10 Aralık 2014 Çarşamba

Jeux d'Enfants - Çocuk Oyunu

Türkçe'ye İngilizce adı olan 'Love Me If You Dare'den 'Cesaretin Var Mı Aşka?' diye çevrilmişti. Asıl adı halbuki 'Çocuk Oyunu' idi. Ki hikayenin kurgusu ve gidişi de tamamen bunun üstüneydi. Bence yani..

İzleyenler vardır filmi. Hatta sadece izlemeyip, bayılanlar, hatta belki defalarca izleyenler de vardır. Ben sadece bir kere izlemiştim.

Yıldız'dayken, bir gün gördüğüm afişte Yapı Kredi Cep Sineması'nın detaylarına bakmıştım. Filmlerden biri de boş olduğum bir zamana denk geliyordu. Normalde duygulu filmlerden ziyade ''vurdulu kırdılı'' diye tabir ettiğimiz hareketli filmleri daha çok tercih ediyordum. O filmin hikayesinin de ne olduğunu çok anlamamıştım. Bir çift vardı, karşılıklı duran ve ellerinde birşey tutan..

Tam da buydu filmiş afişi. Ellerinde tuttukları da filmin sonuna kadar bir orada bir burada dolanacak olan oyuncaktı.. Adı üstünde zaten, ''çocuk oyunu''.. Herşey bir çocuk oyunu gibi başlamıştı. İlerlemiş, yetişkin olmaktan uzak, çocukça devam eden bir hikayeydi hepsi.. İnsan seneler sonra dahi olsa, çocukluk arkadaşıyla denk geldiğinde yine o günlere, o zamanlara döner. Herhangi bir şirketin patronu da olsa, tabii etrafta kimse yoksa, eski çocukken davrandığı gibi davranmaya başlar bir anda. Kendisi de nasıl olduğunu anlamaz bunun. Ama öyledir işte..


İşin psikolojik boyutu bir yana, aşk filmi denince, aklıma ilk gelen film olması, hem de halen daha, kesinlikle tesadüf değil..


Bu yazıyı yazmaya karar vermemdeki ana nedenlerden biri geçenlerde bir arkadaşımla konuşmam oldu. Konu Marion Cotillard'dı. Kadın oyuncular arasında kendisi için bir numara olduğunu söylemişti Marion Cotillard'ın. Ben de müthiş beğendiğimi ama bir numara olup olmama konusunda biraz düşünmem gerektiğini söylemiştim. Biraz muhabbetten sonra hemen baktık telefondan. Evliymiş. Ve tahmin edin eşi kim? : Guillaume Canet! Yani filmdeki sevgilisi. Filmi izlediğim sene 2003. Yapımı da aynı yıl. Bizimkiler ise 4 sene sonra, 2007'de evlenmişler..

Not: Yazının güncellenmiş halini www.azemalptekin.com websitemde okuyabilirsiniz :) 

9 Aralık 2014 Salı

Toplum Gelişmişliği, Kadınlar, Sigara ve Yasaklar

Sondan başlarsak Sinan Çetin'in Kağıt adlı filminden bir söz söylenebilir: Her yasak kendi isyancısını doğurur. Gerçekten de yasaklanan şey daha çekici olmuştur tüm tarih boyunca. Havva'nın yasak meyveyi  yemesi ile başlamıştır bile denebilir. Peki her yasak kötü müdür?

Sondan önceki konu sigara. Sigara bir zamanlar sağlığa faydalı olduğu bile doktorlar tarafından söylenen, halbuki günümüzde özellikle akciğer kanserinin en temel nedenlerinden biri olduğu kanıtlanmış, çağımızın en büyük zehirlerinden ve kitle imha silahlarından biri. Tabii bu sadece benim gözümde böyle değil. Sigara kullananlar dahi bunun farkında. Sadece birşeyi bilmek onu uygulamak anlamına gelmek zorunda olmadığı için onlar için de durum farkındalık ama bununla ilgili birşey yapmama durumunda şimdilik.

Baştan ikinci konu ise kadınlar. Sigara içmek bir tercih meselesidir aslında. Başlamak da öyle, bitirmek de öyle. 'Bırakamıyorum!' gibi bir yaklaşım bana ne doğru ne de gerçekçi geliyor. Genel olarak sigara içenler yerine sigara içen kadınları söylememin nedeni ise kadınların sadece kendilerine değil aynı zamanda varolan ve ileride doğacak (düşünüyorlarsa) çocuklarına olan sorumlulukları. Erkek için de benzer bir durum olsa da kadındaki kadar ciddi değildir. Bir erkek olarak sigara içen bir kadının bana hiç çekici gelmediği gibi tam tersine itici geldiğini de burada eklemem yanlış olmaz sanırım.

İlk konu toplumun gelişmişliği meselesi. Çok ciddi istatiksel verilere dayanarak söylemiyorum bunu ama gördüğüm kadarıyla toplumların gelişmişlik/eğitim oranları ile sigara tüketme oranları arasında ciddi bir bağlantı var. Burada Rusya biraz farklı bir örnek olsa da ülkenin zenginliği ve bu zenginliğin insanlara yansıması da ayrı bir faktör oluyor.

Çok fazla değişken var bu konuda. Yalnız burada asıl belirtmek istediğim sigara içenlerin çevrelerine olan duyarsızlıkları. Herkes için geçerli olmasa da gözlemlediğim kadarıyla sigara içenlerle sigara içmeyenler olarak toplumu iki kesime ayırdığımızda içmeyenlerin içenlerin içme hakkına duyduğu saygı içenlerin içmeyenlerin temiz hava soluma hakkına duyduğu saygıdan çok daha fazla olduğunu gözlemledim şimdiye kadar. Bir grup arkadaş bir yere oturacaksa çoğunlukla grupta sigara içen sayısı az dahi olsa sigara içilen yere oturma tercih edilebiliyor. Çünkü o kişi sigarasını tek başına içip sadece kendisine zarar vermeyi tercih etmek yerine arkadaşlarını da zehrine ortak edip onların yanında gönül rahatlığıyla sigarasını içiyor. İçmeyenler ise içen arkadaşını yalnız bırakmamak için genelde içenle birlikta takılıyor..

