Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2014 Salı

Elektrik Hayattır

Gerçekten de elektrik hayattır.

Elektrikte 50Hz'in ne olduğunu pek bilmez. Alternatif akımın, yani kullandığımız elektrik akımının frekansıdır 50 Hertz. Sinüs eğrisini düşünürsek 1 ile -1 arasında bir saniyede 50 kere gidiş geliş demektir bir diğer deyişle.


İşte aynen yandaki gibi. Bir inip bir kalkar. 1 ile -1 arasında değildir bu sadece. Ama bildiğimiz sinüs eğrisi..

Hayat da buna benziyor. Sürekli bi iniş çıkışlar var. Hiçbir şey sürekli iyiye ya da kötüye gitmez. Tabii buradaki gibi çok keskin ve düzenli olmaz hayattaki iniş çıkışlar ama yine de benzerdir. Bir iner bir çıkarız.

Bazen ruhumuz da bu tempoya ayak uydurur. Mevsimler değişirken bizim ruh durumumuz da değişkenlik gösterir. Sonbahar geline sıfırın altlarında dolanırız. Bunun bir nedeni de düşük hava basıncıdır aslında ama biz ruhumuzda hissederiz bunu. Düşer tempomuz. Düşer kimi zaman moralimiz biz anlamadan.. Sonra kışla birlikte daha da aşağılara inebilir. Sinüs eğrisinin diplerine kadar yolu var yani.

Tramboline binen vardır. En azından çocukları görürsünüz trambolinden zıplarken. Trambolin de sinüs eğrisine benzer hayat gibi. En alta kadar inmeden en üste, en yukarıya çıkamazsınız. Yani inmenin de bir sınırı var. ''Kestirmeden yukarıya döneyim'' demekle olmuyor. Ciddi ciddi dibi görmek lazım ki yukarı çıkışımız şahane olsun.

İlkbaharla birlikte işte, tekrar yukarı çıkış başlar. Yazın başı gibi sıfır seviyesini görmüş ve daha da yukarı doğru ilerliyoruzdur artık. Yazın sonuna kadar da bu böyle gider. Moralimiz de sıcaklıklarla paralel şekilde artar da artar. Belki de bu yüzdendir Ağustos ayının en sıcak, Şubat'ın ise en soğuk ay olması..

Sonra devam işte.. Aynen hayat gibi. İniş çıkışlarla dolu bir hayat..

Kimi zaman da bu iniş çıkışlar müthiş hızlı olabilir. Bir an çok iyi hissederken, bir an çok kötü hissedebiliriz. Hemen sonra bi daha çok iyi olur durum. Yani 50Hz'e geri dönüş bir bakıma. Sık aralıklarla iniş çıkışlar..

Demem o ki, elektrik gerçekten de hayattır..

12 Kasım 2014 Çarşamba

Memnuniyetsizlik Üzerine

Bazı insanlar öyledir işte: Memnuniyetsiz..

Bir türlü memnun edemezsiniz onları. İsterseniz ağzınızla kuş tutun, tuttuğunuz kuşta bahane arar. Yok çok küçük, yok çok büyük..

Otobüse biner, 'Bu otobüs çok dolu!' der, mutsuz olur.
Otobüs sakindir, boştur nispeten. 'Niye bu kadar boş!' der bu otobüs. 'Yazık günah!'.

Sevgilisiyle, ikisi de yoğun olduğundan sık görüşemez. Görüştüğünde de etrafta olan şeyleri bahane eder, yine mutsuz olur, mutsuz eder..

Bir konuda şikayetçi olursunuz. 'Kimi kime şikayet ediyorsun?' diye sorar. Yaptığınızın anlamsız olduğuna, saçma olduğuna sizi de inandırmaya çalışır. Hem kendi mutsuz olur, hem de sizi mutsuz eder.

Yolda gidersiniz, yağmur yağar. Yağmurdan şikayetçi olur saçları ıslandığı ve kabardığı için. Sonra Paris'te Bir Gece filmindeki yağmurun yağdığı sahneyi izler. O sahnedeki gibi yürümek ister sevdiğiyle..

A partisi iktidara gelir. Kendi istediği şeyleri yapmasına rağmen karşı çıkar: Çünkü yapan kendi partisi değil, diğer partidir.

Arkadaşlarıyla buluşup muhabbete gider. Sıkılır, mutsuz olur. Sonra alır eline telefonunu, onunla oynar. Gece boyu da şikayetleri bitmez. Önce su soğuk gelmiştir. Biraz daha sıcak gelince de sıcak diye şikayet eder.

Eğlenmeye gider. Kendisine takılanların hiçbirini beğenmez de, sonrasında 'Niye benim de sevgilim yok!' diye dövünür. Çünkü sevginin, ilişkinin emek istediğinden haberi yoktur..

