1 Temmuz 2016 Cuma

Mutlu Olmak Bir Seçimdir

Bir seçimdir mutlu olmak. 
Mutlu olmayı seçerseniz, mutlu olursunuz. 
Mutsuz olmayı seçerseniz mutsuz olursunuz. 

Bu kadar basittir aslında mutlu ya da mutsuz olmak.

Nasıl baktığınızla alakalıdır hepsi. Olumlu bakarsanız, pozitif yanından bakarsanız olaylara, göreceğiniz şeyler mutlu eder. Kastettiğim polyannacılık değil ama. Gerçekçi olup mutlu da olunabilir aynı zamanda. Bakış açısı sadece. Point of view, İngilizce bilenler için. Bakış açımızı değiştirmemiz lazım yani. Başka birşey değil. 

Mesela taksici yolu uzatıp fazladan para kazanmaya çalışmışsa anında belediyeye ya da polise şikayet ederek o taksicinin en az 100 lira ceza almasını sağlayabilirsiniz. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak sizin cebinize girer çünkü alınan o para. Vergilere ek olarak hizmet için kullanılacak o para. 

Bir sorunla karşılaştığımızdaki tavrımızdır bizi mutlu ya da mutsuz eden. Soruna odaklandığımızda, mutsuz oluruz. Negatif etki yapar çünkü sorunlar psikolojimiz üzerinde. Çözüme odaklandığımızda ise, durum farklıdır. Olumlu olur psikolojimiz. Çünkü soruna çare bulmuşuzdur ya da bulacağızdır. 

Hayatta her gün karşımıza bir çok sorun çıkar. Bazıları çok ağır da gelebilir. İşyerimizdeki müdürümüz, ya da okuldaki hocamız bizi sevmeyebilir. Ya da bir şekilde üstümüze gelebilir. Bize düşen bir şekilde çözüm bulup ilerleyebilmektir.

Bardak boşalmak üzere iken ve susadığımızda mesela. Kalan suyu içip susuzluğumuzu giderebiliriz. Ya da bardakta yeterince su olmadığından ve susuzluğumuzu bitiremeyeceğinden yakınabiliriz. Siz olsanız, hangisini yapardınız? 

Başta da dediğim gibi, mutlu olmak, bir seçimdir.

16 Haziran 2016 Perşembe

Âzem Ne Demek?

Önce ismimin hikayesi ile başlamalıyım sanırım. Öylesi daha doğru olacak. Bir insan Yılmaz Güney hayranı ise, çocuğunun adını daha önce Memo koymaya karar vermiş olsa dahi izlediği filmden etkilenip Âzem olarak kararını değiştirebilir. Benim durumda da aynen böyle olmuş. 

Babamın, annem daha benden hamile iken, aklında Memo adı varmış benim için. Mehmet değil ama, Memo. Zaten öyle söyleneceğini düşünmüş belki de. Sıradan isim koymama gibi bir düşüncesi de var tabii. Daha sonra, o dönemki Yılmaz Güney hayranlığı ve 1974 yapımı olmasına rağmen 1981'de denk gelip izlediği Arkadaş (wikipedia) filmi kararını değiştirmiş. Yılmaz Güney, ya da filmdeki adıyla Âzem, filmde öğrencilik döneminden arkadaşı Kerim'i ziyaret eden bir mühendistir. Film boyunca, özellikle Melike Demirağ ile olan konuşmalarında, Âzem'in A'sının üstünde şapka olması, şapkalı Azem, yani Âzem olması üzerine konuşulur. 


Çocukluğum boyunca büyüklerimin hep bana ''Şapkalı Âzem, şapkan nerede?'' diye takılmasını hatırlarım. Bu espri hiç eskimedi. Büyüyünceye kadar tabii ki.

Daha o zamanlar adımın farklı olması bir yandan hoşuma giderken diğer yandan da anlamı konusunda beni düşündürmüştü. Neydi Âzem'in anlamı peki? Bir de hemen her yeni tanıştığım kişi adımın anlamını sorunca, bana da adımın ne anlama geldiğini öğrenmek düşmüştü. Öyle bir isim ki Âzem, kimse tam olarak anlamını bilmiyor. Nedenini birazdan anlatacağım.