Bu yazın başında gittiğim ABD'de 10 gün içinde sadece bir kere New York'ta kaldırımda arkadaşımın arkadaşları sigara içtiler. Bir barın dışında. Onun dışında, belki de dikkat etmememden kaynaklanıyor ama, sigara içen görmedim sanırım. Bunda ABD'de kamusal ve ticari binaların (neredeyse tüm binaların yani) 7,5m yakınında sigara içmek yasak. Gerekçesi de binadaki ve kaldırımdaki insanların temiz hava soluma hakları. Tabii bizdeki gibi 30-40cm'lik kaldırımlardan ziyade çok daha geniş, kimi yerde 10m'ye yakın genişlikte kaldırımlar olduğu için orada, bu yasa sayesinde sokaktaki sigara tüketimi de ciddi anlamda az. Düşünsenize dünyanın en büyük sigara üreticilerinin ülkesinde doğru düzgün sigara içilmiyor. Almanya'da mesela, kapalı alanlarda içilmezken dışarıda her yerde insanlar, özellikle de gençler sigara içiyor.

Yazının başında belirttiğim gibi her yasak kendi isyancısını doğurur ve ben de yasakları hiç sevmem. Sigara konusunda, bunun sadece içeni değil, içmeyenleri de ciddi anlamda etkilediğini de düşünerek, sigaranın her türlü açık ya da kapalı kamusal alanda yasaklanması gerektiğini düşünüyorum. Hatta bu yasağın uygulanması için polis teşkilatının da harekete geçirilmesi ve sigara içirmemelerinin sağlanması bence bu konuda atılabilecek en güzel adım olacaktır. Böylece sigara içenler dahil olmak üzere herkes tertemiz hava soluma şansına sahip olacaklar. Diğer açıdan da sigara içenlere bu alışkanlıklarını bırakmaları yönünde ciddi bir toplumsal baskı mekanizması oluşacak.

8 Aralık 2014 Pazartesi

José Mauro de Vasconcelos ve Bir Pazar Günü

Vasconcelos, müthiş bir yazar, evet..

 Şeker Portakalı kitabı ve filmiyle ilgili yazmıştım. Filmini çok beğenince anlatmak gerekti başkalarına da.. Ve bu yazı çıktı işte sonuçta. İzlemeyen halen daha varsa, fırsatını bulup bir şekilde izlesin derim. Film iyiydi gerçekten de.. Birkaç ufak tefek konunun güncellenmesi dışında kitaba bağlı olması en sevdiğim yanıydı filmin.



Dün ise başka birşey oldu. Sabah Açıköğretim sınavım vardı saat 09.30'da. 10.00'da da bitti zaten. Sınavdan çıkıp da eve gidince evin kapısında farkettim anahtarı yanıma almamış olduğumu. Evde de kimse olmayınca iki seçenek kalıyordu bana: Biri Karaköy'e gidip anahtarı ablamdan alıp eve dönmek ve öğleden sonraki sınava öyle girmek. İkincisi ise kardeşimin tavsiyesiyle gidip bir kitap alarak onu okuyarak bu zamanı değerlendirmek.

İnsanlar konfor alanı içinde oldukça rahattır. Ben o alanı çok severim. Fakat bazen dışına çıkmak da gerekebilir. Böyle birşey oldukça basit olmasına rağmen biraz kafamı kurcaladı ve yapmaya karar verdim. Kırtasiyeye gidip kitaplara bakınca aralarından seçmek o kadar da kolay olmadı. İstediğim birçok kitap vardı orada ama kalındı hepsi de. Elime her aldığımı diğerlerine biraz bakınca geri bırakıyordum. 15-20dk civarı sürdü bu. Kitap okumak için sürem azalıyordu bir yandan, ben de sabırsızlanıyordum. "En doğru" kitabı almam gerektiğini düşünüyordum. Orada Dostoyevski, Paulo Coelho, Tolstoy, Charles Dickens gibi çok sevdiğim yazarların kitapları arasında gidip gelirken Vasconcelos'u gördüm. O anda karar verdim ve o kitabı aldım.



Çıplak Sokak'tı kitap. Hiç duymamıştım adını. Ama yazarını biliyordum. Şeker Portakalı ile olmuştu Vasconcelos ile ilk tanışmam. Sene bilmem kaç. Bunu Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek izlemişti.. Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz okuduğum son Vasconcelos kitabı olmuştu. Hepsini de ayrı ayrı çok sevmiştim. Durum böyle olunca Vasconcelos'a karşı da farklı bir hayranlık oluşmaya başlamıştı bende. Hani bazı yazarlar vardır ya, ne yazarsa yazsın hemen o kitabı alıp okumak istersin. Dostoyevski öyle benim için. Paulo Coelho da. Victor Hugo da. Vasconcelos da yeni yeni olmuş durumda. İşte bu nedenlerden dolayı görünce Vasconcelos adını, hemen aldım kitabı daha fazla düşünmeye gerek olmadığını düşünerek..



Ataköy'e gittim ve Atrium'un dış tarafında bi kafede oturup başladım okumaya. Yine yazar kendi tarzını konuşturmuştu. Hayatın içinden, tamamen gerçekte hayatta karşılaşabileceğimiz gibi karakterlerden oluşan bir roman yazmıştı. Henüz daha çok ilerleyebildiğimi söyleyemem kitapta ama biraz ilerledikten sonra ciddi olarak hoşuma gitti.

Düşünüyorum da, hayat sanırım böyle, konfor alanımızdan çıktığımızda, daha bi güzel ve özel oluyor. Ve tüm güzelliklerini önümüze seriyor. Çok fazla düşünmeden, çok fazla irdelemeden. Sadece yaparak.

5 Aralık 2014 Cuma

Büyümek

Küçükken hep büyümek istedim.
Kendi yaşıtım kızlardan hoşlandım. Onlar da kendilerinden daha büyüklerden hoşlandı. Bense o benden büyük olan, benim hoşlandığım kızların hoşlandığı erkeklerin yaşına gelmek istedim hep.
Geldim de nitekim. O zaman bir de baktım, hepimiz birden büyümüşüz. Sadece ben değil. Biraz daha büyümek gerek o vakit.

Büyüdüm de biraz daha. Değişmedi makus talihim ama.. Ben büyüdükçe, onlar da büyüdü. Hepimiz büyüdük ve ben yalnız kalmaya devam ettim.. Arada yalnızlık bozuldu tabii ama kalıcı değil..

Okuduğum romanlarda genelde kendimden birşeyler buldum romanın kahramanında. Ana kahraman olmadığım roman hatırlamıyor gibiyim. Mesela Suç ve Ceza'da Raskolnikov oldum. Sefiller'de Jean Valjean. Şeker Portakalı'nda ise Zeze.. Zeze kadar olmasam da, onun gibiydim. Ya da Raskolnikov, ya da Jean Valjean..