Çay ister. Önce çok sıcak diye şikayet eder. Biraz bekletir muhabbet sırasında. Sonra da çay soğumuş diye tekrar şikayet eder.

Çocuğu mühendis olmak ister. Ama o doktor olsun diye ısrar eder. Sonra başkaları mühendisliğin geleceğinin daha iyi olduğuna ikna edince kabul eder ama inşaat der bu kez de, bilgisayar olmaz der..

Okulda başarılısınızdır, birinci olmadığınız için memnun değildir. Birinci olursunuz, ortalamanız 5.0 olmadığı için memnun olmaz. Ortalama 5.0 olur, bu sefer de 100 üzerinden 100 olmaması bahanedir.

Böyle daha onlarca örnek sayılabilir. Bazı insanları, ne yaparsanız yapın, mutlu ve memnun edemezsiniz. Mükemmeliyetçilikle ilişkilendirilebilir belki, yalnız bunun da pratik karşılığı çok yok.. Her mükemmeliyetçi memnuniyetsiz olmayabiliyor. Örnek, ben..

Memnuniyetsiz olmak eldekiyle, varolanla yetinmemek de olduğu için daha iyiye, daha güzele doğru götüren gibi görünse de hayatı çekilmez kılmaya da yol açabiliyor bu durum. Hayat ise, o kadar kısa ki, çekilir kılınmayı bırakın, zevk alınır olmalı.. Çünkü herşey bir yere kadar çekilir.. Sonrasında bıkarsınız.

Zevk almak ise güzeldir, sonsuza kadar devam edebilir..

6 Kasım 2014 Perşembe

Hayat

Sinüs eğrisine benzettim ben hep hayatı.
Bir aşağı gidiyor,
Bir yukarı.
Sürekli yön değiştiriyor.

İşin güzel yanı ise,
iki tarafta da tepeyi görmeden,
yorulmadan,
bıkmadan, usanmadan,
durmuyor.

Hüzün de bu hayattan,
neşe ve eğlence de.
Biri var diye diğeri yok olmuyor.
Aynı anda da gelebiliyor,
farklı anlarda da..
Sahiplenmeli ikisini de,
sevmeli,
yaşamalı.
Sonuna kadar bi de..

21 Ekim 2014 Salı

Yaş 33, yolun yarısına 2 değil, 42 var..

Hayat çok garip gerçekten de.. Bazen zıtlıkları aynı tepside sunabiliyor insana. Bir arada. Seçip seçmemek elinde değil ama. Bir yandan neşe verirken diğer yandan hüznü verebiliyor. İkisini de almaya mecbursun. Alıp almama durumun da yok hani. en güzeli herşeyi kabul edip öyle devam etmek yola sanırım..

Bugün itibariyle 33 yaşımdayım. Daha düne kadar sorulduğunda 32 diyebiliyordum halbuki. 1, 2, 4, 8, 16 ve 32'ye bölünebilen bir sayıydı. Güzel bir yaştı. 2'nin 5. kuvvetiydi bir diğer açıdan. Yalnız ben asal sayıları daha çok severim. Bunun için de görünen o ki 37 yaşıma kadar beklemem lazım. Yalnız o zaman da şairin dediği yolun yarısını geçmiş olacağım. Bir kitap var, 'Yaş 75, Yolun Yarısı!' diye. Bana sanki yolun yarısı olan 35 çok da uygun değil gibi. Bu hesapla tabii daha bi 40 sene 'Ben gencim!' diyebilirim kendime..

Yolun yarısı. Evet. 35 demişti şair. Benim daha iki senem var 35'e. Peki neler yaptım 33 senede? Güzel şeyler tabii ki.. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite falan daha rahat ve sakin geçmişti sanki.. Gezmiştim biraz. Görmüştüm dünyayı ucundan, kıyısından. Sonrasında hayata, daha doğrusu çalışma hayatına başlayınca işler değişti. İlk olarak sabah 10.00'da uyanıp 12.30'da çalışmaya başladım. Akşam da 20.30'a kadar sürüyordu işim. Güzel de geliyordu hani. Her akşam çıkabiliyordum böylece. İstediğim kadar da kalıyordum. En güzel günlerimdi sanırım.. Bir sene kadar sürdü. Ve bitti, her güzel şey gibi. Güzel yanı hayatımın düzene girmiş olmasına rağmen yine de monoton olmaktan uzak olmasıydı. Haftada en az iki akşam, çoğunlukla üç ya da dört akşam dışarıdaydım. Dönme saati sınırının olmaması güzel birşey gerçekten de.. Haftasonu ise tamamen bana aitti. Noel'de 2 hafta, Paskalya döneminde bir hafta, yazın bir ay ve benim aradaki toplam bir aylık tatilimle birlikte şimdi düşününce iyi tatil yapmışım diyorum kendi kendime..

