İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2015 Perşembe

Bir Akşamın Anatomisi


Dün akşam ilginç bir akşam oldu. 19.30'da başlayacak etkinlik için Kozyatağı'na gitmeye karar verdim. Arkadaşımla metro, Marmaray ve tekrar metroyla Kadıköy'e kadar gittik. Orada manzaranın güzelliğinden etkilenip birkaç fotoğraf çektim. Müthiş güzel geldi orayı öyle görmek. Fakat hava ciddi anlamda soğuk ve ben de yeterli giyinmemiş olduğumdan devam edip Kozyatağı'na doğru gitmek için metrodan aşağı doğru inmeye başladım.

Etkinlik bitince saate baktım. Üniversiteden arkadaşım da geldiği için onlarla biraz oturup sonra geçerim diye düşünüyordum eve doğru. Metro durağının yakınında olduğum için şöyle bir hesap yaptım: Kozyatağı'ndan metroya inip Ayrılık Çeşmesi'ne gitmek yaklaşık 20dk + Marmaray'la Yenikapı'ya gidiş arada beklemeyle birlikte 15dk + oradan Şirinevler'e metroyla gidiş yaklaşık 30dk sürecekti. Otobüsle gitmek istersem de o duraktan geçen birçok otobüsten birine binip Uzunçayır'a, sonra metrobüs ile de Şirinevler'e geçecektim. Toplamda buranın süresini de 50-55dk gibi hesapladım.

Saat 22.45 civarıydı. İlk başta raylı sistemleri ve gelişmelerini sevdiğimden metro-marmaray-metro ile gideyim dedim. Sonra trafiğin açık olduğu aklıma gelince otobüs durağına gidip beklemeye başladım. 129T gelecekti. Yani Taksim otobüsü. Uzunçayır durağındaki inişli çıkışlı yürüyüş yolu gözümde nedense büyüyünce o otobüsle köprüye kadar gidip oradan metrobüse geçebileceğimi düşündüm. Biraz bekleyince 129T geldi ve bindim. Yalnız Taksim yönüne değil de Üstbostancı yönüne gittiğini son durağa gelince anladım ancak. İlk kalkacak otobüse sorunca 15dk beklemem gerektiğini öğrendim. Ben de farklı bir vasıta ararken minibüse denk geldim. Sanırım bu akşamın en şanslı olduğum yanı biri oldu bu.

Minibüsle E5 üzerinde inip yola doğru geçecekken gözüme yine metro girişi çarptı. Genç bir kız asansöre binip aşağıya inecekti. Baktım otobüsün geleceği yok, hava soğuk, ilk aklımdan geçeni uygulamaya karar verdim: Metro-marmaray-metro üçlemesini. Zaten ne gerek vardı ki karayolundan otobüsle gitmeye. En temizi her zaman raylı ulaşımdı. Ya da ben öyle zannediyordum.

Metronun asansör girişine doğru yönlendiğimde son anda kapanan kapıyı durdurup metroya asansörle indim. Ekranlarda Kadıköy metrosunun gelmesine 1dk görünüyordu. Koşturmaya başladım. Yetişebileceğimi düşünerek umutlu olmaya çalışıyordum. Sonraki en az 10dk sonra gelir dedim. Koştururken birkaç dakika önce geçen genç kızı gördüm. Garip garip baktı koşturmama. O asansöre yine yönleniyordu. Ben de turnikeden geçinceye kadar halen daha 1dk yazısı duruyordu Kadıköy yönüne doğru.

Turnikeden geçince hemen koştum yürüyen merdivenlere doğru. Aklımdan asansöre gitmem, asansörün gelmesi, binip aşağı inmemin hepsini hesaplayınca çok uzayacağını hesaplamam 1 saniye bile sürmedi. Yürüyen merdiven de oldukça uzun olduğundan hızlı inmem gerekiyordu. İki yandan yürüyen merdiveni tutarak belki de şimdiye kadarki en hızlı merdiven inişimi yaptım. Saniyede birkaç adım atıyor olabilirdim o sırada. Son basamağı bitirmeden gelenleri gördüm. Biri sakin olmam için işaret yaptı. Zira metro kapılarını kapatmış, ilerlemeye başlamıştı. Yapacak birşey olmadığını düşünerek yakındaki koltuğa oturdum nefes nefese.

Bir dakika geçmeden o genç kız geldi. Ben onun bindiğini sanırken ondan daha hızlı geldiğimi farkedip sevindim içten içe. Ya da o da binemedi diye sevindim. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir anda sevindiğim oldu. Fakat orada garip birşey oldu. Genç kız benden birkaç metre ötede durdu o tarafa doğru baktığımı görünce. Kafamı çevirip karşıma doğru baktım rahatsız edebiliyor olduğumu düşünerek. ''Bak senden daha önce geldim.'' diye bir cümle sarf etmek istedim. Vazgeçtim. Nispeten hızlı adımlarla metro durağının ta diğer ucuna kadar gitti. Garipsedim önce.Sonra aklıma Özgecan'ın başından geçenler geldi. Her tarafı kameralarla 24 saat izlenen bir yerde olmasına rağmen yine de endişeniyordu. Birkaç dakika içinde farklı girişlerden birkaç erkek daha inince perona, genç kızın hissettiklerini biraz daha anlamaya başladım. Ürktüğünü düşündüm.

Neyse ki metro çok gecikmedi. 10dk değil, bir öncekinden 7dk sonra geldi. Saatime bakıyordum bir yandan. 23.30-23.35 gibiydi. Ünalan, yani metrobüs durağına yaklaştığımızda inip metrobüse binip binmemeyi düşündüm. Son anda binmeye karar versem de kapılar kapandı tam o anda. Ben de tekrar yerime oturup iki durak daha devam ettim.