İlk olarak ilkokuldayken merak etmiştim adımın anlamını. Babam Farsça'da 'büyük ağabey' anlamına geldiğini söylemişti. Ama bu beni tatmin etmemişti, daha o zamanlardan. 'Başka bir anlamı olmalı lazım' diye düşünüyordum. Gerçi bir yandan da hoşuma gitmişti. Zaten evde de büyük ağabey olduğumdan, adım bana uymuştu.

Liseye başladıktan sonra, daha ilk senede İngilizce öğretmenimin tavsiyesi ile Newsweek dergisine abone olmuştum. Gelen dergilerin birçoğunun dil seviyesi beni fazla aştığı için birkaç sayfadan sonra okumaya devam etmiyordum. Ama 1996 yılındaki sayılardan birinde adımı görmüştüm. Bir fotoğrafın altında Azem Dautovic (Newsweek'teki İngilizce haber) kayıptı. Srebrenica Katliamı sırasında kaybolan, kaybedilen sayısız erkekten biri idi. İlk defa adaşımla denk gelmek bir yandan güzel iken, Azem Dautovic'in kayıp olması ayrıca üzmüştü beni. Bosnalı bir insanın adının Âzem olması da adımın sadece Arapça'da değil başka dillerde de olduğu anlamına geliyordu.

O dönemde 'büyük ağabey' devam ediyor ama anlam arayışım da durmuyordu. O dönemde Ağrı'da İran'dan gelen çok sayıda mülteci vardı. Polis de nispeten uzaktan kontrol ediyordu mültecileri. Bir gün bir mülteci ile sohbet imkanı bulduk arkadaşımla. Tanışma faslı sırasında, ki İngilizce konuşuyorduk o zamanlar, adını şimdi hatırlayamadığım mülteci bana adımın farklı bir anlamını söylemişti: Çölde seyahat eden kişi. Arapça kökenli idi adım. Çok hoşuma gitmişti bu anlam. Zaten daha o zamanlardan içimde gitmek isteyen, gezmek isteyen, dünyayı keşfetmek isteyen bir gezgin vardı. Adımın anlamı da buydu işte: Çölde gezen yolcu. Biraz sonra yanımıza gelen polis yüzünden sohbetimiz fazla ileri gidememişti. Biraz daha konuşup hayat hikayesini öğrenmeyi çok isterdim halbuki. 

O andan itibaren artık Farsça'da büyük ağabey anlamını söylemiyordum kimseye. Çünkü İranlı, yani Fars biri bana ismimin Farsça olmadığını söylemişti. Daha nasıl bir onay bekleyebilirdim ki? Bir süre bu bilgi ile idare ettim. Yani 'çölde seyahat eden kişi' anlamı ile. Seneler sonra, Dubai'de yaşarken, Arap memleketinde olduğum için daha bir merak salmıştım adımın anlamını öğrenmeye. Farklı anlamları olduğunu hissediyordum çünkü. Arapça kökenli bir kelime olduğunu öğrenmiştim zaten önceden.

İşyerinden Mısırlı bir mimar arkadaş 'çölde seyahat eden kişi' anlamını teyit etmişti bana. Evet, çölde seyahat eden anlamına geliyordu ama başka anlamları da vardı. Zaten Arapça gibi dünyanın en zengin dillerinden birinden başka türlüsü beklenemezdi. Mısır Arapça'sı Kur'an-ı Kerim'de kullanılan Arapça'ya en yakın dil olduğu için anlamın teyit edilmesi ayrıca önemli idi benim için.

Yine işyerinde Irak'ta üniversite okumuş muhasebeci arkadaşla konuşurken o da adımın anlamını 'çok azmeden, azimli' diye söylemişti. Kendimi düşününce adımın bu anlamıyla da uyumlu idim. Azm, ya da Hazm'den geldiği söylenmişti. Arapça'da ses biraz değişse dahi kelime farklı anlama gelebildiği için tam anlamını bulmak çok da kolay olmuyordu. Herkes adımı kulağına en kolay gelen şekilde değiştirip anlamını söylüyordu.

İnternet sürekli gelişen ve yeni bilgilerin eklendiği bir ortam olduğu için yine öyle bir araştırmam sırasında Suriye'deki bir sarayın adının Azem Sarayı olduğunu öğrenmiştim. Hatta o dönemde kimi arkadaşlarla konuşurken sarayımın olduğunu dahi söylediğim olmuştu. 