Döndüm memlekete ve tekrar başladım çalışmaya. Bu kez sabah 7.30 gibi uyanıyordum 9.00'da işe başlamak için. Akşam da 21.00'e kadar çalışıyordum. Eve dönüşten sonra annemin verdiği yemeklerle ilk göbek bırakma çalışmalarım başarıya ulaştı. 10 ayda 10 kilo aldım ve o kilolar halen daha duruyor bir yerlerde.. Çok bilinçli olmamıştı bu göbek bırakma hadisesi ama işte elden ne gelir.. Artık balkonum da vardı.. 7 ay kadar sürdü bu hayatım da. Bir de haftada altı gündü artık çalışmam ve izin günüm haftasonu değil haftaiçi bir gündü.. Sonra staj falan derken bir de baktım mezun olmuşum mühendis olarak.

Asıl şimdi çalışmam lazım diye düşünüp atıldım profesyonel iş hayatıma, yani mühendis olarak çalışmaya.. Onlar da bana 'Madem o kadar enerjiksin, çalış o zaman!' dediler.. Böylece sabah 5.00'te uyanıp akşam da 23.00'te uyumaya başladım önce. Düzenli hayat denen şey. Çok sıkıcı. Bir süre Pazar günleri dahi anca iki haftada bir tatil oluyordu tam gün. Gençtim ama (gerçi halen daha gencim :) ) o zamanlar. Genç ve enerjik olunca insan, herşeyi yapabileceğini zannediyor. Enerjisinin yeteceğini sanıyor. Yetiyor da bir yere kadar.. Böyle geçti dört sene. Nasıl olduğunu çok da fazla anlamadan. Yalnız dolu dolu geçti. Nasıl geçmesin haftanın 6 günü günde 11 saat çalışırken? Tabii işten çıktıktan sonra akşamları salsaya gidip bol bol dans ediyor, sonra tekrar eve dönüp 3-4 saat uykuyla işe gidiyordum. Enerji bol ne de olsa, harcamak lazım.. Bi ara İspanyolca'ya başladım. Öğrendim temellerini. Bi ara Perşembe akşamları sonraki gün tatil olduğu için canımız sıkıldığında sırf güzel gece manzarası izlemek için 100-150km yol gittiğimizi de çok hatırlarım. 7/24'ün içine neler sığdırılabileceğini öğrendiğim zamanlardı. Sonraları 4 sene böyle devam etti. Ve burası da bitti..

Döndüm yine memlekete. O kadar yoğunluktan sonra biraz dinleneyim derken bir de baktı 14 ay olmuş dinlenmeye ilk başlamamın üstünden. Artık çalışmam gerek deyip tekrar başladım çalışmaya. Önce beş gün ile başladım. Düzenli bir işti. Fakat haftada altı gün çalışmış bir insana beş gün az deyip ayrıldım ve yine şantiye çamuruna döndüm. Biraz orası biraz burası derken hayat geçiyordu. Bi ara bir seneye yakın ofiste masabaşı çalışmaya döndüm. Bir keresinde müdürüm bana bir saat içinde tam onbir kere gerindiğimi/esnediğimi söyleyince doğru yerde olmadığımı anladım. Evet, beş gün çalışıyordum ama önemli olan hayatta mutlu olmak değil midir? Orada mutlu olmadığımı farkettikten sonra yer değişikliği zamanı gelmişti. Yaklaşık iki seneden sonra oradan da, rahat ve temiz ofis ortamından ayrılma zamanı gelmişti.

Sırada şimdiki yerim vardı. Yine altı gün çalışma ama daha önemlisi çalıştığım yerde mutlu olmamdı. Hayatta her şeyi mutlu olmak için yapıyor olduğumuzu farkettim yakın bir geçmişte. Asıl amacımız, hayatımızın amacı buydu. Hani bir soru vardır ya, hayatın anlamını sorar. Hayatın anlamı bence mutlu olmaktır. Bu kadar basit. Onca filozofa, bilgine, ya da inancımıza dönmemize gerek yok bunu anlamak için.. Mutlu olmak için ise, içimize bakmak lazım. Bizi neyin mutlu ettiğine odaklanmamız lazım.