Sonra izlediğim diziler var. Lost'ta yakışıklı doktor idim. How I Met Your Mother'da ise Ted. Arrow'da ise Arrow'un kendisi oldum. Big Bang Theory'de ise Leonard Hofstadter oldum.

Öyle mi böyle mi diye düşündüm çok.

"Ben hangisiyim acaba?" diye sordum kendi kendime. Cevabım çok ilginçti: Ben benim. Evet. Ben bendim, başkası değil. Tüm o kahramanlarda, kendimden büyüklerde, başrol oyuncularında kendimden birşeyler buluyordum. Afrikalı Leo'da dahi Leo olmuştum.. Nasıl olduğundan bihaber. Anladım ki, çok sonradan, ben aslında hepsiydim. Ya da onların hepsi bendi. Bazı yanlarım birinde, bazı yanlarım bir diğerindeydi. Tamamı hiçbirinde olmadı ama. Hep parça parça oldu.

Büyümek dedim. Büyümek.

İnsan sürekli büyüyormuş, sonradan öğrendim. Bunu aceleye getirmenin de çok bir anlamı olmadığını. O geleceğimiz yere zaten geleceğimizi öğrendim sonra. Ne yaparsam yapayım, sürenin daha hızlı geçmeyeceğini öğrendim.

Sonra, izafiyeti öğrendim. Einstein demiş zamanında: "Hoş bir kadının yanında oturursanız, bir saat bir dakika gibi geçer. Kor halindeki kömürün üstüne oturursanız ise bir saniye bir saat gibi geçer. İşte bu izafiyettir!". Zamanın insan icadı olduğunu, bu icadın saat kullandığını ve bizim anladığımız, hissettiğimizin dışında, sabit tempoda sürekli ilerlediğini öğrendim. İzafiyetle birleştirince bu iki bilgiyi, hayattan daha fazlayı nasıl alabileceğimi öğrendim.

Büyüdüm de büyüdüm. Büyümem bir türlü durmadı. Durmayacak da anladığım kadarıyla. Tabii bu daha fazla uzayacağım anlamına gelmiyor ne yazık ki. Sadece bilgi, beceri gibi konularda büyümeye devam edeceğim. Tabii istersem. Yoksa büyüyen sadece takvim yaşım olacak. Bir gün gelecek, 75 yaşında tek yaşayan bir kadın "İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!" derken ben bunu 100 yaşımda ve çift başıma söyleyeceğim.

3 Aralık 2014 Çarşamba

İnsan Olmak! Mümkün mü?

İnsan olmak. Sadece insan olmak ama. Mümkün müdür? Bundan beşbin yıl önce bu soru sorulsa belki evet olabilirdi. Lakin günümüzde bu ne yazık ki imkansızlaştı. Aslında imkansızlaşmadan ziyade biz öyle olmasını istemiyoruz belki de.

Aile ağacı gibi düşünürsek, en üstte canlılar ve cansızlar diye başlayalım.

Canlıları insan, hayvan ve bitki olarak ayırabiliriz. Hayvanlar ve bitkilerde yaptığımız çeşitli gruplamalar var. Yalnız bu gruplamaların ana nedeni bizim onları daha iyi anlayabilmemiz aslında. Onlar kendi aralarında zaten yaşayıp gidiyorlar bir şekilde. İnsanları ise illaki ayıracaksak ilk olarak erkek ve kadın diye ayırabiliriz sanırım. 

Kadın-erkek ayrımından sonra yaşlarına göre ayırmak mümkündür insanları. Bebek, çocuk, genç, orta yaşlı, yaşlı gibi de ayrılabilir insanlar..  Hemen öncesinde de evli-bekar diye erkek-kadın ayrımı kadar büyük iki grup oluşturabiliriz.

Sonraki büyük aile ne peki? Tabii ki dinler. Temel olarak en yaygınlarından bahsedecek olursak insanların ikinci ayrılma noktası dinler Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu inançlar ile Ateistler, Deistler gibi kısmen inanan ve inanmayanlar var.

Ondan sonra gelen büyük aile ne? Irklar tabii ki. Bildiğimiz siyah tenli, sarı tenli ve beyaz tenliden ziyade Australoid, Negroid, Mongoloid, Nordik, Akdeniz Grubu ve Alpin Tip gibi gruplara ayrılıyorlarmış. İskelet ve kafa tiplerine göre de farklı ayrılmalar var.

Milletler var, Türk, Kürt, Alman, İngiliz, Fransız, Çinli, Japon vb. Kimi çok büyük, kimisi nispeten küçük, kimisi ise gerçekten çok az insandan oluşanlar..

Peki daha sonra? Meslekler mesela? Klasik sıralamayla doktorlar, mühendisler, öğretmenler, avukatlar diye başlayan sayısız meslek var.

Bunun gibi daha da ayırmaya devam edebiliriz insanları. Belki bu ayrımların alt gruplarını yazabiliriz. Temel anlamda dinlerin alt mezhepleri olabilir ilk başta. ABD'de Connecticut Üniversitesi'nin bahçesinde yan yana sıralanmış Hristiyanlık mezheplerinin sayısı sanırım ondan fazlaydı. Diğer dinlerde de çok fazla mezhepleşmeler var. Kimisi aynı dine temelde inanmasına rağmen diğer mezheptekini dinsiz dahi ilan edebiliyor.

Çok fazla yöntem var insanları ayırmak için. Sokakta gezip "Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?" diye sorsak ne gibi cevaplar gelir acaba? Sosyal medyada görüyorum. Instagram'da mesela, insanlar kendilerini tanıtan özelliklerini yazıyor. Meslek, yaş, hobiler vs. Kimi gruplar kendilerini dinleriyle tanımlamayı tercih edebiliyorlar. Mesela Hristiyan Demokratlar, Müslüman Kadınlar gibi..

Halbuki bunların hepsi insan.Hepimiz insanız yani sonuçta. Bu yazıyı okuyabilen, aklı olan canlı türüne verilen ad yani. Peki tüm bu yukarıda sıraladığım kimliklerimizden sıyrılıp sadece insan olamaz mıyız? Yani ben mesela, sadece Azem olamaz mıyım? Aile kimliğimden de sıyrılıp.. Sadece bana ait olan olamaz mıyım?

Olunabilir pekala. Fakat mesele olmak isteyip istemediğimizde. Geçmişten bu yana insanlar hep bir gruba ait olma çabasına girmişler. Bir yere aitlik hissetmeye çalışmışlar, ait oldukları aile/kabile/millet için savaşmış, bazen bu uğurda ölmüşler. Bense sadece ben olabilmeyi istiyorum. Tüm alt kimliklerimden bağımsız olarak. Böylece aramızda diğer insanlarla gerçekten de fark olmadığını görebiliriz.