Başka bir zaman, şimdi nereli olduğunu hatırlamadığım bir Arap arkadaşla tanıştığımda adımı duyunca çok hoşuna gitmiş ve adımın anlamını öğrenmek isteyip istemediğimi sormuştu. Hemen tabii diye cevap vermiştim. Ona göre de Âzem'in anlamı 'en yüce, en ulu' idi. 

Böylece adımın son anlamını da öğrenmiştim. Yalnız Bosna'da da nispeten yaygın kullanılan bir isim olduğu için oraya bir daha gittiğimde bu konuyu araştırmayı düşünüyorum. O zamana kadar Âzem'in anlamları bu şekilde. Sizin bildiğiniz farklı anlamları varsa, yorum kısmında paylaşırsanız çok sevinirim.

Not: Bu yazının güncellenmiş halini (ufak değişikliklerle) burayı tıklayarak yeni sitemde bulabilirsiniz. 

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Bir Kazanın Anatomisi

Birkaç ay önce akşam vakti idi. Eve dönerken hemen önümüzde bir kaza oldu. Nasıl olduğunu farkedemeden bir aracın yolun öteki tarafında ters dönmüş olduğunu gördüm.

Araçtan şeffaf renkte duman yükseliyor, tekerlekleri halen daha dönüyordu. Orta refüjdeki palmiye ağacını da yıkıp karşı şeride geçmiş ve ters dönmüştü. Bizim biraz ötemizdeki araç ise ön tarafından aldığı ciddi hasarla yan tarafa, bariyerlerin yanına doğru geçip durmuştu.

Hemen araçtan inip kazazedelere yardım etmek için onlara doğru ilerledik. İki aracın şöförü de gençti. Biri yirmili yaşların başlarında, diğeri ise ondan birkaç yaş daha büyüktü.

Ters dönen araçtaki şöför hemen araçtan çıktı. Daha müdahale etmeye yetişemeden arabadan çıkmıştı. Gayet rahat yürüyüp konuşabiliyordu. Kendinde gibi görünüyordu. Araçtan da o sırada benzin olduğunu sandığım bir sıvı dökülüyordu yere.

Arabadan iner inmez ilk işim 155'i, daha sonra da 112'yi aramak oldu. İkisine de bağlanmam yaklaşık 1dk kadar sürdü. 155'teki yetkili aynı zamanda 112'yi de aramamı önermişti. Halbuki bir şekilde ortak çalışabiliyor olmaları gerekiyordu bu iki acil durum servis numarasının. Polise kaza yerini tarif ettikten sonra durumu anlattım. 4dk sonra bir polis beni aradı ve durumu sordu. Ondan birkaç dakika sonra da bir polis aracı olay yerine geldi.

112'yi aradığımda da benzinin araçtan sızdığını anlattım. Ambulanstan yaklaşık 10-15dk kadar sonra gelen itfaiye aracını da 112 yönlendirdi sanırım. Demek ki itfaiye ile sağlık acil servisi ortak çalışmalarına rağmen polisle böyle bir çalışma yoktu. 112'deki yetkiliye yaralının durumunu anlattım ve o da yaralının fazla hareket etmemesi gerektiğini söyledi. Hemen yapmaya çalışmama rağmen yaralı olan genç sigara içmeye çalışıyordu. Yaktırmadım. Etrafta o sırada 5-6 kişi araçlarını kenara çekip yardıma koşmuştu. Onlar da hep gençler olduğu için yardım etmek istiyorlardı.

Ters dönmüş aracın şöförü olan genç diğer şöförün makas attığını, çok tehlikeli bir makas attığı için son anda kurtarmak amaçlı orta refüje doğru sürdüğünü söylüyordu. Bir yandan da diğer aracın şöförünü bulmaya çalışıyordu. O şöför yaralı olmamasına rağmen ciddi sarsılmıştı. Şoktaydı yani. Ters dönen aracın şöförü diğerleri ile konuşurken makas atmanın normal olduğunu, 'ama' o pozisyonda öyle bir makas atılamayacağını, atılmaması gerektiğini söylüyordu. Aracı pert olmuş, büyük ihtimalle emniyet kemeri takılı olduğu için kazadan omzunda ufak birkaç sıyrıkla nispeten sağlam atlatmış olmasına rağmen kazayı halen daha makas atmanın normal olduğunu konuşabiliyordu. Gençler arasında konuşulan yapılan hareketin yanlış olduğu, o şekilde araç kullanılmaması gerektiği, kazanın sadece makas atmadan kaynaklandığı değildi ne yazık ki. Gençler, bu gençlere ters dönen aracın şöförü de dahil olmak üzere, polis geldiğinde nasıl konuşmaları gerektiğini belirleme yarışında idi.

