21 Ağustos 2014 Perşembe

AVM'lerin Hayatımızdaki Vazgeçilmez Yeri

Yaz günlerindeyiz. Hele de son günlerde sıcaklık oldukça yükseliyor ve nefes almakta bile zorluk çekebiliyoruz kimi zaman. Bu durumda çare ne? Tabii ki AVM'lerin o karşı konulmaz çekiciliğine kapılıp kendimizi onlardan birinin içine atmak. Zaten hemen her köşe başında, hatta sadece köşe başında değil, birçok yerde, İstiklal Caddesi gibi alışveriş caddesi gibi bir yerde bile yolun ortasında bir AVM'miz var. Buralara atınca kendimizi dışarının o müthiş derecede yakan sıcağından korunmuş oluyoruz. AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Önümüzdeki günlerde yağışlar başlayacak. Sonbahar geliyor çünkü. Peki yağmurda sokaklarımız ne hale geliyor? Sene 2014 olmasına rağmen yağan biraz şiddetli yağmur bile ortalığı sel götürmesine neden olabiliyor. Öyle sokaklarda gezilir mi? Hayır tabii ki. Çaremiz var mı? Tabii ki: AVM'ler. Herhangi birinin içine girip rahatlıkla yağmurdan, yağmurun o çilesinden kendimizi kurtarabiliriz. Yağmur bitince zaten ortalık ıslak olacağı için AVM'de nasıl geçtiğini bile anlamadan zaman geçirebiliriz. AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Kış geliyor sonbahardan sonra. Bu da havaların ciddi anlamda soğuyacağı anlamına geliyor. Hele de İstanbul'daki nem ile birlikte bu soğuk kendini daha fazla hissettirecek. Peki hava o kadar soğuk olunca, kar yağınca ne yapabiliriz? Tabii ki AVM'lere girebiliriz. Çünkü buralar gayet sıcak, üstümüzde kısa kollu bir üstle bile durabileceğimiz seviyede sıcak ve konforlu ortamlar. Eşyalarımızı da ya arabada ya da AVM'nin içindeki marketten alabileceğimiz bir alışveriş arabasında tutabilir ve istediğimiz gibi içeride gezebiliriz. Zaten aradığımız, arayabileceğimiz her türlü mağaza da içeride var. Dışarıda olup da orada olmayan bir yer olmadığı için zaten dışarı çıkmaya da gerek kalmıyor böylelikle. Yani neymiş: AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Kıştan sonra ilkbahar gelecek ve yine yağmurlar başlayacak. Nispeten daha sıcak olacak olmasına rağmen hava, yine de kıyafetlerimizin ıslanmasını istemeyeceğimiz için AVM'ler can simidi gibi yardımımıza yetişecekler. Ondan sonra peki? Ondan sonrası eskisi gibi devam.

Sanırım birkaç sene önceydi, pet şişelerde satılan suyla ilgili bir yazı okumuştum. Pet şişelerde satılan suyun temiz olduğu, fakat bu suyun satılabilmesi için pet şişe içine konması gerektiği, bu pet şişelerin tek kullanımlık üretildiği ve bu üretim için ciddi büyük plastik fabrikalarının kurulması gerektiği, bu fabrikaların atıklarının çevreyi kirlettiği gibi su kaynaklarına da doğrudan zarar verdiği, bu pet şişelerin yakılmasıyla ortaya çıkan gazın çevredeki yeşile zarar verdiği ve kimi yerde yok ettiği, ve bütün bunların bir döngü halinde kendini tekrar ettiğiyle ilgiliydi. Yani geriden gidersek, çeşmelerimizde temiz, içilebilir su akarsa pet şişede su almak zorunda kalmayız. Pet şişe su almak zorunda kalmazsak, pet şişeler üretilmez. Tek kullanımlık pet şişeler üretilmezse çevre bundan zarar görmez. Çevre zarar görmezse ve o plastik üretim tesisleri kurulmazsa en önemlisi su kaynaklarımız temiz kalır. Çok basit bir döngü yani.