Ayrılıkçeşmesi durağına gelince, metrodan hemen inip koşturmaya başladım yine. Marmaray'ı kaçırmamam lazımdı. Saat ilerliyordu. Son seferlerin 00.00'da yapılmasıydı benim asıl endişem. Metro sisteminde sabaha kadar olmasa da daha geç seferlerin bitmesi gerektiğini düşündüm. (birazdan bununla ilgili 153 Beyaz Masa'ya da şikayet yapacağım) Marmaray'a yetişmek için koştururken yürüyen merdiven değil de düz merdivene denk geldim. Gecikmemek adına yukarıya doğru bir koşu tutturdum. Yetişebileceğimi umut ediyordum ilk kalkacak trene. Zira orada da tren ben son birkaç basamağı çıkarken kapılarını kapattı ve harekete geçti. Durdum durakta, mecburen. Az ileride tren durunca kapılarını açacağını sandım. Meğerse sinyal için bekliyormuş. Birkaç saniye durduktan sonra devam etti tren yoluna. Ben de bir sonraki treni beklemeye başladım.

O arada habire saatime bakıyordum. Yolumu hesaplıyordum. Üsküdar, Sirkeci ve Yenikapı durakları vardı ve toplamda 10dk civarı sürecekti. Saat de 23.45 gibiydi. Biraz sonra tren geldi. Bindim diğerleriyle birlikte. Birkaç dakika sonra da kalktı trenimiz. Yine az ileride bekledi sinyalini. Devam etti sinyali alınca. Durakta treni beklerken biri sormuştu bana, Sirkeci'den geçecek tramvayı yakalayıp yakalayamayacağını. Saate baktım. Kesin yakalarsın dedim. Çünkü son tramvay geceyarısında kalkacaktı ama Kabataş durağından. Sirkeci'ye kadar gelmesine zaman olduğu için sorun yoktu. Yetişebilirdi. Saate baktıkça endişem artmaya başladı. Sirkeci durağına geldiğimizde 23.58 olmuştu bile. Bu sefer çok düşünmedim. Hemen indim trenden. Yenikapı'da inseydim marmaraydan, Havaalanı metrosuna yetişme ihtimalim yok denecek kadar azdı.Böylece doğru karar aldığımı düşündüm.

Çıkışa doğru yürürken sonradan Suudi Arap olduğunu öğrendiğim 4 kişilik bir aileyle karşılaştım. Erkek onları Cağaloğlu çıkışına yönlendirmeye çalışıyordu. Belki de daha yakın olduğu için. Ben Sirkeci durağının diğer tarafta olduğunu söyleyince benimle geldiler. Adamın eşi olduğunu düşündüğüm kadın sevindi haklı çıktığına. Türkçe 'Çok salak biri o' dedi. Gülümsedim. Onlarla çıkarken asansörü gördüm. Asansöre binmeye karar verdim. 1. katta görünüyordu o sırada. Çağırınca -9. katta olduğumuzu anladım. Kar yüksekliklerini düşününce yaklaşık 50m yerin altında olduğumuzu farkettim. İyi ki yürüyen merdivene binmediğimi düşündüm hemen.

Metronun çıkışına gelince tramvayı sordum hemen. Görevlinin gösterdiği yöne doğru yürüyünce tramvayın geçtiğini gördüm. Koşmadan, biraz aceleyle yürüdüm. Ufak da olsa bir umuttu benimkisi. Belki yetişirim diyordum. Saate bakınca 00.06 idi. Suudi Araplar'a iyi akşamlar dileyip tramvay durağına doğru geçtim. Sirkeci değil, Gülhane durağının daha yakında olduğunu farkettim bu arada tabii. Tramvaya da yetişemedim tabii ki.

Durakta güvenlik görevlisi yoktu ama turnikeler çalışıyordu. Turnikeden geçerek durağa girdim. Tek bekleyen bendim. Biraz o metro istasyonundaki gibi hissettim: Ürkmüş. Birkaç kişi geldi durağa. Yoldan doğrudan geçtiler. Turnikede akbillerini kullanmadan. Almanlara göre 'schwarzfahren' yani. Biri tinerciye benziyordu gelenlerin. Diğerleri de garipti. Biraz daha ürktüm. Gayri ihtiyari tesbihimi elime aldım. Belki de tesbih çeken, korkulması gereken biri izlenimi vermeye çalışıyordum onlara. Yan kaldırımdan bir genç sayılabilecek kadın ile yanında orta yaşlı denebilecek biri yürüyordu. Kadın küfrederek bağırıyordu. 'O kendisini ne sanıyor?' diyordu. 'Ben müşteriyim. O bana hizmet eden garson köpek. Ben ne dersem onu yapacak!' diyordu. 'Köpek, köpek, başka birşey değil!' diye de üstüne basa basa söyleniyordu yürürken. Belli ki biri sinirlendirmişti onu. Bana Marmaray durağında Sirkeci istasyonunu soran genç delikanlı da tramvay durağına gelmişti o ara. Ben o kadınla erkeğe bakıp yüzümle onaylamayan bir ifade takınmışken göz göze geldik o delikanlı ile. 'Nasıl bir kadın bu?' diyen bir bakış vardı ikimizde de.

Tramvay beni biraz daha bekletiyordu. Sanırım 10dk kadar bekledik durakta. Birkaç kişi daha turnikeden geçerek durağa geldi ve beklemeye başladı tramvayı. Birazdan gelen trene bindik ve yola koyulduk. Boş gibiydi araç. Her zaman tercih ettiğim gibi ters oturdum. Tramvayın orta kısımlarındaydım. Böylecek içinde bulunduğum vagonu tepeden gözlemleme şansım doğmuştu.

Yol boyunca, metroda da, marmarayda da, tramvayda da elimde hep Kavafis'in şiir kitabı vardı. Adam müthiş bir şair gerçekten.. Normalde stressiz olan yapım bu akşam baya bi stres yaşıyordu ve şiir bunun için güzel bir araçtı. Tramvayda giderken bir yandan da kitabımı okuyordum.