Polise de aynı durum aktarıldı. Biraz geçtikten sonra, ambulans, itfaiye aracı ve polis geldikten biraz sonra biz de oradan ayrıldık. Fakat halen daha kafama takılmıştı. İnsanların asıl düşünmeleri gerekenin kazanın nedeni ve sorumlunun cezalandırılması olması gerekirken nasıl kurtulacaklarını konuşuyorlardı. Ve nasıl makas atılması gerektiğini! Hele de yakın geçmişte makas atmaya hapis cezası gelmesi konuşulmuşken. Belki de orada birkaç kişi ölseydi durum değişecekti. Belki o zaman dahi aynı olacaktı.

İşte bu mantalite bana bu yazıyı yazdırdı. Yani insanların suçlu oldukları halde davranışlarının cezasını çekmemeleri konusundaki toplumsal çaba. Ya o kaza sonucu bir yakınımız hayatından olsaydı? O zaman da aynı şeyi düşünebilecek miydik?





14 Ocak 2016 Perşembe

Toplumumuzdaki Acıma Meselesi

Oldum olası sevmemişimdir acıma meselesini. Bazen duyarız arkadaşlarımızdan, "Acıyorum ben ona, o yüzden iyi davranıyorum." ve benzeri bir çok cümle kullanılır. Sanki kendisi acıdığı kişiden çok daha iyi durumda, çok daha mutlu, çok daha huzurlu.

Ben acımaya inanmam. En kötü durumdakine, sokakta yaşayan evsizlere dahi acımaya hakkım olmadığını düşünürüm. Çünkü benim yaşadığımı o bilmez, onun ne yaşadığını ben bilmem. Bir de acımanın ego tatmini olduğunu düşünürüm. Acıdığımız insanlardan daha üstün olduğumuz sanrısı sarar bizi, bir garip, bir güzel hissederiz. Kimi zaman farkına dahi varamayız asıl acınacak durumda olabileceğimizi.

Ego savaşları en sevmediğim savaşlardandır. İnsanlar ölmese de insanlık ölür çünkü o savaşlarda. Daha yüce, daha ulu, daha mutlu belki de, ya da daha zengin olma telaşı vardır o savaşlarda. Kimi zaman daha entellektüel, daha bilgili, daha okumuş. Kimi zaman ise ekonomik durum ön plana çıkar. Kimi zaman daha yüce gönüllü olduğumuzu düşünerek acırız karşımızdakine. Ne büyük yanılgı!

Yukarıda da dediğim gibi, hiç kimseye acımam, hakkım olmadığını düşündüğüm için. Yarının kimi nereye getireceği belli değildir. Ne olacağımız bilinmez. Bizim de, onların da. Yarın pozisyonlar tam tersine de dönebilir.

Bilinmez.

Bilinebilen ve elden gelen insan olarak kalabilmektir. Ancak o zaman tam olarak varlığımızın hakkını verebiliriz.

Acımamak demek herkese acımasızca ve kötü davranmak anlamına gelmiyor tabii. Verilen tepkinin ego yerine vicdan süzgecimizden geçmesi iyi davranmak için yeterli olacaktır. Diğer bir deyişle bir insana acımaktan ziyade içimizden geldiği için, istediğimiz için ona yardım etmeliyiz, acıdığımız için değil.

Başka bir mesele de kendimize acımamızdır. Kendimize de acımamamız gerekiyor. Atasözünde dendiği gibi ''Kendi düşen ağlamaz.'' Yaptıysak bir hata, sorumluluğunu alıp, dersimizi çıkarıp önümüze bakmamız gerekir. Yaptığımız hatalara odaklanıp kendimize acıdığımız ve üzüldüğümüz zaman ise 'şimdi'yi yaşamaktan uzaklaştığımız ve mutsuz olduğumuz zamandır. 

Eskiler boşuna "Acıma! Acınacak hale düşersin!" diye dememişler.