Bazen eksik birşeyler oluyor hayatta. İşler yolunda gitmiyor. Herşey tersine gidiyor. Aslında bunların nedeni başka. Lise okuyanlar duymuştur sinüs eğrisini. Sıfırdan başlar ve yukarı doğru gider. 1'e kadardır yolculuğu. Sonra aşağı doğru döner ve sıfırdan da geçip -1'e kadar iner. Yani dibi görürüz. görürüz ki tekrar 1'e çıkmaya yetecek kadar enerjimiz olsun.. O tersine giden zamanlarda işte aşağı yolculuk var demektir. Yukarı yolculuğa da biraz zaman vardır. Ben şimdi yukarı doğru gidiyorum. Daha ne kadar giderim bilmiyorum ama çok gideceğim gibi bir his var içimde..

Güzel insanlarla donatılmış güzel bir çevrem var etrafımda. İnsanın güzel insanlar tanıması demek, güzel olması demek belki de. Ya da güzel insana evrilmesi.. O güzel insanların hep yanımda olacağı güzel bir sene olsun.. Hep birlikte..

Son birşey: Bundan on sene önceydi. Köln'de arkadaşımın mentörü ile görüşecektim. Bunu benden rica etmişti. Kadının evine gittim, görüştük. 75 yaşındaydı. O zamanlar yeni çıkmış Sony fotoğraf makinesi almıştı kendisine, dijital. Yaklaşık 1000€ civarındaydı fiyatı da. Fotoğraf çekmeye başlayacağını söylemişti. Müthiş de hevesli görünüyordu. Sonraları arkadaşımla konuşurken söylemiş, 'İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!' diye. 75 yaşından sonra yeni bir hayat! Bir insan daha ne ister ki?

16 Ekim 2014 Perşembe

Bir Arkadaşımın İntiharı Üzerine

Biraz önce bi arkadaşım aradı. Ortak arkadaşımız olan Mehmet facebook'taki hesabına intiharına dair bir video bırakmış. Gerçek mi, değil mi bilmiyordu. Bana sorunca ben daha görmediğim için birşey diyemedim. Son birkaç gündür sabahları ilk baktığım şey olmaması için facebook'un, açmıyordum hemen. Girdim hemen hesabıma ve baktım videoya ve altındaki yorumlara. Oturduğu evi bulmasına yardımcı olan arkadaşı eve doğru gittiğini söylüyordu. Ama öncesinden ev sahibi gitmiş ve 'Malesef' diye yazmıştı. Beni arayan arkadaşım bir daha aradı. Gerçekmiş!

Ölüm. Çok gerçek. Belki de yaşayıp yaşayabileceğimiz en gerçek şey. Tek seferlik. İkincisi yok. Her an yanımızda. Her an aramızda. En mutlu olanı da alıyor, en mutsuzu da. En sağlıklı görüneni de alıyor. En sağlıksız ve hastayı da. Ayrım yapmıyor aralarından. Herkes eşit ölümün gözünden.

Mutsuz bir insanı nasıl anlarsınız?

Sürekli gülen, neşeli ve eğlenceli bir insanın intihara meyilli olduğunu, olabileceğini anlayabilir misiniz?

Ya da sürekli mutsuz, üzüntülü, depresif, negatif birinin yüz yaşına kadar yaşayabileceğini, intiharı hiçbir şekilde hayatında düşünmediğini, düşünmeyeceğini tasavvur edebilir misiniz?

Yıldız'da okurken, bir keresinde, A Blok kantinine çay almaya giderken bölümden Ali diye bir arkadaşıma denk geldim. Hemen gülerek selamlaştım. Bana şöyle demişti:

- Azem, seni her gördüğümde mutlu oluyorum. Canım sıkkın da olsa, üzülmüş de olsam, çok mutsuz da olsam senin o gülen yüzünü görünce mutlu oluyorum nedenini anlamadan.

Ben de:

- Çok sağol Ali, demiştim. Sen ve senin gibi arkadaşlar sayesinde ben de mutlu oluyorum.

Birkaç adım sonrasında ise kafamda bambaşka şeyler geçiyordu. "Bir bilsen içimde neler olup bittiğini" diye düşündüm. "Bir bilsen içimde ne fırtınalar koptuğunu. Aslında her zaman göründüğüm kadar mutlu olmayabildiğimi." diye geçirdim aklımdan.

İnsan dışarıya gülerken, kendi dışındaki insanları mutlu ederken birşeyi atlayabiliyor. Kendisini mutlu etmeyi. "Azem, önce sen mutlu olacaksın ki başkalarını da mutlu edebilesin. Sen mutlu olmazsan başkasını nasıl mutlu edebilirsin ki?" demişti Neşe bundan 11 sene önce. Çok ağır bir ayrılık sonrasında hayatımda ilk kez yaşadığım depresyon döneminde demişti bunu bana. Hep kendimden önce O'nu düşünmüştüm. Neşe'nin bu sözünden sonra anlamıştım, aslında önce kendim mutlu olmam gerektiğini. Sen mutlu olmazsan, başkasını nasıl mutlu edesin?

