.

Bir garip hissetmiştim. Ağrı'daki bir lisede mezun olmuş olmama, tüm ilköğretim ve ortaöğretim hayatım da Ağrı-Van-Muş üçgeninde tamamlanmış olmasına rağmen dilekçe yazmayı gayet de iyi biliyordum ben halbuki. Hiç bir zaman da bu konuda şikayet almışlığım yoktu. Yazım en kötülerden olmasına rağmen yine de her türlü dilekçeyi düzgün yazabilirdim.

Demek ki onca senelik eğitimden sonra dahi dilekçe yazmayı öğrenememiş birçok öğrenci vardı Türkiye'nin en iyi birkaç üniversitesinden olmasa dahi oldukça iyi üniversitelerinden birindeydim. Oldukça yüksek ortalama ve sınav sonucu ile girilebilen bir üniversite öğrencileri o sınavlardan başarıyla geçmiş ama dilekçe yazmayı öğrenememişlerdi. 5 yıl ilkokul, 3 yıl ortaokul, 3-4 yıl liseden sonra hem de.

Bazen düşününce memleketimizin en büyük sorunlarından birinin de bu olduğunu düşünmüyor değilim: Ana dilini dahi düzgün öğretemeyen, kullanamayan bir memleketin insanı olmamız yani. Bir insan ana dilini düzgün bilmezse, o kişi kendini yeterince iyi ifade edemez. Kendini ifade edemeyince de insan biraz daha agresifleşebilir. Kavgalar vs. çoğunlukla bundan ortaya çıkar. Bir türlü anlaşamamaktan yani.

Köln'deyken oradaki Türk ailelerin çocuklarıyla ilgilenirken farketmiştim. Çocukların birçoğu kendilerini tam olarak ne Almanca ne de Türkçe ifade edebiliyorlardı. İkisinin karışımından oluşan bir dili kullanarak anlaşıyorlardı. Kendi aralarında çok sorun olmasa da Almanlarla ya da Almanca bilmeyenlerle anlaşmak ciddi güç olabiliyordu kimi zaman. Onca çocuğun arasında Halil İbrahim vardı. Hem Almancası hem de Türkçesi oldukça iyiydi Halil İbrahim'in.Öyle olmasının nedeninin kendisinin artık oradaki 3. nesil olmasından kaynaklandığını anladım. Anne-babası Türkçe'yi de iyi biliyordu, Almanca'yı da. Evde sadece Türkçe, dışarıda sadece Almanca bir hayat sürdüğünden iki dili de oldukça iyi öğrenmişti. Diğer çocuklar ise arada kalmış, sıkışmışlardı, kendini hiçbir dilde tam olarak ifade edemeyen insanlar olarak.

14 Nisan 2015 Salı

Bir Reklam Panosu Analizi: Nükleer Enerji, Temiz Enerji, Milli Enerji


Akkuyu Nülkeer Santrali ile ilgili yukarıda görünen reklamı görmeyeniniz yoktur sanırım. Pek çok reklam panosunda yayınlanıyor bu reklamlar. Çocuklar var ön tarafında. Güler yüzlü, bisiklet kullanan çocuklar. Sağlıklı, sağlığının doruğundaki çocuklar. Peki nükleer santralin bununla ne alakası var? Nükleer santral çocukların bisiklete binmelerine mi yardımcı oluyor? Doğru düzgün kaldırımın dahi olmadığı İstanbul'daki reklamlarda bisiklet kullanan çocuk reklamı gerçekten de ilginç olmuş.

Şimdi gelelim nükleer santral meselesine. "Güçlü Türkiye'nin Yeni Enerjisi" diye lanse ediliyor. "Yeni enerji" tanımlaması nispeten doğru ama Türkiye'nin ne kadar güçlü olduğu tartışılır. Son dönemde iyice yükselen dolar ve euro kurundan, tekrar yükselmeye başlayan ve bir türlü AB standartları seviyesine indirilmeyen enflasyondan, inşaata dayalı ekonominin sorunlarından sonra ne kadar güçlüyüz acaba?

"Enerjide dışa bağımlılıktan kurtuluyoruz" deniyor reklamda. Nükleer santrali kuran da, işleten de, uranyum yakıtını getiren de Ruslar. Dışa bağımlılığı azaltma bunun neresinde? Tamamen dışarıya bağımlı olunmuyor mu bu şekilde? Zaten enerji üretimi anlamında dışa bağımlılığımız %85 seviyesinde iken bu kadar büyük güçlü bir santralin de sürekli üretim yapacağı düşünülürse buradaki mantık ne?

"Milli enerji" deniyor. Milli olması için tamamen Türkiye'de üretilen teknoloji ile Türkiyede kurulan bir santral olması gerekmiyor mu bu santralin? Başka türlü "milli" olunabiliyorsa o başka tabii ki. Reklamda ve internet sayfasında bahsedilen Türk nükleer mühendislerinin yetişecek olması. Nükleer fizik alanında çalışma yapılması, sonra fizyon ile enerji üretilmesi ve bu enerjinin kullanılması dersek belki ama buradaki mevzuu o değil. Ruslar sistemi kuracak, bizimkiler de orada eğitim alıp burada çalışacaklar. Yani yine istihdam ile ilgili bir konu. 7.2 milyar dolarlık doğalgaz almayacakmışız. Bunun yerine "bedeli belli olmayan" miktarda uranyum çubuklarına ya da fiyatı henüz bilinmeyen enerjiye para vereceğiz. O uranyum çubukları, yani yakıtlar da Rusya'dan geliyor. Diğer bir deyişle Ruslar bize doğalgaz yerine uranyum çubukları satacak.

"Temiz enerji" deniyor. Çernobil'i hatırlarsınız. Karadeniz halen daha sıkıntılarını yaşıyor Çernobil'in. Kanser oranlarına bakın. En yüksek kanser oranları hep Karadeniz'de. Bu öyle koşarak da kaçabileceğiniz bir durum değil. Tsunami'den bile koşarak kaçamazken radyasyondan nasıl koşarak kaçılabilir? Bilenler bilir, nükleer enerji için Uranyum çubukları kullanılır yakıt olarak. Bu uranyum çubuklarının "tamamen doğaya geri döndürülmesi" diye birşeyin olmadığını söylemem lazım. Hatta birçok ülke Rusya'ya para ödeyerek bu atıkları oraya gönderiyor, göndermeye çalışıyor. Bu yüzden Rusya'ya "Dünyanın nükleer çöplüğü" de denir.

"Güvenli enerji" deniyor. Güvenli olduğunu Fukuşima'da gördük. Ki oradaki santrali yapanlar Japonlar olmasına rağmen durum çok vahimdi. Radyasyonlu su Amerika kıtasının tüm batı tarafını baştan başa gezdi. Pasifik Okyanusu'nun suyunun büyük bir kısmına bulaştı radyasyon.