Savaşlar var ya, işte savaşların da en büyük nedeni yukarıda belirttiğim ayrımlardan bir ya da birkaçı. İsrail-Filistin mesela. Din savaşı. Haçlı savaşları, din savaşı. Emeviler'den başlayarak gelen, Osmanlı ile doruk noktasına ulaşan savaşların birçoğu din yayma adına yapılan savaşlar.. En azından görünen kısmı. İrlanda'nın kuzeyi ve güneyi arasındaki savaş, din savaşı. Fransa-İngiltere arasındaki savaşlar, kısmen milliyet, kısmen de din savaşı.. Hitler'in yayılma için yaptığı savaşlar, Alman milleti için yapılmış savaşlar.. ABD'de halen daha siyahların maruz kaldığı muameleler ve ayrımcılık, ırk savaşı.. Daha çok uzatılabilir bu liste. Erica Jong'un "Tanrı adına işlenen cinayetlerin sayısı şeytan adına işlenenlerden çok fazladır!"sözü de konunun din boyutuyla ilgili önemli bir soruna işaret ediyor.

Yani bizim ayırıp birbirimizle savaşmamıza neden olacak, olabilecek pek çok neden olabilir. Birleştiren ise sadece birşey var, herşeyin üstünde. O da insan olmak! Bence iyisi mi biz herşey olmayı bırakıp insan olalım. Kökenimize dönelim. Ondan sonrası zaten kolay. Çünkü tüm farklılıklar ortadan kalkıyor orada.  Herkes aynı ve eşit oluyor..

Mesele de aslında diğer kimliklerimiz değil. İnsan olmadan, olamadan, diğerleri olmaya çalışıyoruz. O zaman işte, birşeyler eksik kalıyor.. 

2 Aralık 2014 Salı

Elektrik Hayattır

Gerçekten de elektrik hayattır.

Elektrikte 50Hz'in ne olduğunu pek bilmez. Alternatif akımın, yani kullandığımız elektrik akımının frekansıdır 50 Hertz. Sinüs eğrisini düşünürsek 1 ile -1 arasında bir saniyede 50 kere gidiş geliş demektir bir diğer deyişle.


İşte aynen yandaki gibi. Bir inip bir kalkar. 1 ile -1 arasında değildir bu sadece. Ama bildiğimiz sinüs eğrisi..

Hayat da buna benziyor. Sürekli bi iniş çıkışlar var. Hiçbir şey sürekli iyiye ya da kötüye gitmez. Tabii buradaki gibi çok keskin ve düzenli olmaz hayattaki iniş çıkışlar ama yine de benzerdir. Bir iner bir çıkarız.

Bazen ruhumuz da bu tempoya ayak uydurur. Mevsimler değişirken bizim ruh durumumuz da değişkenlik gösterir. Sonbahar geline sıfırın altlarında dolanırız. Bunun bir nedeni de düşük hava basıncıdır aslında ama biz ruhumuzda hissederiz bunu. Düşer tempomuz. Düşer kimi zaman moralimiz biz anlamadan.. Sonra kışla birlikte daha da aşağılara inebilir. Sinüs eğrisinin diplerine kadar yolu var yani.

Tramboline binen vardır. En azından çocukları görürsünüz trambolinden zıplarken. Trambolin de sinüs eğrisine benzer hayat gibi. En alta kadar inmeden en üste, en yukarıya çıkamazsınız. Yani inmenin de bir sınırı var. ''Kestirmeden yukarıya döneyim'' demekle olmuyor. Ciddi ciddi dibi görmek lazım ki yukarı çıkışımız şahane olsun.

İlkbaharla birlikte işte, tekrar yukarı çıkış başlar. Yazın başı gibi sıfır seviyesini görmüş ve daha da yukarı doğru ilerliyoruzdur artık. Yazın sonuna kadar da bu böyle gider. Moralimiz de sıcaklıklarla paralel şekilde artar da artar. Belki de bu yüzdendir Ağustos ayının en sıcak, Şubat'ın ise en soğuk ay olması..

Sonra devam işte.. Aynen hayat gibi. İniş çıkışlarla dolu bir hayat..

Kimi zaman da bu iniş çıkışlar müthiş hızlı olabilir. Bir an çok iyi hissederken, bir an çok kötü hissedebiliriz. Hemen sonra bi daha çok iyi olur durum. Yani 50Hz'e geri dönüş bir bakıma. Sık aralıklarla iniş çıkışlar..

Demem o ki, elektrik gerçekten de hayattır..

12 Kasım 2014 Çarşamba

Memnuniyetsizlik Üzerine

Bazı insanlar öyledir işte: Memnuniyetsiz..

Bir türlü memnun edemezsiniz onları. İsterseniz ağzınızla kuş tutun, tuttuğunuz kuşta bahane arar. Yok çok küçük, yok çok büyük..

Otobüse biner, 'Bu otobüs çok dolu!' der, mutsuz olur.
Otobüs sakindir, boştur nispeten. 'Niye bu kadar boş!' der bu otobüs. 'Yazık günah!'.

Sevgilisiyle, ikisi de yoğun olduğundan sık görüşemez. Görüştüğünde de etrafta olan şeyleri bahane eder, yine mutsuz olur, mutsuz eder..

Bir konuda şikayetçi olursunuz. 'Kimi kime şikayet ediyorsun?' diye sorar. Yaptığınızın anlamsız olduğuna, saçma olduğuna sizi de inandırmaya çalışır. Hem kendi mutsuz olur, hem de sizi mutsuz eder.

Yolda gidersiniz, yağmur yağar. Yağmurdan şikayetçi olur saçları ıslandığı ve kabardığı için. Sonra Paris'te Bir Gece filmindeki yağmurun yağdığı sahneyi izler. O sahnedeki gibi yürümek ister sevdiğiyle..

A partisi iktidara gelir. Kendi istediği şeyleri yapmasına rağmen karşı çıkar: Çünkü yapan kendi partisi değil, diğer partidir.

Arkadaşlarıyla buluşup muhabbete gider. Sıkılır, mutsuz olur. Sonra alır eline telefonunu, onunla oynar. Gece boyu da şikayetleri bitmez. Önce su soğuk gelmiştir. Biraz daha sıcak gelince de sıcak diye şikayet eder.

Eğlenmeye gider. Kendisine takılanların hiçbirini beğenmez de, sonrasında 'Niye benim de sevgilim yok!' diye dövünür. Çünkü sevginin, ilişkinin emek istediğinden haberi yoktur..