Biraz bencil gelebilir bu yaklaşım ama gerçekten de öyle. Bir de duyguları yaşamak denen şey var. Hayat bir sinüs eğrisidir demiştim bir zamanlar. Elektrikte de alternatif akımı doğru akıma çevirirken kırpıcılar kullanırız. Böylece en tepe ve en dip noktalar törpülenir ve ne çok aşırı sevinçli ne de çok aşırı üzüntülü olursunuz. Hep dengeli gidersiniz. Halbuki hayat öyle birşey değil ki. Hayatta dip de var zirve de. Sürekli de bu ikisinin arasında gidip gelir insanoğlu. Dibi göremeden, orada gereken enerjiyi toplayamadan, çıkamaz ki insan zirveye!

Ben de çok iyi sayılmam duygularımı paylaşma konusunda. Çok nadir insanla paylaşırım. Bu biraz da insanın yapısıyla alakalı sanırım. Bilmiyorum..

Victor Hugo'nun bir kitabı vardır: Bir İdam Mahkumunun Son Günü, diye. Hikaye idam cezasına çarptırılmış bir mahkumun son günlerini, içinde bulunduğu ruhsal durumu suçuna dair pek de bilgi vermeden anlatıyor. Okuduğumda müthiş etkilemişti beni. Öleceğini bilen bir insanın içinden geçenler. Yaşadıkları. Korkuları. Düşünceleri. Öyle etkileyici şekilde vermişti ki bunları, idam cezasına bir kere daha karşı olmuştum, "devlet adam öldürmez, öldüremez" mantığıyla. İdam olacak olmak, öleceğini bilmek, başkasının elinden, başka birşey. Fakat insanın kendi hayatını sonlandırması bambaşka birşey.

Bir anda aklımdan geçti, ben bir şekilde "Son anlarımı yaşıyor olsaydım ne yapardım?" diye. Pişmanlıklarım neler olurdu acaba? Pişmanlık duyacağım şeyler yaptığım değil yapmadığım şeyler olurdu sanırım. Yapmak isteyip de yapmadığım, yapamadığım şeyler hakkında pişmanlık duyardım herhalde.

Kuzey ülkelerinde intihar oranları dünyanın diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Bu biraz da hayatının düzeninin tam olması, sorun olmamasıyla alakalı gibi. Tekdüze hayat yani. Dün yazmıştım, düzenin olduğu, işten çıktığımda eve saat tam kaçta varacağımı bildiğim bir yerde yaşamak hakkında. Gitmek isteğim hakkında. ABD'de insanlar da şirket gibi görülüyor. İflas verebiliyor insanlar. Ve böylece hayatlarına sıfırdan tekrar başlayabiliyorlar. İnsan, bence, mutsuz olduğu, sorunlar yaşadığı yerde çok durmamalı. Öncelikle kendi, sonra da çevresindekilerin iyiliği için bu. Gitmeli başka bir yere. Aynı ülke içinde olabilir de olmayabilir de. Maksat gitmek başka bir yerlere. Ve yeniden, sıfırdan yeni bir hayat kurmak. Yeniden doğmuş gibi. Tek farkı belli bir mesleğinin, yeteneğinin olması. Gerçi aynı işi de yapmak gerekmiyor o kadar da. Bir şekilde hayatını sürdürebilme şansının olması yeterli. Bunu Mehmet için söylemiyorum. Genel anlamda söylüyorum. Bırakıp gitmeli. Sıfırdan tekrar başlamalı hayatına. Başlamalı!

Dört gün sonra doğumgünüymüş. Benden bir gün önce. Belki de yeni yaşına girmeyi beklemeyecek kadar acelesi vardı. Yolun açık olsun Mehmet...

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gitmek

Gitmek lazım diyorum,
gitmek.
Dönmemecesine belki de.
Sonra dönmek yine..