Yusufpaşa durağına gelince inip inmeme arasında kaldım bir an. Duraktan giden bir otobüs dışında otobüs de göremeyince vazgeçtim inmekten. Devam ettim böylece. Oradan binecektim metrobüse ve eve öyle geçecektim. Yerimden inmiş olduğum için tramvayın giriş tarafındaki dörtlü koltuklardan birine oturdum. Bu kez gidiş yönünde. Yan tarafta üçü erkek dört kişilik bir öğrenci grubu vardı. Birazdan biri bindi tramvaya. Nerede olduğunun dahi farkında değildi. Ne yöne gidiyor deyince Bağcılar dedim kısaca. Hangi duraklardan geçtiğini sordu bu kez. Hemen kapının üstündeki tabelayı işaret ettim. Aslında durakların birçoğunu bilmeme rağmen Zeytinburnu'ndan sonrakileri bilmediğim için söylememeyi tercih etmiştim. Adam baktı duraklara. Bana doğru dönerek Zeytinburnu'na kadar gidebileceğini söyledi. Konuşma itiyacı var gibiydi. Ben ise çok da muhabbet etme havamda olmadığından kibarca kısa yanıtlar vermeyi tercih ediyordum. Biraz daha ilerleyince tekrar arkasını dönüp bana teşekkür etti. Dua etti hatta.

Bu arada yaklaşmıştık Cevizlibağ durağına Topkapı'dan sonra ayağa kalktım. Zeytinburnu'na kadar gitsem de metrobüse geçmem gerektiği için Cevizlibağ'dan binmeyi tercih ettim. İlk anda olmasa da hemen sonrasında hızlı adımlarla metrobüse doğru ilerlemeye başladım. Turnikeleri de geçmeme rağmen biraz önce bekleyen metrobüs halen daha yolcusunu almaya devam ediyordu. Yetişebileceğim hayaliyle biraz hızlandım ama bunu da kaçırdım. Bir sonraki metrobüsü beklemek durumunda kaldım.

Sonraki metrobüse binince tek kişilik ters giden bir koltuğun boş olduğunu gördüm ve hemen oraya oturdum. Daha önce metrobüse binme olimpiyatları konulu yazımda da belirttiğim gibi ters olan koltukları tercih etmek oturma şansınızı ciddi oranda artırır. Çünkü insanlar ters gitmeyi çok da tercih etmiyor. Koltukta rahat rahat Şirinevler'e kadar gittim. Sonra da yürüyerek eve geçtim.

Eve varışım 01.05 gibiydi.

Yazıyı asıl anlatma amacım bir yandan sizlere gece 23.00'ten sonra İstanbul yollarında olma hissini yaşatmak olduğu kadar hayatta Murphy'nin yasaları gibi herşeyin üst üste gelebileceğini de göstermek. Herşey ters gittiğinde ne yapmak gerek peki? Pek çok şey söylenebilir. Ben bu yolculuğumdan ders almayı tercih ettim. Kritik durumlar ve zamanlamalar sözkonusu olduğundan bundan sonra böyle bir durumda arada daha fazla yürüyebilme ihtimalime karşın metrobüsü tercih etmek mesela. Ya da İstanbul'da otobüslerin gittiği yönlerin aslında yanıltabileceğini bilerek, bilmediğim bir otobüse binince şöföre önceden sormak gittiği yönü. Ya da hızlı kararlar alabilmek gerektiğini. Ya da arada aktarmalar olunca tahmin edilenden daha da fazla geçişlerin sürebileceğini önceden hesaplamak. Çok ders çıkarılabilir bu akşamdan. Ben kendimi üzmek yerine dersimi çıkardım. Binmek istediğim tüm araçları son anda kaçırmış olmama rağmen hem de.

Siz ne yapardınız öyle bir durumda?  :)

9 Kasım 2014 Pazar

Kartpostal İsteğimin Karşılığı

Dün akşam birkaç arkadaşla otururken bir arkadaş Portekiz'e gideceğini söyledi. Ben de hemen tek isteğim olan kartpostal atmasını istedim. Bana karşısında deli biri varmış gibi bakarak 'Ne? Kartpostal mı? Elden getirsem olur mu?' dedi. Ben ise 'Yok hayır, ben postayla gelmesini istiyorum. Çünkü posta kutusunda kartpostalı bulmak çok güzel oluyor!' deyince bu kez gerçekten de deliymişim gibi baktı gözleri büyüyerek.

'Keşke baştan hiç söylemeseydim!' diye düşündüm hemen. Bir kartpostal göndermekti söylediğim. Ve daha da garip gelen şey postayla atılan bir şeyi elden getirmeyi önermesiydi bana göre. Çünkü adı üstünde: Kartpostal. Kartelden ya da Eldenkart değil. Postadan gelen kart anlamına gelen Kartpostal. İngilizce'sinin doğrudan çevirisiyle 'Postalanan, posta yoluyla gönderilen' kart.

Kültürümüzü gerçekten de bu kadar unuttuk mu?

Eskiden mektup yazardık. Çok oldu yazmayalı ama yakın bir zamanda yazmaya başlayacağım yine. Çünkü eposta ya da aramak tabii ki derdimizi anlatmak için en hızlı yöntemler. Fakat bir mektup, yazanın o anda belki de sesli olarak kelimelere dökemeyeceği duygularını, düşüncelerini yazanın el yazısıyla iletir. Bir yandan kelimelerde yatan duyguları anlamaya çalışırken bir yandan da yazanın el yazısındaki anlamı keşfetmeye çalışırız. En azından ben öyle yaparım. Diğeri, yani bunların teknolojik olanı, elektronik olanı, o kadar da çekici gelmiyor bana nedense..

Gelişen, büyüyen, 'globalleşen' dünyada bunların tümüyle içiçe olup aynı zamanda kültürümüzü de koruyabiliriz. O kadar da zor olmadığı gibi bunları yapmak ya da yapılmasını istemek de deveye hendek atlatmak gibi birşey değil..

6 Kasım 2014 Perşembe

İstanbul 2017 Avrupa Yeşil Başkent Adayı(!)