"Sürdürülebilir enerji" denirken inşaat sırasında 12.000, çalışma sırasında ise 3.500 kişiye istihdam sağlanmasından bahsediliyor. Sürdürülebilirliğin bu anlamda olduğunu, kullanıldığını ilk defa görüyorum. Sürdürülebilirlik sistemin kendi kendini sürdürebilmesi prensibinden gelir. Özellikle yenilenebilir enerji sistemleri için sürdürülebilir denir. Nükleer için değil.

"Uzman enerji" kısmı ise daha bi ilginç Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEA) tarafından denetlenecekmiş işletmeci ROSATOM. Hadi UAEA neyse de bizdeki TAEK'in nükleer enerji konusundaki tecrübesi o kadar fazlaysa biz niye kendi nükleer santralimizi yapmıyoruz deneme amaçlı olarak? Bu konuda bazı çalışmaların olduğunu biliyorum ama henüz o aşamaya gelmedik bildiğim kadarıyla.

Demem o ki reklam ve internet sitesinde yazanlar gerçek olmaktan o kadar uzak ki işin azıcık içinde olan, ya da biraz okuyup öğrenen bir insan her türlü bu yazılanların gerçeği yansıtmadığını anlar ve kabul eder. Bunun siyasi görüşle vb. ilgisi de yok hem.

Son bi not: Beşiktaş Belediyesi'nin reklam panosunun içindeki bir sorundan dolayı altta "Orjinal Broadway Prodüksiyonu" yazısı kalmış. Silecektim ama reklam ve içinde bahsedilenleri düşününce silmedim.

Bir ekleme: Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız ve 80 ilde elektriklerin kesilmesinden sonra sistemin çabucak kendisini toparlayamamasının, santrallerin hemen devreye alınamamasının ana nedenlerinden biri büyük güçlü santraller olmalarıydı. Yani bu tarz bir arızada ufak güçteki santraller kolayca enterkonnekte (hepsi birbirine bağlı) elektrik şebekesine bağlanabilirken büyükleri devreye almak çok daha uzun zaman gerektirir ve daha zordur.  Bu yüzden de Türkiye elektrik ihtiyacının %14'ünü karşılayacağı söylenen Akkuyu nükleer elektrik santrali yerine çok daha ufak güçlerde ve yerele yayılmış enerji santrallerinin kurulması sistem sürdürülebilirliği açısından çok daha doğrudur.

1 Nisan 2015 Çarşamba

Elektrik Faturanız Nasıl Yüksek Gelir?

Hiç bir şey yapmadan elektrik faturanızın yükseltilebileceğini biliyor muydunuz?

Çok basit bir yöntemle hem de. Elektrik Geriliminin V=IxR formülünü bilmeyen var mıdır? Lise 2 Fizik dersi konusudur bu.





P=V x I bu da Güç formülüdür. Yani bildiğimiz, kullandığımız güç de diyebiliriz. V’yi de yerine yazarsak formülümüz şuna dönüşür: P=I² x R olur.


Çok detaya girmeden basit bir hesap yapacağız. Öncesinden ufak bir açıklama:

V= Gerilim. Ya da voltaj. Birimi Volt (V)
I= Akım. Birimi Amper (A)
R= Direnç. Birimi Ohm (Ω)

P= Aktif Güç. Birimi Watt (W)

Şimdi hesabımıza gelelim:

P=V x I formülünü düşünelim. Evimizde çalıştırdığımız ürünlerin güçleri sabittir. Değişken değildir. Bu bilgiye göre güç, yani P sabitse değişkenlerimiz V ve I olur. V değeri de aslında sabit olmalıdır. Çünkü düzgün gerilim demek arızasız, problemsiz çalışma demektir. Beklenen, olması gereken de budur. V değeri tek fazlı sistemlerde 220V olarak bilinir. Biz de bu değeri kullanalım. Gerilim de sabitse akımımız, yani I değerimiz de sabit olmaz mı? Olur tabii ki.

Peki gerilim 220V yerine 215V olursa ne olur?

Cevap: Güç sabit kalacağından akım değeri artar.

Sayaçların çalışma prensibine göre güç, sayacın içindeki bimetal üzerinden akan akım bilgisiyle hesaplanır. Bunun anlamı şudur. Sabit olması gereken gerilim azaldığı için akım artar. Elektrik dağıtım şirketleri bize sabit voltajda elektrik enerjisi verildiği kabulü üzerinden bizi ücretlendirdiği için biz o düşük voltajdan dolayı artan görece fazla kullanımın parasını ödemek durumunda bırakılırız.

Peki cihazımıza bir şey olur mu diye bir soru duyar gibiyim. Yok, o kadar azalma için cihazınıza bir şey olmaz. Mesela benim şarj aletimin üstünde 100-240V giriş gerilimi görünüyor. Bunun anlamı gerilim 100V’a kadar düşse de şarj aletimin şarj edeceğidir. Diğer bir deyişle 220V elektrik için para öderken şebeke gerilimi 100V’a düşse dahi benim şarj aletim çalışmaya devam edecek. Ben ise bundan dolayı fazla elektrik faturamı ödemek zorunda kalacağım.

Pratik karşılığına gelince bu hesapların, elektrikle çalışan cihaz üreticileri düşük ya da yüksek gerilimden kaynaklanabilecek arızaların önüne geçebilmek için ürettikleri cihazların giriş gerilim aralığını geniş seçerler. Düşen voltajın cezasını ise biz öderiz. Hem de karesiyle orantılı olarak artan akımın.

Bilmem anlatabildim mi?

21 Mart 2015 Cumartesi

Arazi Rantı ve Emsal Artırımı Hakkında Birkaç Not


Sürekli 'arazi rantı' diye bir laf dolaşıp duruyor ağızlarda, televizyonda, her yerde. Peki biliyor muyuz ne olduğunu? Nedir arazi rantı?

Gayrimenkul firmaları araziyi alırken, üstüne yapılacak projeyi planlarken, projeyi kaça mal edeceklerini ve kaça satabileceklerini hesaplarlar. Buna göre araziye yatırdıkları para ile yapılacak projenin bütçesinin toplamını satıştan elde edilecek para ile karşılaştırırlar. Aradaki fark bekledikleri kadarsa o projeye girerler. Yoksa girmezler. Mesela 100.000.000 dolara mal ettikleri arazi üzerine yapacakları inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar olsun. Satıştan elde edilecek kârın 200.000.000 doların üstünde olması gerekiyor ki şirket bu işten kâr edebilsin.