AVM'ler hayatımızda çok önemli. Çünkü onların gelişiyle, yeşil hemen her türlü alan imara açılıp betonlaşmanın gitgide artmasıyla, binaların o bölgedeki yolların kaldırabileceğinden daha yüksek ve daha yoğun yerleşime yönelik yapılmasıyla birlikte buralardaki araç yoğunluğu da artıyor doğal olarak. Bu da özellikle bu bölgelerde havanın daha da ısınmasına neden oluyor. Varolan çok kısıtlı yeşil de yok oluyor bu yüzden. Sonuç ise pet şişe döngüsündeki durum. Aslında AVM'ler olmasaydı, bizim havamız da bu kadar ısınmayacaktı. Havamız bu kadar ısınmasa biz de AVM'lere ihtiyaç duymayacaktık. Farklı değişkenler de var tabii ki bu denklemin içinde. Anlattığım kadar basit değil hiçbir şey. Fakat temel anlamda olay bu şekilde özetlenebilir.

Hangi memlekette olduğunu bilmiyorum ama bir yerde insanlar pek AVM'ye gitmeyince, bir süre sonra bu AVM'ler otoparklara dönüşmüş sadece ve kente ciddi anlamda faydalı olmuş. Benim de umudum biraz daha o yönde. Otoparka dönüşen AVM'lerin olduğu bir İstanbul.. Ne dersiniz? :)

Haydi Gel Başını Bağlayalım - Bir Ortodoks Düğünü

"Senin başını bağlamamız lazım!"

Özellikle Anadolu'daki gençlerin birçoğu duyar bunu askerlik dönüşü. Başını bağlamak lazımdır gencin. Çünkü artık askerlik de yaptığı için erkek olmuştur. Bundan sonra çok da serbest bırakmamak, bir an evvel başını bağlamak lazımdır. Yani nişanlamak, hemencecik de evlendirmek sonrasında.

Geçen Pazar günü Balat gezisi yapmıştık arkadaşlarla. Daha önce çok ufak bir kısmına gitmiş ancak büyük kısmını görmemiştim. Bu sefer biraz daha detaylı bir gezi oldu. Neler kaçırdığımı gördüm. Bir daha gitmem gerektiğini, hatta yakın bir zamanda gitmem gerektiğini öğrendim böylece. Gezimizin sonlarına doğru Fener Rum Partikhanesi Aya Yorgi Kilisesi'ne gittik. Oraya bizden biraz önce giden arkadaşlar 17.30'da düğün olacağını öğrenmişler ve bizim için de davet almışlar. İlk defa bir ortodoks düğünü görecektim. Çok sevindim bu habere. Düğün başlamadan önce oradaydık. Biraz sonra da düğün başladı.

Önce gelin babası ve bir başka erkeğin kollarına girmiş halde kilisenin girişine doğru ilerledi. Damat anne-babası ile birlikte zaten kilisenin girişinde bekliyordu. Orada gelin damadın koluna girdi ve içeri girildi. Seremoniyi çok da detaylı anlayamadım çünkü misafir olarak düğünü en arkada izliyorduk. Bir ara beyaz tülle bağlı iki halkayı patrik gelin ve damadın başlarının üstüne koydu. Bizdeki kırmızı kurdela ile bağlı yüzükler misali denebilir.

Bu kısım özellikle beni şaşırtmıştı. Sonradan bir arkadaşımla konuşunca "İşte başlarını bağlıyorlar." dedi. "Başını bağlamak" deyimi biraz daha yerini buldu bu yorumdan sonra. Gerçekten de, ufak bir araştırmayla, bu "Taçlanma" seremonisinin Ortodoks düğünlerinde oldukça önemli bir yere sahip olduğunu okudum. Meğerse bu "Taçlanma" ya da benim oradan anladığım "Başını bağlamak" aslında evlilikte bir ölçüde özellikle de verme-alma konusunda fedakarlık olduğunu belirtiyormuş. Aynı zamanda bu gelin ve damadın kendi krallıklarının/ailelerinin kral ve kraliçeleri olduğunu da simgeliyormuş. Tanrının krallığının altındaki kendi krallıklarının bir anlamda da."Taçlanma" sonrasında patrik yeni evli çifti kutsal masanın etrafında başlarında taçlarıyla üç defa yürütüyor. Bunun sonrasında da son kutsanma ile birlikte tören tamamlanıyor. Böylece yeni çiftimizin "başı bağlanmış" oluyor sanırım..