Çay ister. Önce çok sıcak diye şikayet eder. Biraz bekletir muhabbet sırasında. Sonra da çay soğumuş diye tekrar şikayet eder.

Çocuğu mühendis olmak ister. Ama o doktor olsun diye ısrar eder. Sonra başkaları mühendisliğin geleceğinin daha iyi olduğuna ikna edince kabul eder ama inşaat der bu kez de, bilgisayar olmaz der..

Okulda başarılısınızdır, birinci olmadığınız için memnun değildir. Birinci olursunuz, ortalamanız 5.0 olmadığı için memnun olmaz. Ortalama 5.0 olur, bu sefer de 100 üzerinden 100 olmaması bahanedir.

Böyle daha onlarca örnek sayılabilir. Bazı insanları, ne yaparsanız yapın, mutlu ve memnun edemezsiniz. Mükemmeliyetçilikle ilişkilendirilebilir belki, yalnız bunun da pratik karşılığı çok yok.. Her mükemmeliyetçi memnuniyetsiz olmayabiliyor. Örnek, ben..

Memnuniyetsiz olmak eldekiyle, varolanla yetinmemek de olduğu için daha iyiye, daha güzele doğru götüren gibi görünse de hayatı çekilmez kılmaya da yol açabiliyor bu durum. Hayat ise, o kadar kısa ki, çekilir kılınmayı bırakın, zevk alınır olmalı.. Çünkü herşey bir yere kadar çekilir.. Sonrasında bıkarsınız.

Zevk almak ise güzeldir, sonsuza kadar devam edebilir..

9 Kasım 2014 Pazar

Kartpostal İsteğimin Karşılığı

Dün akşam birkaç arkadaşla otururken bir arkadaş Portekiz'e gideceğini söyledi. Ben de hemen tek isteğim olan kartpostal atmasını istedim. Bana karşısında deli biri varmış gibi bakarak 'Ne? Kartpostal mı? Elden getirsem olur mu?' dedi. Ben ise 'Yok hayır, ben postayla gelmesini istiyorum. Çünkü posta kutusunda kartpostalı bulmak çok güzel oluyor!' deyince bu kez gerçekten de deliymişim gibi baktı gözleri büyüyerek.

'Keşke baştan hiç söylemeseydim!' diye düşündüm hemen. Bir kartpostal göndermekti söylediğim. Ve daha da garip gelen şey postayla atılan bir şeyi elden getirmeyi önermesiydi bana göre. Çünkü adı üstünde: Kartpostal. Kartelden ya da Eldenkart değil. Postadan gelen kart anlamına gelen Kartpostal. İngilizce'sinin doğrudan çevirisiyle 'Postalanan, posta yoluyla gönderilen' kart.

Kültürümüzü gerçekten de bu kadar unuttuk mu?

Eskiden mektup yazardık. Çok oldu yazmayalı ama yakın bir zamanda yazmaya başlayacağım yine. Çünkü eposta ya da aramak tabii ki derdimizi anlatmak için en hızlı yöntemler. Fakat bir mektup, yazanın o anda belki de sesli olarak kelimelere dökemeyeceği duygularını, düşüncelerini yazanın el yazısıyla iletir. Bir yandan kelimelerde yatan duyguları anlamaya çalışırken bir yandan da yazanın el yazısındaki anlamı keşfetmeye çalışırız. En azından ben öyle yaparım. Diğeri, yani bunların teknolojik olanı, elektronik olanı, o kadar da çekici gelmiyor bana nedense..

Gelişen, büyüyen, 'globalleşen' dünyada bunların tümüyle içiçe olup aynı zamanda kültürümüzü de koruyabiliriz. O kadar da zor olmadığı gibi bunları yapmak ya da yapılmasını istemek de deveye hendek atlatmak gibi birşey değil..

6 Kasım 2014 Perşembe

İstanbul 2017 Avrupa Yeşil Başkent Adayı(!)

Evet, yanlış duymadınız. İstanbul 'Yeşil Başkent' olduğunu, daha doğrusu olmaya aday olduğunu söyleyen bir şehir. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştu ve faaliyetlerini zaten sürekli kültürel faaliyetlerin olduğu alanlara sıkıştırarak bu konuya nasıl baktığını göstermişti. Şimdi ise 'Ben Yeşil Başkentim' demek istiyor. Buna aday oldu. Diğer şehirler şöyle:
  • Bursa (Turkey)
  • Cascais (Portugal)
  • Cork (Ireland)
  • Essen (Germany)
  • ‘s-Hertogenbosch (Netherlands)
  • Istanbul (Turkey)
  • Lahti (Finland)
  • Lisbon (Portugal)
  • Nijmegen (Netherlands)
  • Pécs (Hungary)
  • Porto (Portugal)
  • Umeå (Sweden)
Bursa'ya gittim ama çok da iyi bildiğimi söyleyemem. Diğer şehirleri de bilmiyorum listede yer alan. Bu şehirler arasında önce bi ön eleme yapılacak. Sonrasında ise Haziran 2015'te bu şehirler son sunumlarını yapacak ve uluslararası jüri de bu bilgiler ışığında kararını verecek. Yine Haziran 2015'te 2017'nin Avrupa Yeşil Başkenti belli olacak. Yalnız bu bilmemelerin arasında bir de bilme var: İstanbul defalarca olimpiyatlara aday oldu ve kazanamadı. Hazır olmayan bu kenti sürekli aynı yarışa 'yenilen pehlivan' misali düşünen yöneticiler, sanırım 'Yeşil Başkent' gibi bir konuda da 'Kültür Başkenti yapanlar Yeşil Başkent de yaparlar' gibi bir mantıkla hareket ediyor olabilir. Tabii işin gereklerini düşünmemiş olabilirler. Konu ülkemiz olunca kimin nasıl düşündüğünü kestirmek imkansızlaşabiliyor kimi zaman çünkü. 

İstanbul'a genel anlamda baktığımızda, hele de Galata/Karaköy tarafından tarihi yarımadaya baktığımızda Topkapı Sarayı civarı dışında neredeyse hiç yeşil göremiyoruz. Yeşil Başkent olabilmekle ilgili çeşitli konular var üzerinde durulması gereken ve jürinin de dikkat edeceği.