Arazi rantı nedir peki? Bir örnekle anlatalım:

Mesela 100.000m2 bir arazi düşünün. Arazinin fiyatı olsun  100.000.000 dolar. Emsali de 1'e 1 olsun. Yani üstüne yapılabilecek yapı(lar)ın inşaat alanı en fazla 100.000m2 olabilir. Düz mantık gidersek ortalama metrekare inşaat maliyetini 1.000 dolar olarak aldığımızda, ki bu çok yüksek bir miktardır metrekare maliyeti olarak, buraya yapılacak 100.000m2 inşaatın maliyeti de 100.000.000 dolar tutar. Toplam maliyet oldu mu size 200.000.000 dolar.

Şimdi yapılacak projeye ve yatırımcıya gelelim. Bu projede metrekaresini ortalama 5.000 dolardan satarsa yatırımcı firma, bu durumda 100.000m2'den elde edeceği kazanç 500.000.000 dolar olur.

İnşaat maliyeti ile arazi maliyetinin toplamı 200.000.000 dolar idi. Satıştan elde edeceği kazancı ise 500.000.000 dolar olarak hesapladık. Bu durumda yatırımcı firmanın kârı net 300.000.000 dolar oldu.İnşaatı yapacak firma bu arazinin fiyatı 200.000.000 dolara kadar çıksa da almak isteyecektir, çünkü o durumda dahi net 200.000.000 dolar kazancı olacak.

Buraya kadar herşey normal. Asıl karışıklık bundan sonra başlıyor. Emsal bir anda 'bazı kişilerin oynamasıyla' 1'e 1 yerine 1'e 2,5'e çıkarılırsa peki ne olur?

1'e 2,5'in anlamı 100.000m2 arazinin üstüne yapılabilecek inşaat alanının 250.000m2 olmasıdır.

Maliyeti hesaplayalım:

250.000m2 inşaatın maliyetini metrekare başına yine 1.000 dolardan hesaplarsak 250.000m2 inşaatın maliyeti 250.000.000 dolar olur. Arazi maliyeti de 100.000.000 dolar idi. Toplarsak bu projenin yatırımcıya maliyeti 350.000.000 dolar olur.

Satıştan elde edilecek geliri hesaplayalım:

Yine metrekare fiyatını 5.000 dolardan hesaplayalım. Ki burada ufak bir not düşmek yerinde olacaktır, bu inşaatlardaki metrekare satış fiyatı, hele de büyük projelerde, kesinlikle bu fiyatın üstünde oluyor. Metrekaresi 5.000 dolardan 250.000m2 inşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolar olur. Yani 1,25 milyar dolar.

Kâr hesabını da unutmadan yapalım:

İnşaatın satış bedeli 1.250.000.000 dolardan arazi ve inşaat bedeli olarak 350.000.000 doları çıkarırsak geriye ne kalır? 900.000.000 milyon dolar net kâr! Biraz önceki hesapta sonucumuz 300.000.000 dolardı. Aradaki 600.000.000 dolarlık fark nereden geldi? Tabii ki emsal artırımından.

Son bir hesabımız kaldı. Metrekare toplam bedel:

1. durumda projenin toplam bedeli 200.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda yapılan bu işin metrekare toplam maliyeti yatırımcı firmaya 2.000 dolar olur. Satış da 5.000 dolar olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.000 dolar olmuş olur.

2. durumda projenin toplam bedeli 350.000.000 dolar idi. 100.000m2 alanda iş yapılmış olmasına rağmen inşaat alanı 250.000m2 olduğundan metrekare maliyetini de ona göre hesaplamamız gerekir. Bu da 1.400 dolar yapar. Biraz önce 2.000 dolar olan inşaatın maliyeti 1.400 dolara düştü bile. Satışı 5.000 dolardan olunca metrekare başına elde edilen kâr net 3.600 dolar olur.

Burada hesaplamalar yaparken bazı detayları atlayıp yuvarlayarak anlatmaya çalıştım ki daha basit ve anlaşılır olsun. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, toplam maliyet ile satış arasındaki fark burada hesapta gösterdiğimin çok üstünde oransal olarak.

Koruluklar, yeşil alanlar vb. imara açılmak istendiğinde bunda kamu yararının olması da gerekir. Kamu yararı derken kastettiğim arazi satışından devletin, yani bizlerin kazanacağı para değildir sadece düşünülmesi gereken. İnşaat yapılan bölgedeki insanların hayatlarına, oradaki trafiğe, çevre kirliliğine de etkileri değerlendirilerek karar verilmelidir. Bunlar göz önüne alındığında yeşil alanların, korulukların, her boş görülen alanın imara açılmasının ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğu anlaşılabilir.

Bundan sonra emsal artışına, yeşil alanların imara açılmasına, cami yapma bahanesiyle koruluklara dahi girilmek istenmesine karşı olumlu ya da olumsuz duruşunuzu düşünürken bu bilgileri de göz önüne alırsanız daha doğru bir duruş ortaya konabilir diye düşünüyorum.

Ne dersiniz?

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Akşamın Anatomisi


Dün akşam ilginç bir akşam oldu. 19.30'da başlayacak etkinlik için Kozyatağı'na gitmeye karar verdim. Arkadaşımla metro, Marmaray ve tekrar metroyla Kadıköy'e kadar gittik. Orada manzaranın güzelliğinden etkilenip birkaç fotoğraf çektim. Müthiş güzel geldi orayı öyle görmek. Fakat hava ciddi anlamda soğuk ve ben de yeterli giyinmemiş olduğumdan devam edip Kozyatağı'na doğru gitmek için metrodan aşağı doğru inmeye başladım.

Etkinlik bitince saate baktım. Üniversiteden arkadaşım da geldiği için onlarla biraz oturup sonra geçerim diye düşünüyordum eve doğru. Metro durağının yakınında olduğum için şöyle bir hesap yaptım: Kozyatağı'ndan metroya inip Ayrılık Çeşmesi'ne gitmek yaklaşık 20dk + Marmaray'la Yenikapı'ya gidiş arada beklemeyle birlikte 15dk + oradan Şirinevler'e metroyla gidiş yaklaşık 30dk sürecekti. Otobüsle gitmek istersem de o duraktan geçen birçok otobüsten birine binip Uzunçayır'a, sonra metrobüs ile de Şirinevler'e geçecektim. Toplamda buranın süresini de 50-55dk gibi hesapladım.

Saat 22.45 civarıydı. İlk başta raylı sistemleri ve gelişmelerini sevdiğimden metro-marmaray-metro ile gideyim dedim. Sonra trafiğin açık olduğu aklıma gelince otobüs durağına gidip beklemeye başladım. 129T gelecekti. Yani Taksim otobüsü. Uzunçayır durağındaki inişli çıkışlı yürüyüş yolu gözümde nedense büyüyünce o otobüsle köprüye kadar gidip oradan metrobüse geçebileceğimi düşündüm. Biraz bekleyince 129T geldi ve bindim. Yalnız Taksim yönüne değil de Üstbostancı yönüne gittiğini son durağa gelince anladım ancak. İlk kalkacak otobüse sorunca 15dk beklemem gerektiğini öğrendim. Ben de farklı bir vasıta ararken minibüse denk geldim. Sanırım bu akşamın en şanslı olduğum yanı biri oldu bu.