10 Ekim 2014 Cuma

Tramvayda Akşam Giderken

Sene 2014, aylardan da Ekim. Arkadaşlarla eğlenceden dönmüştüm.Saat 23.45. Karaköy'deki mekandan çıkarken saate de bakınca eve en güzel ve zevkli tramvayla dönebileceğimi düşündüm. En yakındaki Fındıklı tramvay durağına doğru gidiyorken durağa yaklaşık 30m kadar kala tramvayın duraktan ayrılmak üzere olduğunu gördüm. Hemen koşturmaya başladım. Yolumun üstünde arabalar kırmızı ışıkta bekliyordu. Aralarından hızlı şekilde geçip tramvaya gittim. Tramvay sürücüsü beni farkedince durdu bir anlığına. Akbilimi bariyere okutmaya çalışırken bir an bi beklemek zorunda kaldım. Okuma sesini duyar duymaz da hemen bariyeri itip geçtim. O sırada da tramvayın bana en yakın kapısı açıldı ve bindim tramvaya. Elimle teşekkür etme işareti yapıp tramvay sürücüsüne, arkalara doğru ilerledim. Boş bir yer bulunda da pencere kenarına oturdum. Normalde hep koridor tarafını seçerken o akşam pencere kenarını seçmiştim. Belki de tramvay boş olduğundandı, bilmiyorum. Bindiğim, nispeten boş olan tramvayda tıngır mıngır denebilecek bir hızda, sakin bir şekilde gidiyorduk. Camdan bakınca geçtiğimiz durakları görüyordum. Bir yandan da gece yarısından sonra şehrin nasıl göründüğünü, tramvay camından. Durgun bir şehir görüntüsü vardı camda. Durgun ve güzel bir şehrin görüntüsü. Belki de dünyanın en güzel şehri diye düşündüm bir an..

Duraklardan geçerken fotoğraf çekmeye karar verdim. Hem de pek de sevmediğim bir yöntemle, cep telefonumun kamerasıyla.. Yine de güzel sayılabilecek fotoğraflar aldım. Güzeldi dışarısı. Mevsim de sonbahar olunca başka güzel oluyordu İstanbul geceleri bir başka güzeldi. Bir başka güzeldi, görmüş-geçirmiş, binlerce yılın yükünü sırtında taşıyan, ve aynı zamanda şarap gibi güzel bir kadın gibi..

Fotoğraf 1: Arkada Sultanahmet Tramvay Durağı

Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş.. Beyazıt durağından geçerken farkettim otobüsümün orada yolcu beklediğini ve birkaç dakika içinde de kalkacağını. Aklım 'Laleli durağında in ve hemen otobüsüne binip rahat rahat git evine!' derken kalbim 'Otur oturduğun yerde! Çıkar keyfini tramvay yolculuğunun!' dedi. Düşünmedim pek. Kalbimi dinledim. Çünkü ne olursa olsun, her zaman doğruyu söylerdi kalbim. Öylece devam ettim yoluma..Yolun keyfini çıkararak. Kafam bomboş ve tramvaya durduğu her durakta binenleri izleyerek..

Fotoğraf 2: Arkada Aya Sofya Müzesi Önü

Sene 2004, aylardan Şubat sanırım. Aradan çok zaman geçince, hatırlayamayabiliyor insan bazı detayları. Bir Salı gecesiydi. Gece de saat 01.13. Saate baktım. Tramvayımın geçmesine, son tramvayın geçmesine sadece 3 dakika vardı. Hemen kalktım, kabanımı alıp, arkadaşlara güzel geceler dileyip çıktım hemen. Üstüme kazağımı giymiştim ama kabanı giymeye fırsat yoktu. Koluma almıştım. Sırt çantamı da tek koluma atmış koşturuyordum. Bir yandan çıkışta güvenlik görevlilerine güzel geceler dileyip, diğer yandan da karın yağışını farkettim. Çok güzel, hafiften kar yağıyordu. Aynı filmlerdeki gibi..

Hepi topu 3dk zamanım vardı ve buranın tramvayları dakik olmasıyla ünlüydü. Yaklaşık 20m kala tramvayın durağa yanaştığını görünce daha bi hızlandı koşum. Tramvayın sürücüsüne işaret edip, önünden koşturup hemen bindim tramvaya son anda. Tabii herhangi bir bariyer ya da bilet kontrolü olmadığı için girişte, kolayca yetiştim tramvaya ve kolumdaki eşyalarımı ikili koltuklardan birine fırlatıp koridor tarafındaki koltuğa bıraktım kendimi. Rahatlamıştım.

Yanyana koltuklardan birinde oturan bir kızın bana baktığını farkettim. Başladık sohbet etmeye. Benim o heyecanlı ve nefes nefese halimi görünce dikkatini çekmişti. Gece son tramvaydaydık ve yol 42dk sürecekti. Arkadaşlarla eğlenceden çıktığımı ve saati son anda farkedince koşturmaya başladığımı söyledim. Biraz durup da dışarıdan kendi halimi düşününce komik gelmişti o halim bana da.. Tramvayın koltuklarından yarısından fazlası boştu. Kimisi tek başına, kimisi ise arkadaşı/sevgilisi/eşi ile oturuyordu. Sakindi tramvay ve sessizdi nispeten. O saatte herkesin yapmak istediği evine rahat rahat gidip uyumaktı artık.

Almanların soğuk insanlar olduğunu düşünen varsa Köln'e gitsin. Köln insanı farklıdır. Sıcaktır. Sohbeti sever. Tanımadığı insanlarla da.. Öyle bir sohbet ortamı oldu yol boyunca. Biraz sohbet, biraz sessizlik, biraz kendini dinleme ile evin yolundaydım..