Evet, yanlış duymadınız. İstanbul 'Yeşil Başkent' olduğunu, daha doğrusu olmaya aday olduğunu söyleyen bir şehir. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştu ve faaliyetlerini zaten sürekli kültürel faaliyetlerin olduğu alanlara sıkıştırarak bu konuya nasıl baktığını göstermişti. Şimdi ise 'Ben Yeşil Başkentim' demek istiyor. Buna aday oldu. Diğer şehirler şöyle:
  • Bursa (Turkey)
  • Cascais (Portugal)
  • Cork (Ireland)
  • Essen (Germany)
  • ‘s-Hertogenbosch (Netherlands)
  • Istanbul (Turkey)
  • Lahti (Finland)
  • Lisbon (Portugal)
  • Nijmegen (Netherlands)
  • Pécs (Hungary)
  • Porto (Portugal)
  • Umeå (Sweden)
Bursa'ya gittim ama çok da iyi bildiğimi söyleyemem. Diğer şehirleri de bilmiyorum listede yer alan. Bu şehirler arasında önce bi ön eleme yapılacak. Sonrasında ise Haziran 2015'te bu şehirler son sunumlarını yapacak ve uluslararası jüri de bu bilgiler ışığında kararını verecek. Yine Haziran 2015'te 2017'nin Avrupa Yeşil Başkenti belli olacak. Yalnız bu bilmemelerin arasında bir de bilme var: İstanbul defalarca olimpiyatlara aday oldu ve kazanamadı. Hazır olmayan bu kenti sürekli aynı yarışa 'yenilen pehlivan' misali düşünen yöneticiler, sanırım 'Yeşil Başkent' gibi bir konuda da 'Kültür Başkenti yapanlar Yeşil Başkent de yaparlar' gibi bir mantıkla hareket ediyor olabilir. Tabii işin gereklerini düşünmemiş olabilirler. Konu ülkemiz olunca kimin nasıl düşündüğünü kestirmek imkansızlaşabiliyor kimi zaman çünkü. 

İstanbul'a genel anlamda baktığımızda, hele de Galata/Karaköy tarafından tarihi yarımadaya baktığımızda Topkapı Sarayı civarı dışında neredeyse hiç yeşil göremiyoruz. Yeşil Başkent olabilmekle ilgili çeşitli konular var üzerinde durulması gereken ve jürinin de dikkat edeceği.

"Avrupa Yeşil Başkent Ödülü bir şehrin çevre-dostu kentsel yaşam sınırında yaşadığının kabul edilmesidir. Bu şehirler sürdürülebilir kentsel gelişim, vatandaşlarının ne istediğini dinleyen çevre sorunlarına yenilikçi sorunlar ortaya koyan şehirlerdir." Avrupa Yeşil Başkent sayfasında konuyu bu şekilde açıklamışlar. Burada en basitinden "vatandaşlarının ne istediğini dinleyen" kısmını dahi Gezi Parkı süreciyle, aynı zamanda şu anda devam eden Validebağ Korusu koruma çalışmalarını 'cami düşmanlığı'na indirgeyen ve mahkeme kararlarına rağmen inşaatına devam edilmeye çalışılan camii inşaatı konularını düşündüğümüzde İstanbul'un aday dahi olamaması gerekiyor. Vatandaşını dinlemekten bu kadar uzak, "kamu yararı olmadığı"na dair mahkeme kararına rağmen devam ettirilmeye çalışılan inşaatı savunan bir yaklaşımla "Yeşil Başkent" nasıl olunabilir ki?

Konuyla ilgili uluslararası Uzman Paneli her şehrin teknik değerlendirmesini 12 temel kriter üzerinden yapacak. Bunlar hava kalitesi; iklim değişikliği, azaltım ve uyum; yenilikçi çevre ve sürdürülebilir istihdam; enerji performansı; sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar; entegre çevre yönetimi; yerel ulaşım; doğa ve bio-çeşitlilik; akustik çevre kalitesi; atık üretimi ve yönetimi; atıksu arıtma; ve su yönetimi. Bu değerlendirme kriterlerine göre finale kalan şehirler belirlenecek.

Belediyemiz tanıtım ve reklam konusunda gerçekten kendisini ve birçok özel firmayı da aşmış durumda. Yaptığı ve (seneler sonra kullanıma girecek dahi olsa) yapacağı çalışmaları/yatırımları kentin her tarafında (sayısı aşırı derecede fazla olduğunu düşündüğüm) açık hava reklam panoları ve diğer reklam aygıtları vasıtasıyla fazlasıyla tanıtım yapıyor. Yalnız defalarca aday olduğumuz ve bir türlü de alamadığımız olimpiyatlar gibi olacak gibime geliyor bu seferki yarışma. Tabii jüri İstanbul gibi bir şehrin, en azından, bu vasıtayla yeşillendirileceğini düşünerek bize de verebilir bu ünvanı. Orasına birşey diyemeyeceğim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi yenilikçilik konusunda o kadar ileri gitmiş durumda ki, yeşil alanı insanların yaşadığı yerlere değil, otobüslerin üstüne yapma gibi bir tasarrufa dahi gitmiş durumda.

Fotoğraf 1: Botobüs

Anlamadığım konu yeşil kentsel hayatla içiçe değilse, dinlenmek amaçlı oturduğumuz parkta çevremizde ağaçtan, çimden daha çok beton/parke taşlı yürüme yolları göreceksek, hatta etrafı tamamen binalarla çevrili sadece gökyüzünü görebildiğimiz ufacık parklarımız nadiren varken bu yarışmaya girmek hangi akla/amaca hizmet ediyor? Varolan parkların içi dahi yeşilden, çimlerden arındırılıp bu alanların içindeki beton oranı sürekli artırılıyor. Endüstriyel parklardan oluşan yeşil alanlarımız oluyor.
Fotoğraf 2: Göztepe Parkı'nın Eski Hali 

 Fotoğraf 3: Göztepe Parkı'nın Yeni Hali

Endüstriyel park derken kastettiğim Göztepe Parkı'nın alttaki fotoğrafına baktığınızda anlaşılacaktır. Başkalarını bilmem ama benim park kavramından anladığım çimenlerinde oturabileceğim, birkaç bankı olan, arada da çok fazla alan kaplamayan yürüme yolları olan alandır. Reklam tabelaları olan değil.  Alttaki sevmediğim endüstriyel park tipine giriyor. Yeşilin olması gereken yerde yeşilden başka herşey var. Kastettiğim çiçekler değil, şekil verilmiş, doğal olmaktan milyon kilometre uzak görüntüler..

The Guardian'da bununla ilgili bir yazı çıkmış. Adamlar buna CHP sözcüsünün dediği gibi "şaka" demişler. Gerçekten de şaka gibi.