Minibüsle E5 üzerinde inip yola doğru geçecekken gözüme yine metro girişi çarptı. Genç bir kız asansöre binip aşağıya inecekti. Baktım otobüsün geleceği yok, hava soğuk, ilk aklımdan geçeni uygulamaya karar verdim: Metro-marmaray-metro üçlemesini. Zaten ne gerek vardı ki karayolundan otobüsle gitmeye. En temizi her zaman raylı ulaşımdı. Ya da ben öyle zannediyordum.

Metronun asansör girişine doğru yönlendiğimde son anda kapanan kapıyı durdurup metroya asansörle indim. Ekranlarda Kadıköy metrosunun gelmesine 1dk görünüyordu. Koşturmaya başladım. Yetişebileceğimi düşünerek umutlu olmaya çalışıyordum. Sonraki en az 10dk sonra gelir dedim. Koştururken birkaç dakika önce geçen genç kızı gördüm. Garip garip baktı koşturmama. O asansöre yine yönleniyordu. Ben de turnikeden geçinceye kadar halen daha 1dk yazısı duruyordu Kadıköy yönüne doğru.

Turnikeden geçince hemen koştum yürüyen merdivenlere doğru. Aklımdan asansöre gitmem, asansörün gelmesi, binip aşağı inmemin hepsini hesaplayınca çok uzayacağını hesaplamam 1 saniye bile sürmedi. Yürüyen merdiven de oldukça uzun olduğundan hızlı inmem gerekiyordu. İki yandan yürüyen merdiveni tutarak belki de şimdiye kadarki en hızlı merdiven inişimi yaptım. Saniyede birkaç adım atıyor olabilirdim o sırada. Son basamağı bitirmeden gelenleri gördüm. Biri sakin olmam için işaret yaptı. Zira metro kapılarını kapatmış, ilerlemeye başlamıştı. Yapacak birşey olmadığını düşünerek yakındaki koltuğa oturdum nefes nefese.

Bir dakika geçmeden o genç kız geldi. Ben onun bindiğini sanırken ondan daha hızlı geldiğimi farkedip sevindim içten içe. Ya da o da binemedi diye sevindim. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir anda sevindiğim oldu. Fakat orada garip birşey oldu. Genç kız benden birkaç metre ötede durdu o tarafa doğru baktığımı görünce. Kafamı çevirip karşıma doğru baktım rahatsız edebiliyor olduğumu düşünerek. ''Bak senden daha önce geldim.'' diye bir cümle sarf etmek istedim. Vazgeçtim. Nispeten hızlı adımlarla metro durağının ta diğer ucuna kadar gitti. Garipsedim önce.Sonra aklıma Özgecan'ın başından geçenler geldi. Her tarafı kameralarla 24 saat izlenen bir yerde olmasına rağmen yine de endişeniyordu. Birkaç dakika içinde farklı girişlerden birkaç erkek daha inince perona, genç kızın hissettiklerini biraz daha anlamaya başladım. Ürktüğünü düşündüm.

Neyse ki metro çok gecikmedi. 10dk değil, bir öncekinden 7dk sonra geldi. Saatime bakıyordum bir yandan. 23.30-23.35 gibiydi. Ünalan, yani metrobüs durağına yaklaştığımızda inip metrobüse binip binmemeyi düşündüm. Son anda binmeye karar versem de kapılar kapandı tam o anda. Ben de tekrar yerime oturup iki durak daha devam ettim.

Ayrılıkçeşmesi durağına gelince, metrodan hemen inip koşturmaya başladım yine. Marmaray'ı kaçırmamam lazımdı. Saat ilerliyordu. Son seferlerin 00.00'da yapılmasıydı benim asıl endişem. Metro sisteminde sabaha kadar olmasa da daha geç seferlerin bitmesi gerektiğini düşündüm. (birazdan bununla ilgili 153 Beyaz Masa'ya da şikayet yapacağım) Marmaray'a yetişmek için koştururken yürüyen merdiven değil de düz merdivene denk geldim. Gecikmemek adına yukarıya doğru bir koşu tutturdum. Yetişebileceğimi umut ediyordum ilk kalkacak trene. Zira orada da tren ben son birkaç basamağı çıkarken kapılarını kapattı ve harekete geçti. Durdum durakta, mecburen. Az ileride tren durunca kapılarını açacağını sandım. Meğerse sinyal için bekliyormuş. Birkaç saniye durduktan sonra devam etti tren yoluna. Ben de bir sonraki treni beklemeye başladım.

O arada habire saatime bakıyordum. Yolumu hesaplıyordum. Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı durakları vardı ve toplamda 10dk civarı sürecekti. Saat de 23.45 gibiydi. Biraz sonra tren geldi. Bindim diğerleriyle birlikte. Birkaç dakika sonra da kalktı trenimiz. Yine az ileride bekledi sinyalini. Devam etti sinyali alınca. Durakta treni beklerken biri sormuştu bana, Sirkeci'den geçecek tramvayı yakalayıp yakalayamayacağını. Saate baktım. Kesin yakalarsın dedim. Çünkü son tramvay geceyarısında kalkacaktı ama Kabataş durağından. Sirkeci'ye kadar gelmesine zaman olduğu için sorun yoktu. Yetişebilirdi. Saate baktıkça endişem artmaya başladı. Sirkeci durağına geldiğimizde 23.58 olmuştu bile. Bu sefer çok düşünmedim. Hemen indim trenden. Yenikapı'da inseydim marmaraydan, Havaalanı metrosuna yetişme ihtimalim yok denecek kadar azdı.Böylece doğru karar aldığımı düşündüm.

Çıkışa doğru yürürken sonradan Suudi Arap olduğunu öğrendiğim 4 kişilik bir aileyle karşılaştım. Erkek onları Cağaloğlu çıkışına yönlendirmeye çalışıyordu. Belki de daha yakın olduğu için. Ben Sirkeci durağının diğer tarafta olduğunu söyleyince benimle geldiler. Adamın eşi olduğunu düşündüğüm kadın sevindi haklı çıktığına. Türkçe 'Çok salak biri o' dedi. Gülümsedim. Onlarla çıkarken asansörü gördüm. Asansöre binmeye karar verdim. 1. katta görünüyordu o sırada. Çağırınca -9. katta olduğumuzu anladım. Kar yüksekliklerini düşününce yaklaşık 50m yerin altında olduğumuzu farkettim. İyi ki yürüyen merdivene binmediğimi düşündüm hemen.