Dilimizde birçok deyim var kökenini, nereden geldiğini bilmediğimiz. Başını bağlamak deyiminin gerçek kökeni bu olabilir de olmayabilir de ama bu gibi konular bence fazlasıyla araştırmaya değer. Çünkü kültür dediğimiz hep bu gibi bilgilerde gizli.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Sabır ve Sabırsızlık Üzerine

Sabır bir insanın sahip olabileceği en büyük erdemlerden biridir sanırım.. Kolay değildir çünkü sabırlı olmak, sabretmek. İstediğimiz şeyin olmasını, hele de çok, çook fazla istiyorsak, daha da zordur. Beklemek. Her geçen saat, dakika, hatta saniye bile bir asır gibi gelebilir kimi zaman. Einstein'in zamanın izafi oluşuyla ilgili söylediği de bu biraz.

Bana biraz daha yemeğin hızlanmasıyla başladı gibi geliyor tüm bunlar. Aslında tamamı bir süreç içinde ilerler, değişir, gelişir. Her zaman iyiye doğru olması gerekli değil tabii.. Yemek, biraz daha MacDonald's'ın üretimini hızlandırmasıyla, birkaç saniyede bir hamburger üretmesiyle daha kolay üretilebilir oldu. Hatta adına da 'fast food' dendi, yani hızlı yemek.

Sonra ne oldu? Bu hızlanan yemek üretimi yemek yeme süremizi de hızlandırdı. İşlenmiş gıda daha az çiğnenmeye ihtiyaç duyuyor çünkü. Hızlı gıda. Kıyafet peki? Eskiden sipariş verilir, ona göre diktiririlirdi kıyafetler. Bu da zaman ve para demekti. Bu işi hızlandırmaya cevap da hazır giyim oldu tabii ki.

Diğer sektörler de peşi sıra takip etti. Bir de baktık hayatın diğer alanları hızlandı. Otomobiller mesela, daha hızlı daha güçlü oldu zaman içinde. Peki sonra, diğer alanlar. Hayatın tüm alanları.

Bir filmde görmüştüm, ölülerin ruhları insanlar arasında dolaşıyordu. Bir ölü diğerine soruyor, 'Birinin ölü ya da diri olduğunu nasıl anlıyorsun?', diye. Cevap çok ilginç: 'Diriler hep bir acele içindedir. Ölüler değil.' Çünkü ölülerin acele etmeleri gereken birşey yok ki!

Hayat böylesine evrilirken, herşey hızlanırken biz de birşeyi kaybettik: Sabrımızı kaybettik. Yemeğin hızlı olmasını bekliyoruz. Bir iki dakikalık gecikmeye bile çoğu zaman tahammülümüz yok. Hemen başlıyor şikayet etmeler. Yolda giderken birilerine çarpma, onların konfor alanına girip onları rahatsız etme pahasına yapıyoruz bunu bir de. Yetişmemiz gerekiyor çünkü bir yerlere. Yolda giderken geçen zaman bize çok geliyor. Hemen geçsin istiyoruz yol. Varacağımız yere varalım istiyoruz. Bir an evvel hem de. Tahammül yok. Beklemememiz gerekiyor. Önemli işlerimiz var çünkü. Hiç kimseyi, hiç bir şeyi bekleyemeyen işler hem de.

İşyerinde çalışırken sürekli birşeyler istenir bizden. Hepsinin de acelesi vardır. Hepsinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordur. Bu arada esnememize bile tahammülü olmaz müdürümüzün. Anlatmaya çalışırsınız, anlamazlar. Ondan sonra sabah mesai başladığında insanlar günün bitmesini beklerler. Akşam evde geçireceği birkaç saat için on saat işyerinde geçirdiğinin farkında olmadan hem de. Giden günün kendi hayatımızdan gittiğinin farkında olmadan..