Daha geçende bir arkadaşımla konuşurken söyledi, "Son geldiğimde o neydi? İstanbul'un her tarafı inşaat olmuş!" dedi. Bu kadar inşaat varken, şehrin merkezi denebilecek, nefes alma yerleri parklar imara açıp rant sağlamaya çalışılırken, "Yeşil Başkent" tanımı aşırı iddialı olduğu gibi "baştan kaybedilmiş bir yarış" gibi geliyor bana. 

Yalnız yazıya bakınca, bir de diğer aday kentlerin uydu görüntülerine bakınca durumun vehametini anlamak çok daha kolay oluyor. Tam da bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bu yarışmanın koordinatörlerine bir önerim olacak. Zorlu Centre'ı tepeden görenler bilir, aşağıdakine benzer bir görüntü vardır: 

Fotoğraf 4: Zorlu Centre 

Biraz daha yukarıdan bakarsanız, büyük oranda yeşil bir bina görürsünüz. Halbuki bu yeşilliğin insanların gezdiği alanlarla pek fazla alakası yok. Üst taraf zaten insanların gezdiği yer değil, görüntü açısından yapılmış bir yer. İşte benim önerim de bu konuda. Botobüs başarılı bir proje olarak yukarıdan bakınca görünen yeşil alanı artırması açısından oldukça önemlidir ve başlangıçtır. Benzer bir çalışma da çatılarda yapılabilir fakat Mayıs 2015'e kadar çok da fazla zaman kalmadığı için bence İBB hızlı bir şekilde yönetmelik yayınlayıp tüm çatıların yeşile boyanmasını bina sahiplerinden talep edebilir. Bu durumda uydu görüntüsü olarak yemyeşil bir görüntü ortaya çıkacağından şansımızı bir nebze artırabiliriz bence. Tabii halkını dinleme, hava kalitesi, iklim değişikliği azaltım ve uyum, sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar, yerel ulaşım, doğa (!) ve bio-çeşitlilik (!), akustik çevre kalitesi gibi konularda neler yapılacağını da artık İstanbul'u aday gösterenler değerlendirebilir. 

Hayat

Sinüs eğrisine benzettim ben hep hayatı.
Bir aşağı gidiyor,
Bir yukarı.
Sürekli yön değiştiriyor.

İşin güzel yanı ise,
iki tarafta da tepeyi görmeden,
yorulmadan,
bıkmadan, usanmadan,
durmuyor.

Hüzün de bu hayattan,
neşe ve eğlence de.
Biri var diye diğeri yok olmuyor.
Aynı anda da gelebiliyor,
farklı anlarda da..
Sahiplenmeli ikisini de,
sevmeli,
yaşamalı.
Sonuna kadar bi de..

21 Ekim 2014 Salı

Yaş 33, yolun yarısına 2 değil, 42 var..

Hayat çok garip gerçekten de.. Bazen zıtlıkları aynı tepside sunabiliyor insana. Bir arada. Seçip seçmemek elinde değil ama. Bir yandan neşe verirken diğer yandan hüznü verebiliyor. İkisini de almaya mecbursun. Alıp almama durumun da yok hani. en güzeli herşeyi kabul edip öyle devam etmek yola sanırım..

Bugün itibariyle 33 yaşımdayım. Daha düne kadar sorulduğunda 32 diyebiliyordum halbuki. 1, 2, 4, 8, 16 ve 32'ye bölünebilen bir sayıydı. Güzel bir yaştı. 2'nin 5. kuvvetiydi bir diğer açıdan. Yalnız ben asal sayıları daha çok severim. Bunun için de görünen o ki 37 yaşıma kadar beklemem lazım. Yalnız o zaman da şairin dediği yolun yarısını geçmiş olacağım. Bir kitap var, 'Yaş 75, Yolun Yarısı!' diye. Bana sanki yolun yarısı olan 35 çok da uygun değil gibi. Bu hesapla tabii daha bi 40 sene 'Ben gencim!' diyebilirim kendime..

Yolun yarısı. Evet. 35 demişti şair. Benim daha iki senem var 35'e. Peki neler yaptım 33 senede? Güzel şeyler tabii ki.. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite falan daha rahat ve sakin geçmişti sanki.. Gezmiştim biraz. Görmüştüm dünyayı ucundan, kıyısından. Sonrasında hayata, daha doğrusu çalışma hayatına başlayınca işler değişti. İlk olarak sabah 10.00'da uyanıp 12.30'da çalışmaya başladım. Akşam da 20.30'a kadar sürüyordu işim. Güzel de geliyordu hani. Her akşam çıkabiliyordum böylece. İstediğim kadar da kalıyordum. En güzel günlerimdi sanırım.. Bir sene kadar sürdü. Ve bitti, her güzel şey gibi. Güzel yanı hayatımın düzene girmiş olmasına rağmen yine de monoton olmaktan uzak olmasıydı. Haftada en az iki akşam, çoğunlukla üç ya da dört akşam dışarıdaydım. Dönme saati sınırının olmaması güzel birşey gerçekten de.. Haftasonu ise tamamen bana aitti. Noel'de 2 hafta, Paskalya döneminde bir hafta, yazın bir ay ve benim aradaki toplam bir aylık tatilimle birlikte şimdi düşününce iyi tatil yapmışım diyorum kendi kendime..

Döndüm memlekete ve tekrar başladım çalışmaya. Bu kez sabah 7.30 gibi uyanıyordum 9.00'da işe başlamak için. Akşam da 21.00'e kadar çalışıyordum. Eve dönüşten sonra annemin verdiği yemeklerle ilk göbek bırakma çalışmalarım başarıya ulaştı. 10 ayda 10 kilo aldım ve o kilolar halen daha duruyor bir yerlerde.. Çok bilinçli olmamıştı bu göbek bırakma hadisesi ama işte elden ne gelir.. Artık balkonum da vardı.. 7 ay kadar sürdü bu hayatım da. Bir de haftada altı gündü artık çalışmam ve izin günüm haftasonu değil haftaiçi bir gündü.. Sonra staj falan derken bir de baktım mezun olmuşum mühendis olarak.