Metronun çıkışına gelince tramvayı sordum hemen. Görevlinin gösterdiği yöne doğru yürüyünce tramvayın geçtiğini gördüm. Koşmadan, biraz aceleyle yürüdüm. Ufak da olsa bir umuttu benimkisi. Belki yetişirim diyordum. Saate bakınca 00.06 idi. Suudi Araplar'a iyi akşamlar dileyip tramvay durağına doğru geçtim. Sirkeci değil, Gülhane durağının daha yakında olduğunu farkettim bu arada tabii. Tramvaya da yetişemedim tabii ki.

Durakta güvenlik görevlisi yoktu ama turnikeler çalışıyordu. Turnikeden geçerek durağa girdim. Tek bekleyen bendim. Biraz o metro istasyonundaki gibi hissettim: Ürkmüş. Birkaç kişi geldi durağa. Yoldan doğrudan geçtiler. Turnikede akbillerini kullanmadan. Almanlara göre 'schwarzfahren' yani. Biri tinerciye benziyordu gelenlerin. Diğerleri de garipti. Biraz daha ürktüm. Gayri ihtiyari tesbihimi elime aldım. Belki de tesbih çeken, korkulması gereken biri izlenimi vermeye çalışıyordum onlara. Yan kaldırımdan bir genç sayılabilecek kadın ile yanında orta yaşlı denebilecek biri yürüyordu. Kadın küfrederek bağırıyordu. 'O kendisini ne sanıyor?' diyordu. 'Ben müşteriyim. O bana hizmet eden garson köpek. Ben ne dersem onu yapacak!' diyordu. 'Köpek, köpek, başka birşey değil!' diye de üstüne basa basa söyleniyordu yürürken. Belli ki biri sinirlendirmişti onu. Bana Marmaray durağında Sirkeci istasyonunu soran genç delikanlı da tramvay durağına gelmişti o ara. Ben o kadınla erkeğe bakıp yüzümle onaylamayan bir ifade takınmışken göz göze geldik o delikanlı ile. 'Nasıl bir kadın bu?' diyen bir bakış vardı ikimizde de.

Tramvay beni biraz daha bekletiyordu. Sanırım 10dk kadar bekledik durakta. Birkaç kişi daha turnikeden geçerek durağa geldi ve beklemeye başladı tramvayı. Birazdan gelen trene bindik ve yola koyulduk. Boş gibiydi araç. Her zaman tercih ettiğim gibi ters oturdum. Tramvayın orta kısımlarındaydım. Böylecek içinde bulunduğum vagonu tepeden gözlemleme şansım doğmuştu.

Yol boyunca, metroda da, marmarayda da, tramvayda da elimde hep Kavafis'in şiir kitabı vardı. Adam müthiş bir şair gerçekten.. Normalde stressiz olan yapım bu akşam baya bi stres yaşıyordu ve şiir bunun için güzel bir araçtı. Tramvayda giderken bir yandan da kitabımı okuyordum.

Yusufpaşa durağına gelince inip inmeme arasında kaldım bir an. Duraktan giden bir otobüs dışında otobüs de göremeyince vazgeçtim inmekten. Devam ettim böylece. Oradan binecektim metrobüse ve eve öyle geçecektim. Yerimden inmiş olduğum için tramvayın giriş tarafındaki dörtlü koltuklardan birine oturdum. Bu kez gidiş yönünde. Yan tarafta üçü erkek dört kişilik bir öğrenci grubu vardı. Birazdan biri bindi tramvaya. Nerede olduğunun dahi farkında değildi. Ne yöne gidiyor deyince Bağcılar dedim kısaca. Hangi duraklardan geçtiğini sordu bu kez. Hemen kapının üstündeki tabelayı işaret ettim. Aslında durakların birçoğunu bilmeme rağmen Zeytinburnu'ndan sonrakileri bilmediğim için söylememeyi tercih etmiştim. Adam baktı duraklara. Bana doğru dönerek Zeytinburnu'na kadar gidebileceğini söyledi. Konuşma itiyacı var gibiydi. Ben ise çok da muhabbet etme havamda olmadığından kibarca kısa yanıtlar vermeyi tercih ediyordum. Biraz daha ilerleyince tekrar arkasını dönüp bana teşekkür etti. Dua etti hatta.

Bu arada yaklaşmıştık Cevizlibağ durağına Topkapı'dan sonra ayağa kalktım. Zeytinburnu'na kadar gitsem de metrobüse geçmem gerektiği için Cevizlibağ'dan binmeyi tercih ettim. İlk anda olmasa da hemen sonrasında hızlı adımlarla metrobüse doğru ilerlemeye başladım. Turnikeleri de geçmeme rağmen biraz önce bekleyen metrobüs halen daha yolcusunu almaya devam ediyordu. Yetişebileceğim hayaliyle biraz hızlandım ama bunu da kaçırdım. Bir sonraki metrobüsü beklemek durumunda kaldım.

Sonraki metrobüse binince tek kişilik ters giden bir koltuğun boş olduğunu gördüm ve hemen oraya oturdum. Daha önce metrobüse binme olimpiyatları konulu yazımda da belirttiğim gibi ters olan koltukları tercih etmek oturma şansınızı ciddi oranda artırır. Çünkü insanlar ters gitmeyi çok da tercih etmiyor. Koltukta rahat rahat Şirinevler'e kadar gittim. Sonra da yürüyerek eve geçtim.

Eve varışım 01.05 gibiydi.

Yazıyı asıl anlatma amacım bir yandan sizlere gece 23.00'ten sonra İstanbul yollarında olma hissini yaşatmak olduğu kadar hayatta Murphy'nin yasaları gibi herşeyin üst üste gelebileceğini de göstermek. Herşey ters gittiğinde ne yapmak gerek peki? Pek çok şey söylenebilir. Ben bu yolculuğumdan ders almayı tercih ettim. Kritik durumlar ve zamanlamalar sözkonusu olduğundan bundan sonra böyle bir durumda arada daha fazla yürüyebilme ihtimalime karşın metrobüsü tercih etmek mesela. Ya da İstanbul'da otobüslerin gittiği yönlerin aslında yanıltabileceğini bilerek, bilmediğim bir otobüse binince şöföre önceden sormak gittiği yönü. Ya da hızlı kararlar alabilmek gerektiğini. Ya da arada aktarmalar olunca tahmin edilenden daha da fazla geçişlerin sürebileceğini önceden hesaplamak. Çok ders çıkarılabilir bu akşamdan. Ben kendimi üzmek yerine dersimi çıkardım. Binmek istediğim tüm araçları son anda kaçırmış olmama rağmen hem de.

Siz ne yapardınız öyle bir durumda?  :)

4 Mart 2015 Çarşamba

Gezmek şakaya gelmez

 Gezmek, seyahat etmek, şakaya gelmez gerçekten de. Büyük bir ciddiyet gerektirir.