Film izleriz, çabuk bitmesini bekleriz. Çabuk bitsin de diğer şeylere yetişelim. Yemek çabuk bitsin de gidelim. Tiyatroya gideriz. Bitmesini isteriz çabucak ki gidip birşeyler içelim. Orada da yine zamanın çabuk geçmesini bekleriz. Güzel bir yazı okuruz. Uzun gelir, yarısında bırakırız. Sonuna kadar okumaya zamanımız yoktur çünkü. Bir kitap okuruz. Okuyamayız. Sıkılırız. Hareketli ve müthiş sürükleyici değilse o kitabın edebi değerinin hiçbir kıymeti yoktur. Baştan sonra okumak için gereken sabrımız yoktur çünkü. Sonra başlar baştan almalar..

Bir ilişki yaşarız. Tüm aşamaların çabucak olup bitmesini bekleriz. Herşeyi bir anda yaşamayı. Mutlu olmayı. Sonra ise, herşeyi tükettikten sonra, sıkılıp ayrılır ve yeni birini alırız hayatımıza. Bazı konularda sorunlar yaşarız ilişkimizde. Bunların çözümünü karşı taraftan talep ederiz ama hemen olmasını bekleriz bu çözümlerin. Gecikmesine tahammülümüz yoktur. Ya hemen olmalıdır, ya da ayrılıp kendi yolumuza bakmalıyızdır. Gecikmeye tahammülümüz yoktur.

Metroda yürürüz. Yanımızda sokak müzisyenleri müzik yapar. Çok da güzel çalıp söylüyorlardır. Durup orada, en azından birkaç dakika, dinlemek yerine onları, yürüyüp geçeriz yanlarından. Birkaç saniyesini dinleyerek o güzel müziğin. Vicdanımızı rahatlatmak amaçlı olarak da birkaç lira bırakırız önlerine müzisyenlerin. Oradaki müzisyenlerin biraz para kazanmanın dışında müziklerinin dinlenmesini beklemeleri umrumuzda değildir. Acelemiz vardır ve gitmemiz gerekmektedir. Geç kalıyoruzdur çünkü.

Hastalanırız. Doktora gideriz. Doktor stresten uzak durmamızı önerir. Çünkü hastalığınızın nedenidir stres. Doktor konuşurken bile bitirsin de gidelim diye düşünürüz. Zaman kaybediyoruzdur orada. Sağlığımız gider ama umrumuzda olan bu değildir. 

Sonra?.. Sonra da bir de bakarız hayatımızın sonuna gelmişiz. 'Keşke'lerden keşke beğen o zaman.

8 Ağustos 2014 Cuma

Beklentiler ve Hayatın Gerçekleri

Beklentiler..

Çok beklentimiz var hayattan.

Mesela daha bebekken bile başlarız beklemeye. Annemizden ağladığımızda ne istediğimizi anlamasını bekleriz.

Çocukken huysuzluk yaptığımızda nedenini söylemeyiz de bulmalarını bekleriz büyüklerimizin huysuzluğumuzun nedenini. Nasıl bilemezler ki ne istediğimizi? Halbuki çok basit. Başka bir şey olamaz ki. Kendi kafamızın içinde geçen düşüncelerin çok kolay anlaşılır olduğunu düşünür, bu yüzden onu açıklama ihtiyacı hissetmez, doğrudan anlaşılmayı bekleriz.

Biraz daha büyürüz. Bisiklet isteriz. Ama bunu söylemeyiz. Herkesin bisikleti var ya, alınsın diye bekleriz. Akıl etsin babamız bize bisiklet almayı. Bu kadar basit birşey de söylenmez ki. Babamızın aklına hakarettir bundan bahsetmek bile. Anlıyordur o zaten. Alacaktır. Alma geciktikçe biz sadece biraz daha huysuzluk yaparak anlamasını bekleriz. Annemize söyleriz de babamıza söylemeyiz, söyleyemeyiz. Annemizin söylemesini bekleriz. Yani ilk aracı kullanmamız başlamıştır. İsteklerimizi doğrudan değil, aracı kullanarak söyleriz kimi zaman. Bunu bazen nasıl hissettimizi söylemesi için bile yaparız.