Asıl şimdi çalışmam lazım diye düşünüp atıldım profesyonel iş hayatıma, yani mühendis olarak çalışmaya.. Onlar da bana 'Madem o kadar enerjiksin, çalış o zaman!' dediler.. Böylece sabah 5.00'te uyanıp akşam da 23.00'te uyumaya başladım önce. Düzenli hayat denen şey. Çok sıkıcı. Bir süre Pazar günleri dahi anca iki haftada bir tatil oluyordu tam gün. Gençtim ama (gerçi halen daha gencim :) ) o zamanlar. Genç ve enerjik olunca insan, herşeyi yapabileceğini zannediyor. Enerjisinin yeteceğini sanıyor. Yetiyor da bir yere kadar.. Böyle geçti dört sene. Nasıl olduğunu çok da fazla anlamadan. Yalnız dolu dolu geçti. Nasıl geçmesin haftanın 6 günü günde 11 saat çalışırken? Tabii işten çıktıktan sonra akşamları salsaya gidip bol bol dans ediyor, sonra tekrar eve dönüp 3-4 saat uykuyla işe gidiyordum. Enerji bol ne de olsa, harcamak lazım.. Bi ara İspanyolca'ya başladım. Öğrendim temellerini. Bi ara Perşembe akşamları sonraki gün tatil olduğu için canımız sıkıldığında sırf güzel gece manzarası izlemek için 100-150km yol gittiğimizi de çok hatırlarım. 7/24'ün içine neler sığdırılabileceğini öğrendiğim zamanlardı. Sonraları 4 sene böyle devam etti. Ve burası da bitti..

Döndüm yine memlekete. O kadar yoğunluktan sonra biraz dinleneyim derken bir de baktı 14 ay olmuş dinlenmeye ilk başlamamın üstünden. Artık çalışmam gerek deyip tekrar başladım çalışmaya. Önce beş gün ile başladım. Düzenli bir işti. Fakat haftada altı gün çalışmış bir insana beş gün az deyip ayrıldım ve yine şantiye çamuruna döndüm. Biraz orası biraz burası derken hayat geçiyordu. Bi ara bir seneye yakın ofiste masabaşı çalışmaya döndüm. Bir keresinde müdürüm bana bir saat içinde tam onbir kere gerindiğimi/esnediğimi söyleyince doğru yerde olmadığımı anladım. Evet, beş gün çalışıyordum ama önemli olan hayatta mutlu olmak değil midir? Orada mutlu olmadığımı farkettikten sonra yer değişikliği zamanı gelmişti. Yaklaşık iki seneden sonra oradan da, rahat ve temiz ofis ortamından ayrılma zamanı gelmişti.

Sırada şimdiki yerim vardı. Yine altı gün çalışma ama daha önemlisi çalıştığım yerde mutlu olmamdı. Hayatta her şeyi mutlu olmak için yapıyor olduğumuzu farkettim yakın bir geçmişte. Asıl amacımız, hayatımızın amacı buydu. Hani bir soru vardır ya, hayatın anlamını sorar. Hayatın anlamı bence mutlu olmaktır. Bu kadar basit. Onca filozofa, bilgine, ya da inancımıza dönmemize gerek yok bunu anlamak için.. Mutlu olmak için ise, içimize bakmak lazım. Bizi neyin mutlu ettiğine odaklanmamız lazım.

Bazen eksik birşeyler oluyor hayatta. İşler yolunda gitmiyor. Herşey tersine gidiyor. Aslında bunların nedeni başka. Lise okuyanlar duymuştur sinüs eğrisini. Sıfırdan başlar ve yukarı doğru gider. 1'e kadardır yolculuğu. Sonra aşağı doğru döner ve sıfırdan da geçip -1'e kadar iner. Yani dibi görürüz. görürüz ki tekrar 1'e çıkmaya yetecek kadar enerjimiz olsun.. O tersine giden zamanlarda işte aşağı yolculuk var demektir. Yukarı yolculuğa da biraz zaman vardır. Ben şimdi yukarı doğru gidiyorum. Daha ne kadar giderim bilmiyorum ama çok gideceğim gibi bir his var içimde..

Güzel insanlarla donatılmış güzel bir çevrem var etrafımda. İnsanın güzel insanlar tanıması demek, güzel olması demek belki de. Ya da güzel insana evrilmesi.. O güzel insanların hep yanımda olacağı güzel bir sene olsun.. Hep birlikte..

Son birşey: Bundan on sene önceydi. Köln'de arkadaşımın mentörü ile görüşecektim. Bunu benden rica etmişti. Kadının evine gittim, görüştük. 75 yaşındaydı. O zamanlar yeni çıkmış Sony fotoğraf makinesi almıştı kendisine, dijital. Yaklaşık 1000€ civarındaydı fiyatı da. Fotoğraf çekmeye başlayacağını söylemişti. Müthiş de hevesli görünüyordu. Sonraları arkadaşımla konuşurken söylemiş, 'İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!' diye. 75 yaşından sonra yeni bir hayat! Bir insan daha ne ister ki?

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gidesim var yine


Gidesim var yine..
Bu kez daha uzun süreliğine ama. Gidip kalmak. Bir yerlerde. Öyle birkaç günlüğüne değil. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine gitmek. Uzaklaşmak buralardan. Gidip dinlemek kendimi. İçimi. Ruhumu. Çok yoruyor bu memleket insanı.

Sene 2002 sonları. Üç arkadaşımdan ikisi İspanya'ya, diğeri Avusturya'ya gitti. Ben de düşündüm sonra. Anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite derken onyedi senedir aralıksız okula gitmiştim. Okulu sevmemek değildi kafamdaki. Sadece eğitime biraz ara vermekti. Daha önce duymuştum bir yerde.:
Birkaç kişi yerli birini kılavuz olarak alıp Amazonlarda gitmek istedikleri yola doğru gidiyorlar. Hızla yol alıyorlar birkaç gün, arada ufak dinlenme molaları vererek. Sonra birden kılavuzları olan yerli yere oturuyor ve gözlerini kapatıyor. Adama sesleniyorlar, ses yok. Bekliyorlar akşama kadar. Yerli gözlerini açıyor. Soruyorlar niye öyle oturup kaldığını. Aceleleri olduğunu. Beklemeye çok tahammülerinin olmadığını. Yerli ise son birkaç günde çok hızlı gittiklerini ve ruhunun gerilerde kaldığını söylüyor. Ruhunun kendisine yetişmesi için beklediğini anlatıyor.