"Avrupa Yeşil Başkent Ödülü bir şehrin çevre-dostu kentsel yaşam sınırında yaşadığının kabul edilmesidir. Bu şehirler sürdürülebilir kentsel gelişim, vatandaşlarının ne istediğini dinleyen çevre sorunlarına yenilikçi sorunlar ortaya koyan şehirlerdir." Avrupa Yeşil Başkent sayfasında konuyu bu şekilde açıklamışlar. Burada en basitinden "vatandaşlarının ne istediğini dinleyen" kısmını dahi Gezi Parkı süreciyle, aynı zamanda şu anda devam eden Validebağ Korusu koruma çalışmalarını 'cami düşmanlığı'na indirgeyen ve mahkeme kararlarına rağmen inşaatına devam edilmeye çalışılan camii inşaatı konularını düşündüğümüzde İstanbul'un aday dahi olamaması gerekiyor. Vatandaşını dinlemekten bu kadar uzak, "kamu yararı olmadığı"na dair mahkeme kararına rağmen devam ettirilmeye çalışılan inşaatı savunan bir yaklaşımla "Yeşil Başkent" nasıl olunabilir ki?

Konuyla ilgili uluslararası Uzman Paneli her şehrin teknik değerlendirmesini 12 temel kriter üzerinden yapacak. Bunlar hava kalitesi; iklim değişikliği, azaltım ve uyum; yenilikçi çevre ve sürdürülebilir istihdam; enerji performansı; sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar; entegre çevre yönetimi; yerel ulaşım; doğa ve bio-çeşitlilik; akustik çevre kalitesi; atık üretimi ve yönetimi; atıksu arıtma; ve su yönetimi. Bu değerlendirme kriterlerine göre finale kalan şehirler belirlenecek.

Belediyemiz tanıtım ve reklam konusunda gerçekten kendisini ve birçok özel firmayı da aşmış durumda. Yaptığı ve (seneler sonra kullanıma girecek dahi olsa) yapacağı çalışmaları/yatırımları kentin her tarafında (sayısı aşırı derecede fazla olduğunu düşündüğüm) açık hava reklam panoları ve diğer reklam aygıtları vasıtasıyla fazlasıyla tanıtım yapıyor. Yalnız defalarca aday olduğumuz ve bir türlü de alamadığımız olimpiyatlar gibi olacak gibime geliyor bu seferki yarışma. Tabii jüri İstanbul gibi bir şehrin, en azından, bu vasıtayla yeşillendirileceğini düşünerek bize de verebilir bu ünvanı. Orasına birşey diyemeyeceğim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi yenilikçilik konusunda o kadar ileri gitmiş durumda ki, yeşil alanı insanların yaşadığı yerlere değil, otobüslerin üstüne yapma gibi bir tasarrufa dahi gitmiş durumda.

Fotoğraf 1: Botobüs

Anlamadığım konu yeşil kentsel hayatla içiçe değilse, dinlenmek amaçlı oturduğumuz parkta çevremizde ağaçtan, çimden daha çok beton/parke taşlı yürüme yolları göreceksek, hatta etrafı tamamen binalarla çevrili sadece gökyüzünü görebildiğimiz ufacık parklarımız nadiren varken bu yarışmaya girmek hangi akla/amaca hizmet ediyor? Varolan parkların içi dahi yeşilden, çimlerden arındırılıp bu alanların içindeki beton oranı sürekli artırılıyor. Endüstriyel parklardan oluşan yeşil alanlarımız oluyor.
Fotoğraf 2: Göztepe Parkı'nın Eski Hali 

 Fotoğraf 3: Göztepe Parkı'nın Yeni Hali

Endüstriyel park derken kastettiğim Göztepe Parkı'nın alttaki fotoğrafına baktığınızda anlaşılacaktır. Başkalarını bilmem ama benim park kavramından anladığım çimenlerinde oturabileceğim, birkaç bankı olan, arada da çok fazla alan kaplamayan yürüme yolları olan alandır. Reklam tabelaları olan değil.  Alttaki sevmediğim endüstriyel park tipine giriyor. Yeşilin olması gereken yerde yeşilden başka herşey var. Kastettiğim çiçekler değil, şekil verilmiş, doğal olmaktan milyon kilometre uzak görüntüler..

The Guardian'da bununla ilgili bir yazı çıkmış. Adamlar buna CHP sözcüsünün dediği gibi "şaka" demişler. Gerçekten de şaka gibi.

Daha geçende bir arkadaşımla konuşurken söyledi, "Son geldiğimde o neydi? İstanbul'un her tarafı inşaat olmuş!" dedi. Bu kadar inşaat varken, şehrin merkezi denebilecek, nefes alma yerleri parklar imara açıp rant sağlamaya çalışılırken, "Yeşil Başkent" tanımı aşırı iddialı olduğu gibi "baştan kaybedilmiş bir yarış" gibi geliyor bana. 

Yalnız yazıya bakınca, bir de diğer aday kentlerin uydu görüntülerine bakınca durumun vehametini anlamak çok daha kolay oluyor. Tam da bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bu yarışmanın koordinatörlerine bir önerim olacak. Zorlu Centre'ı tepeden görenler bilir, aşağıdakine benzer bir görüntü vardır: 

Fotoğraf 4: Zorlu Centre 

Biraz daha yukarıdan bakarsanız, büyük oranda yeşil bir bina görürsünüz. Halbuki bu yeşilliğin insanların gezdiği alanlarla pek fazla alakası yok. Üst taraf zaten insanların gezdiği yer değil, görüntü açısından yapılmış bir yer. İşte benim önerim de bu konuda. Botobüs başarılı bir proje olarak yukarıdan bakınca görünen yeşil alanı artırması açısından oldukça önemlidir ve başlangıçtır. Benzer bir çalışma da çatılarda yapılabilir fakat Mayıs 2015'e kadar çok da fazla zaman kalmadığı için bence İBB hızlı bir şekilde yönetmelik yayınlayıp tüm çatıların yeşile boyanmasını bina sahiplerinden talep edebilir. Bu durumda uydu görüntüsü olarak yemyeşil bir görüntü ortaya çıkacağından şansımızı bir nebze artırabiliriz bence. Tabii halkını dinleme, hava kalitesi, iklim değişikliği azaltım ve uyum, sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar, yerel ulaşım, doğa (!) ve bio-çeşitlilik (!), akustik çevre kalitesi gibi konularda neler yapılacağını da artık İstanbul'u aday gösterenler değerlendirebilir. 

Hayat

Sinüs eğrisine benzettim ben hep hayatı.
Bir aşağı gidiyor,
Bir yukarı.
Sürekli yön değiştiriyor.

İşin güzel yanı ise,
iki tarafta da tepeyi görmeden,
yorulmadan,
bıkmadan, usanmadan,
durmuyor.