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Özgürlüğün Sınırları Gerçekten Nerede Biter?

Her zaman denir ya, 'Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.' diye. Özgürlüğün sınırları hep bu şekilde çizilir. Halbuki burada ciddi bir eksiklik var. Buradan doğrudan anladığım başkasının sınırlarına girmedikten, başkalarına (doğrudan) zarar vermedikten sonra, istediğim herşeyi yapmak konusunda özgürüm!

Özgürlüğün başka sınırları yok mudur? Ya da olmalı mıdır başka sınırları özgürlüğün? Ne dersiniz? Çünkü diğer türlüsü bir anlamda sınırsız özgürlük gibi birşey. Mesela hiçbir insanın olmadığı, yaşamadığı bir yerde istediğim herşeyi yapabilirim! Bu mümkün mü peki? Başka bir soru: Bu doğru mu? Gerçekten de özgürlük böyle birşey mi?

Bence özgürlüğün sınırları tabii ki olmalıdır. Sınırsız özgürlük olamaz, olmamalı. Yalnız burada kastettiğim özgürlüklerin devlet tarafından sınırlandırılması değil kesinlikle. Devletler, yapıları gereği, halktan da ciddi bir aksi yönde hareket olmadığı sürece özgürlükleri sınırlamak yönünde görüşte oluyor çoğu zaman. Bu durum gelişmemiş ülkelerde gelişmişlere göre çok daha fazla tabii ki. Bu yazının ana amacı devletin sınırlamaları dışında kalan alanda insanların özgürlüklerinin sınırı..

Özgürlüğün asıl sınırları doğaya karşı olan sınırlardır bence. Bazı doğu, Hint felsefeleri/dinleri haricinde insan hemen hemen her toplumda en fazla kutsanan, yüceltilen varlık olmuştur. Durum böyle olunca özgürlük gibi bir konuda insanın ne yapıp ne yapamayacağı meselesinde biraz durmak gerekiyor. Ön planda olan insan olunca da sadece diğer insanlara karşı sınırların varlığından söz ediliyor. Varlığımızın ana nedeni olan doğaya karşı sınırlarımıza bir şey söylenmiyor. Bu nedenledir ki diğer insanlara karşı sorumluluğumuz olduğu kadar doğaya karşı da sorumluluğumuz var. Doğa derken kastettiğim hem çevremiz, yeşil alanlar, ormanlık alanlar, hem de buralarda ve çevremizde yaşayan hayvanlar. Onlar da bu dünyanın sahipleri çünkü.. 

Sorumluluk doğaya karşı olunca birçoğumuz bunu önemsemiyoruz. Halbuki doğa kendinden alınanı bir şekilde geri alıyor. Er ya da geç. Örneğin birçok insanın yere attığı çöpler. Bu çöplere ne oluyor? Çöpçüler mi topluyor hepsini? Hayır tabii ki. O çöplerin toplanmayan, toplanamayan kısmı ya kaldırım kenarlarında birikiyor, ya kanalizasyon kapaklarının ağzını tıkıyor, ya da kanalizasyon boruları içinde birikiyor. Daha sonra yağmur olduğunda kaldırım kenarında biriken çöpler suyun yolun kenarından değil, yolun üstünden akarak geçişimize engel oluyor. Kanalizasyon kapaklarını tıkayanlar yağmur suyunun kanalizasyona akmasını engelleyerek zeminde olması gerekenden çok daha fazla yol almasına ve birikmesine neden oluyor. Kanalizasyon borularının içinde özellikle filtrelerde birikenler ise kanalizasyonun su atımına faydalı olmak yerine kanalizasyonun çok daha hızlı şekilde dolmasına neden olarak yağmur sırasında suyun zeminde kalmasına neden oluyor. Durum böyle olunca da en ufak şiddetli bir yağmurda ortalığı sel götürüyor. Aslında en çok zararı da yine biz görüyoruz.

Özellikle Avrupa'ya gittiğimizde şehirlerin içinden akan irili ufaklı ırmaklar vardır birçok yerde. Bu ırmaklar bizde, özellikle de İstanbul'da kalmadı. Suların güzergahları değiştirilip bu derelerin yataklarına evler, binalar yapıldı, yaptırıldı. Sonuç: Ciddi anlamda şiddetli yağmur olduğunda bu alanlarda kalan evler su altında kalıyor. Boşuna dememiş büyüklerimiz, 'Su akar, yatağını bulur!' diye.. Özgürlük yani, herkese lazım.. Sınırlarını iyi bilerek.. Çevreye saygıyı ihmal etmeden..