Benimki de öyle birşeydi. Yorulmuştu zihnim. Gerçekten yorulmuştu onca sene eğitilmekten. İşime yarayacak, yaramayacak bilgilerle dolmaktan yorulmuştum. Dinlenmek istiyordum. Dinlenip kafamı toparlamak. Belki de ruhumun beni tekrar yakalamasına yardımcı olmak. İzin vermek buna. Tatildi yapmak istediğim biraz da. Ya da "Mehr als Urlaub" yani Köln yerel dergisine verdiğim röportajda söylediğim gibi, "Tatilden daha fazlası" idi bulduğum. Güzel olmuştu. Dinlenmişti, hem bedenim hem de ruhum. İnsanın evden çıkıp işe gittiğinde işe varış saatini tam olarak bilmesinin neler yapabileceğini tezahür edebilir misiniz? Ben edebildim bunu. Hem de bundan 11 sene önce. Dakika şaşmazdı. Böylece hayatınızı düzene sokabiliyorsunuz. Elinizde olmayan konular düzenli ve yerli yerinde olunca, kalan herşey elinizde olmuş oluyor. Kızacak kimse ya da birşey yok.

Sonrasında zaman geçti tabii. Tekrar bir keşmekeşin içine girdim. Zaman geçti. Bitmesinin üstünden neredeyse on sene geçti. Bu on sene içinde yaşadığım keşmekeş, hayatın düzeninin değişmesi, bir orada, bir burada olmam, sürekli bir değişim, düzensizlik içinde düzensizlik, dengesizlik içinde dengesizlik derken bir de baktım bu son on sene beni önceki onyedi seneye göre daha çok yormuş sanki. Yaşın ilerlemesi de var bir yandan. Eski enerjim yok. Gülmek başka birşey. O hep var. Üç yaşındayken de vardı, yedi yaşındayken de, onyedimde de, yirmiyedimde de. Yetmişyedimde de olacak yine. Enerji başka birşey. O bazen var, bazen yok. Sinüs eğrisi gibi. Bir inip bir çıkıyor. Harmonikli sinüs eğrisi ama. Düzensiz çünkü.

Şimdilerde yine diyorum, gidesim var diye. Evet, var gidesim. Öyle birkaç günlüğüne değil ama. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine. En azından bir sene olsa, gerçekten de güzel olacak. Düzenli, sakin, rahat bir yerde, düzenli, sakin, rahat bir hayat. Bol gezmeli, bol görmeli, bol fotoğraflı..

Sonunda mı? Sonunda yine kaosun merkezine dönüş: İstanbul'a dönüş..

Kim bilir?

10 Ekim 2014 Cuma

Tramvayda Akşam Giderken

Sene 2014, aylardan da Ekim. Arkadaşlarla eğlenceden dönmüştüm.Saat 23.45. Karaköy'deki mekandan çıkarken saate de bakınca eve en güzel ve zevkli tramvayla dönebileceğimi düşündüm. En yakındaki Fındıklı tramvay durağına doğru gidiyorken durağa yaklaşık 30m kadar kala tramvayın duraktan ayrılmak üzere olduğunu gördüm. Hemen koşturmaya başladım. Yolumun üstünde arabalar kırmızı ışıkta bekliyordu. Aralarından hızlı şekilde geçip tramvaya gittim. Tramvay sürücüsü beni farkedince durdu bir anlığına. Akbilimi bariyere okutmaya çalışırken bir an bi beklemek zorunda kaldım. Okuma sesini duyar duymaz da hemen bariyeri itip geçtim. O sırada da tramvayın bana en yakın kapısı açıldı ve bindim tramvaya. Elimle teşekkür etme işareti yapıp tramvay sürücüsüne, arkalara doğru ilerledim. Boş bir yer bulunda da pencere kenarına oturdum. Normalde hep koridor tarafını seçerken o akşam pencere kenarını seçmiştim. Belki de tramvay boş olduğundandı, bilmiyorum. Bindiğim, nispeten boş olan tramvayda tıngır mıngır denebilecek bir hızda, sakin bir şekilde gidiyorduk. Camdan bakınca geçtiğimiz durakları görüyordum. Bir yandan da gece yarısından sonra şehrin nasıl göründüğünü, tramvay camından. Durgun bir şehir görüntüsü vardı camda. Durgun ve güzel bir şehrin görüntüsü. Belki de dünyanın en güzel şehri diye düşündüm bir an..

Duraklardan geçerken fotoğraf çekmeye karar verdim. Hem de pek de sevmediğim bir yöntemle, cep telefonumun kamerasıyla.. Yine de güzel sayılabilecek fotoğraflar aldım. Güzeldi dışarısı. Mevsim de sonbahar olunca başka güzel oluyordu İstanbul geceleri bir başka güzeldi. Bir başka güzeldi, görmüş-geçirmiş, binlerce yılın yükünü sırtında taşıyan, ve aynı zamanda şarap gibi güzel bir kadın gibi..

Fotoğraf 1: Arkada Sultanahmet Tramvay Durağı

Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş.. Beyazıt durağından geçerken farkettim otobüsümün orada yolcu beklediğini ve birkaç dakika içinde de kalkacağını. Aklım 'Laleli durağında in ve hemen otobüsüne binip rahat rahat git evine!' derken kalbim 'Otur oturduğun yerde! Çıkar keyfini tramvay yolculuğunun!' dedi. Düşünmedim pek. Kalbimi dinledim. Çünkü ne olursa olsun, her zaman doğruyu söylerdi kalbim. Öylece devam ettim yoluma..Yolun keyfini çıkararak. Kafam bomboş ve tramvaya durduğu her durakta binenleri izleyerek..