Hüzün de bu hayattan,
neşe ve eğlence de.
Biri var diye diğeri yok olmuyor.
Aynı anda da gelebiliyor,
farklı anlarda da..
Sahiplenmeli ikisini de,
sevmeli,
yaşamalı.
Sonuna kadar bi de..

28 Ekim 2014 Salı

Kahve Kültürü Hakkında

Kendimi bildim bileli kahve dendiğinde aklıma ilk gelen hep Türk kahvesi olmuştur. Eskiden şekerli, şimdilerde ise ya az şekerli ya da sade. Sonraları zaman içinde keşfettim başka kahve türlerini de. Ben çaycıydım çünkü. Her zaman çay içerdim. Gerçi halen daha çayı kahveye göre çok daha fazla seviyorum. Herhangi birşeye bağlı olmak, bağımlı olmak, onun tiryakisi olmak hiç sevmediğim birşeyse de çay bu konuda bir istisna.

Çay demişken aklıma geldi. Çay derken aklımıza ilk gelen kelimelerden biri de 'dem'dir sanırım. (Hatta Karaköy'de Dem isimli bir çay evi bile açılmış. Gitmek, denemek lazım.) Yani çay dediğimiz içecek demlenerek yapılır. İçildikten sonra ise demliğin sonunda çayın posası kalır. Tüm güzelliklerini vermiş, artık atılma durumuna gelmiştir çünkü. O da atılır.

Kahve de böyledir. Yani demlenir. Demlendikten sonra da telvesi kalır Türk kahvesinin. Diğer kahvelerin de aynı şekilde. Kahve makinesine koyarsınız kahveyi. Üstten kaynar su verilerek aşağıya 'demlenmiş' kahve iner. İşimiz bittiğinde de üst taraftaki filtrenin içinde birikmiş olan posasını atarız. Çünkü onun da işi bitmiştir demliğin sonunda kalan çay posasının işi bittiği gibi. Kahve de çay gibi tamamen erimez kaynar suyla.

Birçok kahve türü vardır. French Press denen filtreli bardakta getirilen kahve mesela. Kahve bardağın içinde demlenir kaynar suyla. 5-6 dakika kadar beklendikten sonra filtre bardağın altına doğru üstten bastırılarak itilir ve bardağa baktığımızda kahvenin kendisini görürüz. Onu da içeriz. İşimiz bittiğinde de bardağın altındaki filtrenin biriktirdiği kahve posası atılır. Çünkü dediğim gibi, kahve de demlenir.

Fotoğraf 1: French Press 

Günlük hayatta gittiğimiz kahve dükkanlarında da benzeri bir durum vardır. İster espresso, ister cappuchino ister filtre kahve isteyin. Her seferinde kahve demlenir ve posası ayrıca atılır ya da gübre olarak kullanılır.

Bir de herşeyin hazırı olduğu gibi kahvenin de hazırı vardır. Ne demektir peki hazır kahve? En basit tarifiyle: Kaynar suyun içine at, karıştır, dilersen süt ve şeker ekle, sonra da iç. Atık mı? Ne atığı? Atık falan yok. Herşey eridi gitti zaten suyun içinde. Ve toplu halde tümü midemizde. Ama kahvenin posası olur demiştik. Evet, posası olur tabii ki. Fakat hazır kahvenin değil. Hazır kahvenin posası olmaz. Hiçbir atığı da olmaz. Bu haliyle çevreye yararlı bile denebilir. Peki gerçekten de öyle mi? Hayır tabii ki. Atığı olan bir gıdayı atığı olmayan hale getirmek ve bununla birlikte tadını da çok güzel yapmak mümkün müdür? Kimya ile herşey mümkündür. Kahvede olan da budur işte. Hazır kahve dediğimiz içecekler kimyasal ürünlerden başka birşey değil. Kahvenin posasını yok etmek için nasıl işlemlerden geçtiğini ayrıca düşünmek lazım.

Süt ve süt tozu var bir de. Süt bildiğimiz inek gibi memeli hayvanlardan elde edilir. Fakat süt tozu süt değildir. Kimyasal bir üründür o da. Tat olarak benzetilmesi, hatta daha iyi bile yapılması mümkündür ama sonuçta çıkan ürüne süt demek doğru olmaz. Dediğim gibi, süt başkadır. Doğaldır.

Hazır kahvenin mucitleri bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan da bu işi hızlandırma konusunda ciddi anlamda çalışıyorlar. Bunun en büyük örneğini 3'ü bir arada paketleriyle görürüz: Hazır kahve + Süt tozu + Şeker karışımlı paketler. Birçok insan için kahve dendiğinde akla bu karışım geliyor. Sonuçta atık olmadığı için kullanıcı açısından da oldukça yardımcı bu ürünler. Temizleme derdi yok ne de olsa. Peki içtiğimiz şey kahve mi? Bence kesinlikle değil!

Fotoğraf 2: 3'ü Bir Arada
Kahve kültürü denen şeyi son on senedir keşfetmeye çalışıyorum. Yepyeni birçok çay türünü keşfettiğim gibi. Fakat her 'hazır' ürüne karşı olduğum gibi bu 'hazır kahve'ye de karşıyım. Çünkü tamamen kimyasal bir ürün. Siz bu konuda rahatsanız, tabii ki için derim. Ama ne içtiğinizi de bilin. Hazır kahve bana kahve aromalı sıcak içecek gibi geliyor. Başka birşey değil. Hele kahve hiç değil.

Avrupa'da insanlar kahve içerler. ABD'de de kahve içerler. Yalnız bu kahve çoğu zaman kahve makineleriyle demlenir ve oradaki insanlar tarafından da tüketilir. Belki de o zamanlardaki ilgisizliğimden kaynaklanıyor ama 3'ü bir arada gibi 'kahve'leri Türkiye, BAE gibi Ortadoğu ülkeleri haricinde görmedim desem yeridir.

Son birşey daha: Şu kahvelerin içine katılan ürünlerden soya sütü var ya, işte o soyanın %99'dan fazlası GDO'lu. Aynen soya lesitini içeren ürünler gibi. Onları da isterken bir daha düşünmek gerek sanki!