Öyle 5 yıldızlı otellerde, herşey hatta ultra herşey dahil değildir gezmek. Sadece tatildir o. Öyle gezmek olmaz. Gezmek dediğin içinde adım atmayı, yürümeyi, yeri geldiğinde koşmayı gerektirir. Sabah akşam durmadan yürüyebilmeyi gerektirir. Taksilerden uzak durup toplu taşımayı kullanmak demektir gezmek. Lüks, aşırı konfor düşkünü olmayacak gezmek. Gezeceksin, tüm ciddiyetinle.

Eline bir harita alacaksın bazen. Bazen o da olmayacak yanında. Sadece bir liste olacak elinde. Gidilecek yerler listesi. Çok da uzun olmayan bir liste olacak. Basit, kısa, sadece gerçekten gidilen memleketin ruhunu anlatan yerler olacak o listede. Oranın geçmişini öğrenebileceğin yerlerin adları. Detayları olmayacak ama. Detayları keşfetmek sana kalmış. Ne de olsa gezen sensin.

Gidip kendin keşfedeceksin. Soracaksın yoldan geçen birine. Dilini bilmesen de soracaksın. Bilmediğin bir dilde, tanımadığın biriyle anlaşmaya çalışacaksın. İletişimin %5'i kelimeler, %95'i jest, mimik ve diğerleri diye boşuna mı öğrettiler sana? %5 eksikle iletişmeye çalışacaksın aslında. Çok da zor olmasa gerek. Deneyecek, yanılacak, belki karşındakinin anlattıklarından sadece bir kelime anlayacaksın kimi zaman. Bu seni durduramayacak ama. Tam tersine, daha bi heyecanlandıracak, şevklendirecek. Daha çok kişiye soracaksın.


Trenin kalkmasına yarım saat var ve elinde bir haritan bile yok. Dilini bilmediğin insanlarla konuşup anlaşmaya ve yolunu bulmaya çalışacaksın. İstanbul'dan daha zor olamaz ya yol, iz bulmak! Seni tam ters yöne gönderebilecek insanların olduğu bir memleketten geliyorsun sen, bilmediği halde bilmediğini kendine dahi itiraf etmeyen, edemeyen insanların memleketinden. Sen orada yolunu bulduysan burada da bulabilirsin. İstiklal Caddesi'nin yılbaşındaki kalabalığı gibi kalabalık bir caddeden geçeceksin belki. Yüzlerce, belki binlerce insan olacak etrafında. Soracaksın her gördüğüne, ''Do you speak English?'' diye. Kimi ''No'' diyecek, kimi de ellerini çaresiz bir şekilde iki yana açarak bilmediklerini vücut dilleriyle ifade edecekler. Sen de çaresiz devam edeceksin yoluna.

Bir yerden sonra bırakacaksın artık insanların İngilizce bilip bilmediklerini sormayı, sadece öğrendiğin üç beş kelime ile yol sormaya başlayacaksın: ''Scuzi, Porta Nova?'', ''Afedersiniz, Porta Nova?'' Yani ''Porta Nova nerede?'' diye soruyorsunuz aslında. Kendi dillerinden birşeyler duyunca insanlar, daha rahat anlamaya başlayacaklar seni. ''Cinco metro....'' diye başlayacaklar anlatmaya. Öğrendiklerinizi düşünüp Cinco'nun 5, 50 ya da 500, metro'nun da metre olduğunu tahmin ederek belirtilen yönde yürüyeceksin. Bir de bakacaksın ki trenin kalkmasına tamı tamına 5dk kala varmışsın gara. Tüm yollar Roma'ya çıkar yani bir süre sonra..
Mutlu, mesut trenine binecek, yola düşeceksin.

İşte böyle birşey gezmek dediğin. Taksiye binip ''Porta Nova'' demek kolay olanı. Zevksiz, basit ve kolay olanı. Yolda insanları çevirip Porta Nova'nın nerede olduğunu sormak ve yolu bulmaya çalışmak ise asıl zevkli, heyecanlı olan...

Gezmek dedim ya, basite alınacak birşey değil. Ciddiye almak gerekir. Sanattır çünkü gezmek.

15 Şubat 2015 Pazar

Nefret Etmek

Nefret çok ağır bir duygudur. Ağır bir yüktür diğer bir yandan da. O kadar ağır bir yük ki, insan bir süre sonra taşıyamaz onu. Taşıyamadığında da kendi üstüne alabilir. Yani kendisinin bir parçası yapabilir nefreti. Bu durumda da kaçınılmaz bir sonuç doğar: Herkesten ve herşeyden nefret eder. Kendisinden bile.

Birçok defa duyuyorum çevremde:
İstanbul'dan nefret ediyorum.
Senden nefret ediyorum.
Metrobüsten nefret ediyorum.
İşyerimden nefret ediyorum.
İş arkadaşlarımdan nefret ediyorum.
.....'den nefret ediyorum (noktalı yerlere bir kişinin ismi gelecek).
Kabanımdan nefret ediyorum.
Ayakkabılarımdan nefret ediyorum.
Burnumdan nefret ediyorum.
gibi gibi..

Bir sonraki aşaması da ''tiksinmek'' bunun. Pek çok şeyden tiksinebiliriz. Tiksiniyoruz da.

Sonuç: Kendisini dahi sevmeyen, sevemeyen insanlardan oluşmuş bir toplum.

Çözüm: Sevmemek başka şeydir. Nefret etmemek lazım.
Şehrini sevmiyorsan şizofren bir ilişki gibi onsuz olmamam demek yerine şehrini değiştirmek gerek.
Birinden nefret edince onunla ilişkiyi doğrudan koparmak gerek.
Metrobüsten nefret edince bir daha metrobüs kullanmamak gerek.
İşyerinden nefret edince iş değiştirmek gerek.
İş arkadaşlarından nefret edince onlarla takılmamak gerek.
Bir kişiden nefret edince onunla arkadaşlığı bırakmak gerek.
Kabanından ya da ayakkabından nefret edince onu ihtiyacı olan birine verip yenisini almak gerek.
Burnundan, kafandan, ayaklarından, saçlarından nefret edince bunları değiştirmek, estetik falan yaptırmak gerek.
gibi gibi..

Ne onunla ne de onsuz dediğimiz zaman da mutsuz oluyoruz işte. Mutsuz olmamanın yolu da buradan geçiyor..

''En iyimser ülke ve umutlu ülke Türkiye''

Böyle bir başlık görünce insan ciddi anlamda şaşırabiliyor, değil mi?

Hele de ''En iyimser'' ve ''En umutlu'' denince ben daha çok şaşırdım.