Toplumdan topluma değişmekle birlikte beklentiler konusunda erkekler biraz daha basit yaratıklar olduğundan ne bekledikleri daha nettir. Kadınların ise pek çok beklentisi olabilir. Bunları erkeğin anlamasını beklerler. Mesela birinden hoşlandıklarında, onun bunu anlamasını beklerler. Hareketlerinin herşeyi anlattığını düşünürler. Ama karşısındaki anlamıyordur onu. Hiç kimse anlamıyordur hatta. Ondan sonra kurmaya başlar kafasında. 'Acaba!', 'Başkası mı var?' gibi gibi.. Bekler, ama gereğini yapma, yani beklentisini karşısındakine doğrudan anlatma ihtiyacı hissetmez. Bekler sadece ve diğerinin kendisini kaybettiğini düşünür.

Yabancı bir ülkeye gideriz. Orada herşeyin mükemmel olmasını bekleriz. Cüzdanımıza sahip çıkmak yerine başkasının çalmamasını bekleriz. Gideceğimiz yere nasıl gitmemiz gerektiğini öğrenmek, orasıyla ilgili gitmeden araştırma yapmak yerine oradakilerin bize anlatmasını bekleriz. On kişilik, elli kişilik, yüz, hatta bin kişilik organizasyonda herşeyin mükemmel olmasını bekleriz.. Otobüsün zamanında kalkmasını, trafiğin olmamasını, biz gittiğimizde havanın mükemmel olmasını, orada hayatın akışını durdurarak bizim etrafımızda akmasını bekleriz. Uzun süre yurtdışında yaşadıktan sonra döndüğümüzde eski çevremizin, şehrimizin, ailemizin hep aynı kalmasını bekleriz. Bizim gidip gelmemiz arasında geçen sürede herşey olduğu gibi kalmalı, değişmemeli. Bunu bekleriz.

Yollar bozuktur. Belediyenin gelip yolları yapmasını bekleriz. Kaldırıma araç park etmiştir, yürüyemeyiz, trafik polisinin gelerek o aracı çekmesini bekleriz. Kırmızı ışıkta araç geçer, birinin onu yakalayıp ceza vermesini bekleriz. Otobüste biri yüksek sesle konuşur, birinin ona daha düşük sesle konuşmasını söylemesini bekleriz. Politikacılar, temsilcilerimiz, rüşvet yer, yolsuzluk yaparlar, biz yapmamalarını bekleriz.

Çok güzel ya da çok yakışıklıyızdır, ya da öyle zannederiz, erkeklerin veya kızların etrafımızda dolanmasını bekleriz. 'Bizi haketmelerini' bekleriz. Ne de olsa mükemmelizdir ya, 'Bizden daha iyisini mi bulacaklar?' diye düşünüp gidenin gitmesini engellemeye, kal demek yerine onun kaybedeceğini düşünerek kendimizi avuturuz kimi zaman.. Birbirimizi de bu konuda gaza getirmeyi iyi biliriz.

Bazen öyle abartırız ki beklemeyi, bırakın etrafımızdakileri, dünyanın bizim etrafımızda dönmesini bekleriz. Dünyanın merkezi olmayı yani, bekleriz.

Bu gibi  beklentilerimizin büyük bir kısmı gerçekleşmez. Devlet bilmez beklentimizi. Polis, savcı, avukat bilmez. Annemiz, babamız da bilmez. Sevgilimiz, dostumuz, arkadaşımız, kardeşimiz bile bilmez. Gittiğimiz yabancı ülkedeki insanlar da bilmez. Kimse bilmez ne istediğimizi, ne beklediğimizi biz söylemez, talep etmezsek. Ki söylesek ve talep etsek bile her istediğimiz olmaz. Kimi zaman olamaz. Biz beklemeye devam ederiz çoğu zaman..

Sonrası peki? Sonrası, yani beklentilerimiz gerçekleşmediği zaman, hayal kırıklığı. Hem de bir iki kere değil. Defalarca. Onlarca, yüzlerce hayal kırıklığı..