8 Eylül 2009 Salı

Dubai'yi karabasan yapan yönü

Biraz da Dubai'nin birçok insan tarafından bilinmeyen yönünü anlatmak lazım sanki... Insanlar hep en iyi yanlarını biliyor, daha doğrusu zenginlik olayının nasıl abartıldığını... Şimdi de diğer yönleri...

Burada olduğum dönemde, yaklaşık 2 yıl kadar önce, üye olduğum mail grubundan bir email almıştım. Bu emailde Dubai'deki çalışanların çalışma koşullarına dair fotoğraflar vardı. Bir süredir de burada yaşıyor olduğumdan beldiyenin böyle durumlara kesinlikle göz yummadığı ve uygulayıcılar hakkında çok katı yasaları olduğunu da biliyordum. Bu yüzden hemen cevap atıp o fotoğrafları nereden elde ettiklerini, yani kaynağını sordum. Cevap gelmedi doğal olarak. Çünkü gönderen her kendisine iletilen ilginç bulunan maili, kaynağını araştırıp soruşturmadan, başkalarına da gönderen biriydi. Belki o fotoğraflar Dubai'dendi, belki de değil. Yalnız ben buradaki durumu çok derinlemesine olmasa da biliyorum zaten. 

Hani diğer yazılarımdan birinde söylemiştim ya, Burj Al Arab'ın sadece içini görmek için 40 dolarlık turlara katılmak gerekiyor. Bu da bana hiç de çekici gelmiyor. Bi akşam yemeği de 200 dolar seviyelerinde. Yalnız işin diğer yüzüne bakmak lazım. O restoranlarda çalışanların aldığı maaşlar da kendilerine bir akşam yemeği ısmarlama düzeyinde ancak. Gerçi bu dediğim daha çok orada temizlikçi vb. olarak çalışanlar için geçerli. Diğer çalışanlar belki hem bir akşam yemeği yiyip, sonrasında da kendilerini ay sonuna kadar "idare edecek" paralarını bırakabilirler bir kenarda. 

Biraz rakamlar iyi gelecektir sanırım... En alt kademeden başlayalım. Düz işçi, yani niteliksiz işçi, aylık yaklaşık 500 Dhs gibi bir para alıyor normal mesai karşılığı. Fazladan mesaiye kalması durumunda bu maaşı 700-800 Dhs seviyesine çıkabiliyor. 1 dolar 3.66 Dhs olduğu gözönüne alınırsa temel maaş 135 dolar, mesaili ise 200-220 dolar civarında. Mesaili derken de bu işçi haftada 6 gün, günde en az 10, hatta pek çok zaman 12-15 saat çalışıyor. Özetlersek hayat=çalışmak. Yalnız bu parayı harcadığı görüşünün de ortaya çıkmaması lazım. Parasının ortalama 15-30 dolar civarı bir kısmını kendisine tutup kalanını memleketine gönderiyor. Onu da bazen 3-5 kişi birleşip her ay birinin ailesine göndererek para gönderme komisyonunu da minimize edebiliyorlar. Hintliler en son durumda biraz daha kalifiye olarak değerlendirildiklerinden en düşük ücreti Bangladeşli işçiler alıyor. Normal kalifiye bir işçi aylık normal 250, fazla mesaiyle birlikte de yaklaşık 350 dolar civarı kazanabiliyor. Aynı iş Arap (genelde Mısırlı, Suriyeli vb. olabilir) bir işçiye yaptırıldığında ise bu ücret yaklaşık 1,5-2 katına çıkıyor. Fakat Türk firmaları Türkiye'den de işçi çalıştırıyor ve onların aldığı ücret herhangi bir Hintli'nin aldığı ücretin yaklaşık 5 katı. Verim olarak 2 katı hesaplanmasına rağmen alınan ücretlerde aşırı derecede uçurumlar olabiliyor. 

Gelelim idareci kadrosuna. Aynı işi yapan 3 yıl deneyimli bir inşaat mühendisi Hintli'yse alacağı maaş 1500 dolar ise, Arap mühendisin alacağı 2000 dolar, Türk mühendisin ise yaklaşık 3000+ oluyor. Ingiliz, Avusturalyalı ya da genel olarak Batılı'ysa bu mühendis alacağı para 5000+ olabiliyor. Ki yapılan iş karşılaştırıldığında da fark çok az. Hani Hintlilerin biraz yavaş çalıştığı varsayımı üzerine gitsek bile yine de bu kadar maaş farkının olması tamamen burada "Pasaportun kadar değerlisin" tezimi doğrular nitelikte. Gerçi bu sadece benim tezim demek de yanlış olur, genel yaklaşım böyle. 

Bunlar Dubai'nin karabasan yönlerden birkaçı sadece...