Dün Zorlu Centre'in yan tarafında İBB'nin kanalına denk geldim yolun karşısında yürürken. ''Ernst and Young'un yaptığı araştırmaya göre Türkiye 'En iyimser ve umutlu' ülke olarak birinci sırada yer almış.'' diye bir haber gördüm. İlk anda ciddi anlamda afalladım. Ülkemiz gerçekten de en iyimser ve umutlu olmak için en iyi aday diye düşünmüyorum çünkü. Neredeyse bıçak gibi kesilmiş bir yarısı herşeyin harika olduğunu gösteren, diğer yarısı ise herşeyin berbat durumda olduğunu gösteren iki farklı medya ve iki farklı insan grubu var memleketimizde. Durum böyle olunca aklıma Ortadoğu ülkeleri arasında yapılmış olabileceği fikri doğdu kafamda. Biraz önce araştırınca araştırmanın Avrupa'da yapılmış olduğunu gördüm. Yalnız bu araştırma insanlar arasındaki bir araştırma değil, orta ölçekli şirketler arasında yapılan bir araştırma. İnsanlarla çok da alakalı değil yani bu durum. Diğer bir deyişle insanların iyimserliği ya da umutlu olması değil buradaki araştırılan. Konu şirketlerin gelecekten beklentilerinin iyimser ve umutlu olmasıyla ilgili sadece.. Ve bunun yansıtılma şekli Türkiye insanının iyimser ve umutlu olması..

Haberleri bu açıdan iyi bi okumak lazım. Bazen, benim de bu yazımda yaptığım gibi, başlık ya da haberin içindeki ufak bir ayrıntı haberin tamamını anlamamız açısından yeterli olmayabiliyor, yeterli olmuyor. Bunu yapan da bir devlet kurumu olunca, insanlarını aldatan ilk kurum olma sıfatına layık oluyor işte devlet denen kurum.

Haber okurken de bunu dikkate almak gerek sanırım. Aynı konuyla ilgili benzer bir haber de Radikal'de var.  Bakmak gerek..

Dünyayı Güzellik Kurtaracak

Şarkısı var Zülfü Livaneli'nin:
Dünyayı, güzellik kurtaracak,
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey..

Bence de öyle gerçekten de. Yalnız başka birşey daha var: Dünyayı hırs mahvedecek. Neden mi? İşte birkaç neden:

Eğitim sistemimiz, sonrasındaki çalışma hayatı, insanları, özellikle de gençleri hep daha hırslı, daha çok çalışan haline getirmek yönünde çalışıyor. Bu konuda da oldukça başarılı. Gençler oldukça hırslılar ve yetenekliler. Yalnız hırs demek başkalarının üstüne basarak yükselmek, bir yerlere gelmek anlamına mı geliyor? Birileri buna ''hakediyorsa'' ile başlayan bir cümle ile cevap verebilir. Yalnız o iş o kadar da kolay değil!

Globalleşiyoruz. Her gün daha fazla hem de. Peki nedir globalleşmek: Bazı firmaların dünyanın hemen her ülkesinde iş yapması demek aslında. Ya da ABD'nin dünyanın her kıtasında, kendi toprağı olmayan yerlerde sayısız askeri üsse sahip olması demek. ABD'nin adı ne zamandan beri BM ile eşdeğer oldu? NATO demiyorum çünkü NATO'ya üye olan ve olmayan ülkeler var. BM çok daha kapsayıcı NATO'ya göre. Evet, ne diyordum? Globalleşmek. Mesela Samsung'un ya da Apple'nin çıkardığı ürünleri dünyanın her yerinde satması, satabilmesi demek. Ya da Pfizer'in, Procter and Gamble'nin her yerde ilaçlarını, kozmetik ürünlerini satması demek. Ya da BP'nin bir ülke olmamasına, kendi toprakları olmamasına rağmen 'bir şekilde' aldığı imtiyazlarla, haklarla, uluslararası sularda petrol arama yetkisine sahip olması demek. Çevreye verdiği zararları ise bölge ülkelerinin karşılaması demek tabii ki..

Globalleşme demek, sermayenin aslında globalleşmesi demek. İnsanların değil. Çünkü insanların da globalleşmesi demek olsaydı vize vs. ihtiyacı duymadan dünyanın istediğimiz ülkesine kolaylıkla gidebilirdik. Sınırlar olmazdı. Ülke sınırlarında askerler beklemezdi.

Peki ne oluyor sermaye globalleşince? İşte bu şirketler var ya, onların sahipleri de birçok ülkede birden olmuş oluyor. Şirketi de biraz yukarıda bahsettiğim ''eğitim sistemi''nden çıkmış insanlar yönetiyor. Eskiden ''Maaşla zengin olunmaz!'' derlerdi. Fakat bu global şirketleri yönetenler senelik milyonlarca dolar para kazanabiliyor. Hem de kimi zaman maaşları 1 dolar seviyesinde olmasına rağmen. İşte o milyonlarca doları verirken şirket, ya da ortaklar, o yöneticiden de karlılığı yüksek tutup hisselerin değerini artırmasını bekliyorlar CEO'nun ya da eski tabirle genel müdürün. Bu yapılırken nasıl yöntemler kullanıldığını kimse düşünmüyor. BP'nin hisseleri artma pahasına örneğin Meksika kıyılarında petrol kuyusu patlayıp çevreye geri döndürülemez hasar verilmesi normal görülebiliyor. Bu yöneticilerin de asıl amaçları hissedarlardan gelen değer yükselmesi baskısı olunca her yaptıklarını kabul edilebilir görebiliyorlar. Sosyal sonuçlar değil, ekonomik sonuçlar değil, sadece o şirketin finansal durumları önemli oluyor. Dünyayı güzellik kurtarabilecekken hırs da mahvediyor diğer yandan yani..

Halbuki tüm bunlar hırs ile değil de insan sevgisi ile yapılsa sonuç çok daha başka olabilir. Bir yanda vahşi kapitalizm diğer yanda ise insanı kapitalizm var. Hangisi daha iyi acaba?

Kadınlar ve Erkekler ve Cinayetler ve Tecavüzler ve ...

Asıl sorun bence bazı şeylerin ''normalleştirilmesi''nde. Kadınların ne giymesi, ne giymemesi siyasi aktörler, ağırlıklı olarak da erkekler tarafından belirlenirse, kadınlar erkek çocuklarını daha bi özgüvenli büyütüp kız çocuklarını başını öne eğmesi ve kendisini çok belli etmesi yönünde telkin ederse, siyasi erkek aktörler sürekli kadınlar üzerinden onların nasıl kısıtlanması gerektiği üzerinden siyaset yapar, kadın siyasi aktörler de bunun üzerine herhangi bir laf etmez de savunursa, erkek yapınca ''çapkınlık'' kadın yapınca ''orospuluk'' kabul edilirse... bu liste daha çook uzayıp gider aslında. Bu -se'ler uzayıp giderken devam da edilir-ise aynı şekilde, o zaman kadın cinayetleri de hiç durmaz!