Bu arada kendimizden de bekleriz kimi zaman. Mükemmel olmayı bekleriz. Hata yaptığımızda bunun bizim hatamız olmadığını anlamalarını bekleriz. Halbuki kimse mükemmel olmadığı gibi biz de mükemmel değiliz. Olmadığımızı anlayınca en büyük hayal kırıklığı da kendimize karşı olur.

Peki ne yapmak lazım hayal kırıklığına uğramamak için? Çözüm çok basit: Beklememek lazım. Kendi dışımızdaki olguların, kişilerin, organizasyonların mükemmel olmalarını beklemek yerine kendimize odaklanıp yapabileceğimiz dışındaki şeylerden, kişilerden birşey beklememek lazım. Beklemediğimizde çok basit birşey olur: Mutlu oluruz! Çünkü biz birşeyi beklemeden o şey gerçekleşmiştir. Kötü olursa zaten beklemediğimiz için negatif etkisi olmaz, ya da çok az olur. İyi olursa da zaten beklentimiz olmadığından seviniriz. Mutlu oluruz. Bu kadar basittir aslında.. Hayat mükemmel değildir.. Bizim anladığımız anlamda yani.. Diğer bir çözüm de gereğini yapmak ama o başka bir yazının konusu :)

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Soledad Bravo - Yaşayan Bir Efsane

Duyanınız var mıdır Soledad Bravo'yu? Peki ya Che Guavera'ya ithaf  edilen Hasta Siempre de Commandante Che Guavera şarkısını? Birçoğunuz duymuştur bunu sanırım.

Birkaç sene önceydi sanırım ilk adını duyduğumda. Tangoya ilgim şarkısının güzelliği ile birleşince hayranı oldum bu sanatçının. İlk duyduğum şarkısı El Violin De Becho müthiş güzel bir tango. Hatta şimdi telefonumun melodisi bu tango, Mercedes Sosa yorumuyla.. Alfredo Zitarrossa'nın olan bu şarkıyı nedendir bilmem Soledad Bravo'dan dinlemeyi çok daha fazla seviyorum.. 


Asıl ünlenmesi Hasta Siempre'yi yorumlamasıyla olmuş ve o zamandan bu yana, yani neredeyse 50 yıldır Latin Amerika'nın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir.. Devrim sanatçılarındandır aynı zamanda Venezuela'nın..

Beni asıl yazmaya teşvik eden ise Ay Carmela adlı şarkısı oldu..Alttaki şarkı yani..Son birkaç gündür sabahları güne başlarken çok güzel gelen bir şarkı.. O kadar eğlenceli ki günümü daha güzel kılmaya tek başına gücü yetebiliyor.. Öyle ki günde birkaç defa üst üste dinlediğim bile oluyor. İspanyolca şarkı dinlemeyi sevenlere kesinlikle diğer şarkılarını da dinlemesini tavsiye ederim..


Müzik, hani denir ya, ruhun gıdasıdır diye. Bu benim için fazlasıyla geçerli. Böyle güzel ve özel şarkıları da bir şekilde paylaşmak gerek..

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Özgürlüğün Sınırları Gerçekten Nerede Biter?

Her zaman denir ya, 'Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.' diye. Özgürlüğün sınırları hep bu şekilde çizilir. Halbuki burada ciddi bir eksiklik var. Buradan doğrudan anladığım başkasının sınırlarına girmedikten, başkalarına (doğrudan) zarar vermedikten sonra, istediğim herşeyi yapmak konusunda özgürüm!

Özgürlüğün başka sınırları yok mudur? Ya da olmalı mıdır başka sınırları özgürlüğün? Ne dersiniz? Çünkü diğer türlüsü bir anlamda sınırsız özgürlük gibi birşey. Mesela hiçbir insanın olmadığı, yaşamadığı bir yerde istediğim herşeyi yapabilirim! Bu mümkün mü peki? Başka bir soru: Bu doğru mu? Gerçekten de özgürlük böyle birşey mi?

Bence özgürlüğün sınırları tabii ki olmalıdır. Sınırsız özgürlük olamaz, olmamalı. Yalnız burada kastettiğim özgürlüklerin devlet tarafından sınırlandırılması değil kesinlikle. Devletler, yapıları gereği, halktan da ciddi bir aksi yönde hareket olmadığı sürece özgürlükleri sınırlamak yönünde görüşte oluyor çoğu zaman. Bu durum gelişmemiş ülkelerde gelişmişlere göre çok daha fazla tabii ki. Bu yazının ana amacı devletin sınırlamaları dışında kalan alanda insanların özgürlüklerinin sınırı..