Fotoğraf 2: Arkada Aya Sofya Müzesi Önü

Sene 2004, aylardan Şubat sanırım. Aradan çok zaman geçince, hatırlayamayabiliyor insan bazı detayları. Bir Salı gecesiydi. Gece de saat 01.13. Saate baktım. Tramvayımın geçmesine, son tramvayın geçmesine sadece 3 dakika vardı. Hemen kalktım, kabanımı alıp, arkadaşlara güzel geceler dileyip çıktım hemen. Üstüme kazağımı giymiştim ama kabanı giymeye fırsat yoktu. Koluma almıştım. Sırt çantamı da tek koluma atmış koşturuyordum. Bir yandan çıkışta güvenlik görevlilerine güzel geceler dileyip, diğer yandan da karın yağışını farkettim. Çok güzel, hafiften kar yağıyordu. Aynı filmlerdeki gibi..

Hepi topu 3dk zamanım vardı ve buranın tramvayları dakik olmasıyla ünlüydü. Yaklaşık 20m kala tramvayın durağa yanaştığını görünce daha bi hızlandı koşum. Tramvayın sürücüsüne işaret edip, önünden koşturup hemen bindim tramvaya son anda. Tabii herhangi bir bariyer ya da bilet kontrolü olmadığı için girişte, kolayca yetiştim tramvaya ve kolumdaki eşyalarımı ikili koltuklardan birine fırlatıp koridor tarafındaki koltuğa bıraktım kendimi. Rahatlamıştım.

Yanyana koltuklardan birinde oturan bir kızın bana baktığını farkettim. Başladık sohbet etmeye. Benim o heyecanlı ve nefes nefese halimi görünce dikkatini çekmişti. Gece son tramvaydaydık ve yol 42dk sürecekti. Arkadaşlarla eğlenceden çıktığımı ve saati son anda farkedince koşturmaya başladığımı söyledim. Biraz durup da dışarıdan kendi halimi düşününce komik gelmişti o halim bana da.. Tramvayın koltuklarından yarısından fazlası boştu. Kimisi tek başına, kimisi ise arkadaşı/sevgilisi/eşi ile oturuyordu. Sakindi tramvay ve sessizdi nispeten. O saatte herkesin yapmak istediği evine rahat rahat gidip uyumaktı artık.

Almanların soğuk insanlar olduğunu düşünen varsa Köln'e gitsin. Köln insanı farklıdır. Sıcaktır. Sohbeti sever. Tanımadığı insanlarla da.. Öyle bir sohbet ortamı oldu yol boyunca. Biraz sohbet, biraz sessizlik, biraz kendini dinleme ile evin yolundaydım..

8 Eylül 2009 Salı

Başlıksız...


Evet, yeni bir gün daha başladı. Gerçi 2 saati geçti bile yeni gün başlayalı ve şimdi saat 07.20. Şu ramazanın başlangıcından sonraki sabah 6'daki mesai başlangıcı dengemi ciddi anlamda bozmaya başladı. Ağustos ayının son 10 gününde uygulanan 06.00-12.00 arası mesai uygulaması Eylül ayına girmemizle birlikte değişti. Sabah başlangıç yine 06.00 yalnız çıkış 15.00. Bu yüzden de erken uyumak lazım ki ben geceyarısından önce pek de uyuyamıyorum. Gündüz 2-4 saat iş sonrası uyku ve gece de 01.00-02.30 arası değişen garip bir uyku düzenindeyim. Düzenlemem lazım bu düzeni biraz daha. Sabah kalkmak gündüz uykusundan dolayı kolaylaşması gerekirken yine de zor oluyor. 

Acaba diyorum, bunun bi nedeni de gidecek olmam ve işe gitme isteğimin azalması mı? Hani etkisinin olmadığını inkar etmem sanırım çok da gerçekçi olmaz. Bana önerilen ve daha önce de bazı ihbarı verilmiş arkadaşların uyguladığı gibi kampa gidip uyuyabilirim her gün. Kendimi geliştirmeye yönelik birşeyler yapar mıyım? Belki biraz ama çok zayıf kalacaktır. Boşlukta olmak daha da kötü bence. En iyisi normal iş saatlerine uyarak devam etmek. 

Garip bir ruh hali içindeyim. Iyi ki gidiyorum diyorum bir yandan. Diğer yandan da 4 yıldan sonra bu değişiklik bana çok zor gelecek gibi. Tamam, kabul ediyorum. Gibi'si fazla. Zor gelecek. Buradaki hayat standardımı Istanbul'a döndükten sonra da devam ettirmem lazım. İş konusunda yerimi oldukça sağlamlaştırmışken yeni bir başlangıç yapma gereği de zorlayıcı. 

Dün buradaki teknik danışman şirketin paket yöneticisi bana gitmeden önce yerime getirilecek kişiye tüm bilgileri vermemi ve onunla en az 1 hafta birlikte çalışmamı istedi. Aksi takdirde, gülerek, gitmeme izin vermeyeceğini söyledi. Ben de proje müdürümle konuşmasının daha doğru olacağını söyledim. Bu konuşma gururumu da oldukça okşadı. Adamın istediği sadece işlerin düzgün rayında yürümesi olarak da algılanabilir ama bunu bana öyle bir anda söyledi ki hani "Kim gelirse gelsin senden bütün bilgileri almazsa sıkıntı yaşarız, sen bizim için önemlisin" gibi bir anlama geldi kafamda. İşveren, teknik danışman ve bizim MEP ekibinin olduğu bir toplantıdaydık. Ve ben biraz da gidiyor olmanın verdiği bir rahatlıkla onlarla bir nevi oynuyordum. Çünkü hem işveren temsilcisi hem de teknik danışman'ın yöneticileri yapmış oldukları hatalardan dolayı zor duruma düşmüşlerdi ve yapıldı denen şeyler yapılmamıştı. 
Ben de onun bu sözünden sonra kendisini CV'ime referans olarak yazacağımı söyledim. Çok hoşuna gitti bu. 

Hayat gerçekten de çok güzel. Her ne kadar bazen bizi zorlasa, sınasa ve umudumuzu kaybetme aşamasına getirse de... 

Dipnot: Başlık bulma konusunda biraz zorlandığımdan, daha doğrusu normalde bi başlık yazıp ona göre içeriğini yazdığımdan dolayı bu seferki notun başlığı yok...