Bir ara facebook'ta neler olup bittiğine bakınca erkeklerin tecavüz eden ya da etmeyen, suçlu erkeklerin idam edilme, linç edilme videolarının müthiş derecede fazla paylaşıldığını gördüm. Ve bu beni aslında medeni görünen görüntümüzün altında ne büyük bir hayvan taşıdığımız konusunda bir kere daha uyardı. Hammurabi kanunlarına gidelim iyisi mi. Kısasa kıssas. Burada idam cezası ile ilgili bir sorum var: Devletin görevi adam öldürmek midir? Öyleyse Gezi'de öldürülenler de devlet mekanizması tarafından öldürüldüğü için haklı olmaz mı? Bir çeşit cezalandırmaydı onlarınki de çünkü.

Erkekler için en önemli şeylerden erkeklik ve yaşamak konusunda sıralama yap denirse eminim ağırlıklı çoğunluk erkeklikleri olmadıktan sonra yaşamamayı tercih edecektir. Çünkü ''erkek'' olmak cinsel olarak da ''erkek olmak''la eş değerde görülüyor. Bir dönem gündeme gelmişti. Sonra tekrar uzaklaştırıldı. Savunanlar da arkasında durmadı, duramadı. Kolayı var bunun: Tecavüz edenler hadım edilip yardım ve yataklık edenlere de ağırlaştırılmış müebbet verildi mi sorun çözülür bana göre. Yalnız bu iş bu kadar da kolay değil. Niye mi?

Birçok defa Dubai'yi örnek verdim yazılarımda. Özellikle de cezalandırmayla ilgili. Mesela emniyet şeridinde gitmenin cezası 6 ay hapis! Siz olsanız gideceğiniz yere 2 saat de geç kalacağınız zaman tercih eder misiniz emniyet şeridinde gitmeyi? Ben tercih eden görmedim. Ya da park etmek. 1 saati 1 dirhem, bilet almazsanız da yakalanınca 150 dirhem. Bilet almamayı tercih eder misiniz? Ben hiç etmedim. En basit tacizin dahi cezası hapis. Hem de birkaç aydan az değil. Üstüne para cezası da var tabii ki. Cezanın caydırıcı olması ve devamının gelmesi çok önemli. İnsanların adalete güvenleri olsa, yasalar ciddi anlamda caydırıcı cezalar içerse, savcılar bu cezaları talep etse, hakimler en ağır cezaları verse... Yine hep -se'li, dilek kipli cümlecikler.. Bunlar olsa ama, o zaman bazı şeyler değişebilir, değişir!

Bir dönem paylaşımlar görüyordum, İsrail Filistin'e saldırdığında. Milyonlarca insanı gaz odalarında öldürüp fırınlarda yaktıran Adolf Hitler'in Yahudiler hakkında söyledikleri özlü söz gibi paylaşıldı. İnsanımızın ne kadar gelişmemiş, ne kadar vahşi, ne kadar acımasız, ne kadar bağnaz olduğunu o zaman da görmüştüm, şimdi de görüyorum. Hem de en eğitimli, en ileri görüşlü denenler bile öyle tepkiler verebiliyordu. Bunu duygusal bir millet olmamıza bağlayanlar sakın başlamasın. Duygusal olmak demek ani kararlar alıp ani hareketler yapabilirler. Fakat bu ''can alma''yı savunmayı kesinlikle haklı gösteremez.

Sene 2004 başlarıydı ve 19 yaşlarında bir kız öldürülmüştü Almanya'da. İnfial oldu resmen. Tüm ülke ayağa kalktı. Çünkü Almanya gibi bir ülkede çok da sık denk gelinen bir haber değildi bu. Çok geçmeden katil yakalandı ve cezası verildi. Bizde çocuğa dahi, özellikle polis ve kamu kurumlarında memur olarak çalışanlar tarafından tecavüz edilip sonradan bu suçlular hiç ceza almadan kurtulabildikleri için hayat biraz daha değersiz. Hele de çocuk, kadın, genç ve yaşlıysan. Erkek ve yetişkinsen de dünyanın hakimisin!

10 Şubat 2015 Salı

Hayat ve Sonuçlar

Hayatımız boyunca bir sürü engelle karşılaşıyoruz. Sürekli hem de. Bir yere gitmeye çalışıyoruz, arabamız bozuluyor. Otobüs arıza yapıyor. Trafik sıkışıyor. Aklınıza daha ne gelirse.

Ondan sonra da gittiğimiz yerde gecikmemizden dolayı başlıyoruz bahanelerimizi anlatmaya. Hepsi de çok geçerli sebepler, bahaneler olabiliyor bunlar. Yalnız bir de gerçekler var: Gitmemiz gereken saatten geç varmışız. Bu kadar net!

Çocukken birşeyler istiyoruz. Anne-babamız almıyor. Büyüyünce onları suçluyoruz, geleceklerimizi etkiledikleri, alsalardı daha farklı olacağımızı söylüyoruz.

Ders çalışmıyor, kötü notlar alıyoruz. Sonra bunun nedeni olarak hep arada çıkan meseleleri, bahaneleri sıralıyoruz. O bahaneler sanki olmasaydı daha iyi yapabilirmişiz gibi başlıyoruz "ama" ile başlayan bir sürü cümle kurmaya.

Evde otururken rahat rahat bi arkadaşımız çağırıyor. Kalkıp gidebilecekken, hiçbir işimiz yokken, aslında daha çok tembellikten "keşke" ile başlayan, sonra da "ama" ile daha da savımızı güçlendirdiğimiz cümleler kurarak bahaneler üretmeye ve gitmekten kurtulmaya çalışıyoruz.

Atalarımız "Erken kalkan yol alır." demiş olmasına rağmen, sabahları özellikle, tembellik edip sonradan kalkmaya, doğrulmaya ve son anda koşturmaya çalışıyoruz. Sonra işe gecikince de başlıyoruz bahanelerimizi sıralamaya.

Bu kadar bahane, bu kadar "ama" ile başlayan cümle, bu kadar "keşke" ile başlayan bahanelerimiz varken birşey bekliyoruz: Başarılı olmak.


Hayat aslında bu kadar da karmaşık değil. Oldukça basit aksine. Hayat önümüze çıkan engeller, ya da bir deyişle "karşınıza çıkan fırtınalar"la ilgilenmiyor. Hayat gemiyi limana getirip getirmediğinizle ilgileniyor. Gerisi teferruat. Tabii teferruat derken kastettiğim kesinlikle "her yol mübah" anlayışı değil. Bir duruş ve bir hayat görüşü olmalı insanın. Bu daha çok futbola benziyor. Düşünün Messi topu almış koşuyor, gole gidiyor. Bu arada rakip takımın tüm oyuncuları her yolu kullanarak topu ayağından almaya çalışıyorlar. Birini çalımlarken birden düşüyor takılan çelme ile. Kalkmasa faul verilecek. Ne yapıyor Messi bu durumda? Hemen ayağa kalkıp topu yeniden alarak gole koşuyor ve golünü atıyor. Sonuç: Gooool!

Hayat da bu kadar basit aslında.