Özgürlüğün asıl sınırları doğaya karşı olan sınırlardır bence. Bazı doğu, Hint felsefeleri/dinleri haricinde insan hemen hemen her toplumda en fazla kutsanan, yüceltilen varlık olmuştur. Durum böyle olunca özgürlük gibi bir konuda insanın ne yapıp ne yapamayacağı meselesinde biraz durmak gerekiyor. Ön planda olan insan olunca da sadece diğer insanlara karşı sınırların varlığından söz ediliyor. Varlığımızın ana nedeni olan doğaya karşı sınırlarımıza bir şey söylenmiyor. Bu nedenledir ki diğer insanlara karşı sorumluluğumuz olduğu kadar doğaya karşı da sorumluluğumuz var. Doğa derken kastettiğim hem çevremiz, yeşil alanlar, ormanlık alanlar, hem de buralarda ve çevremizde yaşayan hayvanlar. Onlar da bu dünyanın sahipleri çünkü.. 

Sorumluluk doğaya karşı olunca birçoğumuz bunu önemsemiyoruz. Halbuki doğa kendinden alınanı bir şekilde geri alıyor. Er ya da geç. Örneğin birçok insanın yere attığı çöpler. Bu çöplere ne oluyor? Çöpçüler mi topluyor hepsini? Hayır tabii ki. O çöplerin toplanmayan, toplanamayan kısmı ya kaldırım kenarlarında birikiyor, ya kanalizasyon kapaklarının ağzını tıkıyor, ya da kanalizasyon boruları içinde birikiyor. Daha sonra yağmur olduğunda kaldırım kenarında biriken çöpler suyun yolun kenarından değil, yolun üstünden akarak geçişimize engel oluyor. Kanalizasyon kapaklarını tıkayanlar yağmur suyunun kanalizasyona akmasını engelleyerek zeminde olması gerekenden çok daha fazla yol almasına ve birikmesine neden oluyor. Kanalizasyon borularının içinde özellikle filtrelerde birikenler ise kanalizasyonun su atımına faydalı olmak yerine kanalizasyonun çok daha hızlı şekilde dolmasına neden olarak yağmur sırasında suyun zeminde kalmasına neden oluyor. Durum böyle olunca da en ufak şiddetli bir yağmurda ortalığı sel götürüyor. Aslında en çok zararı da yine biz görüyoruz.

Özellikle Avrupa'ya gittiğimizde şehirlerin içinden akan irili ufaklı ırmaklar vardır birçok yerde. Bu ırmaklar bizde, özellikle de İstanbul'da kalmadı. Suların güzergahları değiştirilip bu derelerin yataklarına evler, binalar yapıldı, yaptırıldı. Sonuç: Ciddi anlamda şiddetli yağmur olduğunda bu alanlarda kalan evler su altında kalıyor. Boşuna dememiş büyüklerimiz, 'Su akar, yatağını bulur!' diye.. Özgürlük yani, herkese lazım.. Sınırlarını iyi bilerek.. Çevreye saygıyı ihmal etmeden..

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Lütfen Çimlere Basmayınız!

Görsel ararken bunu buldum. İki soru aklıma geldi, birincisi Atatürk gerçekten de çimlerle ilgili konuşmuş mu? İkincisi Atatürk'ün imzası bundan biraz daha farklı gibi sanki. Bu da bonus soru: Niye? Aklıma iki bonus soru daha geldi son anda: Birincisi 'İzmir Büyükşehir Belediyesi bu yazının altına niye Atatürk'ün adını yazma gereği duydu?', ikincisi ise 'Bu tabela gerçek mi?'

Bu yazıyı ufak çocuğa bile sorsak görmeyeni yoktur. Bu bir uyarı yazısıdır ve insanı hizaya almaya çalışır. Bunu yaparken iki konuya dikkat eder tabii ki.
 
Birincisi ve en önemlisi 'Lütfen' der. Kibarca rica etmektir bu. 'Emretmiyorum!' der, 'rica ediyorum' sadece.

İkincisi ise basmak fiilinin sonundaki ek olan '-mayınız' kısmı. Şimdi burada hem olumsuzluk var hem de 'Siz' diye bir hitap var. Burada da kastedilen ''Bak 'sen' değil 'siz' diye hitap ediyorum!''dur.

Halbuki içinde kibarca bir emir vardır. Basmayınız!

Basarsan eğer, konunun boyutları değişir. Basmaman için elinden geleni yapar idare. Mesela çimlerin etrafına çit örer. Yarım metreden fazla olmaz genelde bu çitler ama her seferinde üstünden atlama gereksiniminden dolayı bazı insanları vazgeçirebilir bu durum.

Diğerlerini peki? Onları nasıl uzaklaştırabiliriz? İkinci çözüm devreye girer bu durumda. O da sulamak çimleri. Çimler normalde akşam saatlerinde sulanır ki sudan azami fayda elde edilebilsin. Buharlaşmadan dolayı su kaybı olmasın. Dökülen su köklere insin ve güçlendirsin çimleri diye. Fakat insanlar daha çok gündüz dolaşır. Gündüz dolaşmayı engelleme yöntemi ise tabii ki çimleri gündüz sulamaktan geçer. Çok basit matematiktir bu. İki kere iki dört yani.

Burada asıl amaç insanların, halkın, çimlere basmasını engellemektir. Bu şekilde onlara 'doğru' yolu göstermek, onları hizaya almak en doğrusu. Çünkü halk nereden yürüyeceğini, nereden geçeceğini bilmez, bilemez. Öğretmek gerekir. Ki bu da idarenin görevidir. Bu uyarı tabelasının oraya konma nedeni de tamamen budur. Bizleri hizaya getirmek.

Tabii bizim gibi sürekli, kendi çapında, idareye karşı çıkanlardan oluşan halk ne yapar bu durumda? O çimlere itinayla basar tabii ki. Hatta üstünden hep aynı yoldan, kestirme yoldan, geçerek patika bile oluşturur çimlerde. Sonraları kalıcı yola bile dönüşebilir o güzergah kimi durumlarda.

İki güzel örnekle bitirmek istiyorum. Birincisi Bursa'dan bir örnek. Zamanını ve halen daha orada olup olmadığını bilmiyorum ama orada bir uyarı tabelası var. Üstünde üç aşağı beş yukarı şöyle bir bilgi/uyarı var:

-Lütfen çimlere çekirdek kabuklarını atmayınız. Çekirdek kabukları içerdiği tuzdan dolayı topraktaki suyu emip çimleri susuz bırakarak çimlerin ölmesine neden olmaktadır.

Ayağı yere basan ve gayet güzel bir uyarı bu bence. Başka yerlere de örnek olmalı.

Başka bir örnek, bunun nerede olduğunu bilmiyorum ama:

- Lütfen çimlere basınız. Çünkü bu şekilde çimlerin kökleri güçlenerek daha kalıcı hale gelmektedir. Teşekkür ederiz.

Bu minvalde bir bilgi/uyarı var. Bence diğeri kadar önemli bu tabela da. Çünkü bilgilendirme yapıyor. Faydalı bilgilendirme.

O zaman ne yapıyoruz? Çimlere basıyoruz. Hem de itinayla. Tek farkla ama: Sürekli insanların kullandığı aynı yoldan değil, çimlerin farklı yerlerine basarak yapıyoruz bunu. Böylece hem çimlerin güçlenmesine faydamız oluyor hem de ayaklarımız biraz daha toprakla temas etmiş oluyor. Doğrudan nemli toprak en iyi topraklama, deşarj yöntemidir çünkü..

Bu tabela da Kocaeli'nden. Adamlar basınız diyor. Basmak lazım o zaman!


1. Fotoğraf : http://www.meydansozluk.com/bak/lutfen+cimlere+basmayiniz
2. Fotoğraf: http://www.itusozluk.com/gorseller/%E7imlere+basmay%FDn%FDz/116646