Son birşey daha 2: Starbucks Coffee'i bilirsiniz. Peki Peet's'i? Peet's aslında Starbucks kurucularının Starbucks'u kurmadan önce çalıştıkları ve Starbucks'un hemen herşeyi için ilham aldıkları Berkeley/California'daki kahve dükkanı. Büyüyüp birçok kahve dükkanı açma fikrini patronlarıyla paylaşınca patron bu şekilde değil, daha yerelde kalmak istediğinde onlar da ayrılıp Starbucks'u kuruyorlar. Konsept olarak bakalım tanıdık gelecek mi? Detaylar için: http://www.peets.com/

 Fotoğraf 3: Peet's Coffee and Tea

Fotoğraf 1: http://coffee.gurus.net/how-to/use-a-french-press/
Fotoğraf 2: http://www.kalenobel.com.tr/content.asp?Lang=EN&Mode=3000&CID=10
Fotoğraf 3: http://static.panoramio.com/photos/large/31009808.jpg

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kul Hakkı Üzerine

Günlük hayatta hep bir başkasının hakkına tecavüz etme yönünde çalışıyoruz farkında olmadan. Nasıl mı? Çok basit. Mesela karşıdan karşıya geçerken, kaçımız trafik ışıklarında yayalara yeşil ışığın yanmasını bekliyor? Ya da diğer türlü, kaçımız arabayla giderken sarı yandıktan sonra yanan kırmızı ışığı görmemize rağmen geçmeye çalışıyoruz? Kaçımız ışık yeşil olduğu durumda trafik sıkışık olduğu halde ilerleyip kavşağı diğer yönden gelenlere kapatıyoruz?

Trafikteki davranışlar, yanlışlıklar saymakla bitmiyor. Kaçımız yaya geçidinde yayalar beklerken yol veriyor onlara? Hep de bahane belli: 'Kimse uymuyor ki kurallara!' Külliyen yalan halbuki. Uyanlar var. Çok değiller belki ama uyanlar var.

Trafikten geçelim, kaldırımlara gelelim. Önündeki kaldırımı işgal etmeyen kaç esnaf tanıyorsunuz? Belediyeler bunu bir de resmiyete bağlamış durumda. "İşgaliye ücreti" alnıyor. Kaldırım yayaların hakkı halbuki, belediyenin malı değil. Kamunun malı. Bu işgaliye için o bölgede yaşayan insanlardan da izin alınmasına dair bir çalışmayı duymadım, bilmiyorum.

Bina yaparken mesela. Herkes kendi sınırının dışına taşmaya çok meraklı. Binalar zemin seviyesinde tamı tamına arsalarının sınırından başlıyor olabiliyor birçok yerde. Fakat yukarıda nedense dışarı çıkıklığı pek çok binada görüyoruz. Burada da kendi hakkından fazlasını talep etme yok mudur? Kendisine değil, Hazine'ye yani devlete, yani kamuya ait alanlara yapılan yapılar peki? Ya da gecekondular? Onları yapanlar da kul hakkı yemiyor mu? Başkalarının hakkını arama hakkım olmadığını düşünerek, benim hakkımı yemiyorlar mı? Kesinlikle yiyorlar. Her irili ufaklı boş alana, yeşil alana, ormana binalar tek tek dikilirken benim temiz hava alma hakkım yenmiyor mu?  Binaların altına otopark yapılması yerine bodrum kat ev olarak satışa sunulması, otoparka parketmesi gereken araçların yola, kaldırımlara park etmesi, sonra da o civarda bir yangın çıkması durumunda itfaiye ve ambulansların olay yerine girememesi.. Yangında ölenlerin yaşam hakkını/zarar görenlerin haklarını çalmış olmuyor mu tüm o insanlar?

Yola çöp attıktan sonra ilk şiddetli yağmurda ortalığı sel götürmesini düşünelim. Ya da dere yatağında yapılaşmaya izin veren yöneticileri düşünelim. Oralarda olan selden etkilenen insanların hakları sokağa çöp atanlar, uygunsuz yapılaşmaya izin veren yerel idareciler tarafından çalınmış olmuyor mu? Kim ödeyecek bunca kul hakkını?

Diğer yandan patronlar. Kendi çocuklarına aldıkları hediyeler dahil herşeyi vergiden düşmek amaçlı kullanıyorlar. Özel çalışan doktorlar aylık asgari ücretliden bile daha az kazanmış gösterip vergi kaçırıyor. Kazandıkları para ise kendilerine villalar, katlar, yatlar almaya dahi yetecek seviyede bazıları için.

5 vakit namazında olduğunu, oruçlarını kesinlikle aksatmayan bir arkadaşımın kiralamak istediği eve kendisinden önce talip olan insanları iptal edip evi kendisine kiralaması için kendisinden önce gelenlere ev sahibinin yalan söylemesini talep ettiğini biliyorum. Kendisi söyledi. 'Kul hakkı yemiş olmuyor musun?' diye sorduğumda 'serbest piyasa ekonomisi' cevabını verdi. Yani serbest piyasa ekonomisi sözkonusu olunca kul hakkı denen şey de yok oluyor.

İslam adına insanların kafası kesilip öldürülüyor. Hatta bu yapılanlar sergileniyor. Merak ettiğim en büyük günahın kul hakkı olması, bunun Allah tarafından affının olmaması, kul hakkı denince de en büyük kul hakkının yaşama hakkı olmasını düşünüyorum ve kafam karıştıkça karışıyor.

Çalışanların gelir vergileri, sigorta ödemeleri ve diğer her türlü vergisi işverenlerden tahsil ediliyor ülkemizde. Peki şöyle biraz geçmişe doğru baktığımızda kaç defa vergi affı, faiz affı, borç affı hatırlıyorsunuz? Benim için sayısız. Bu işverenler adımıza ödemeleri gereken vergileri ödemedikleri gibi bu paraları kullanarak daha fazla para kazanmış, sonrasında çıkan aflarla da hem vergilerinin, sigorta ödemelerinin bir kısmından hem de birçok zaman faizinden kurtulmuşlar. Bu arada tabii kamunun, yani bizlerin malını, mülkünü, parasını gasbettiklerini de belirtmek gerek sanırım..

Bir müteahhit işlediği suçtan dolayı içeri atılacağı zaman içeri girerse kamu ihalelerinde işleri olduğunu, işler yürümeyeceği için birçok işçinin işsiz kalacağını öne sürerek serbest bırakılmayı talep edecek kadar yüzsüzleşebilmişti.

Dün okuduğum haberde ABD başkanlarının Beyaz Ev'de tüm masrafları kendileri tarafından karşılanmak üzere oturduklarını, hizmetçilerin, kuaförlerinin, resmi davetler için gereken kıyafetlerin bile tüm masraflarının başkanların kendileri tarafından karşılandığını anlatıyordu. Haberin tamamı için: Bir demokraside, devlet başkanlığı sarayında oturmanın faturası buradan okuyabilirsiniz. Bizdeyse her gelen başbakan, cumhurbaşkanı daha fazla masraf yapıp her türlü masrafını da kamunun, yani bizlerin parasından harcamak konusunda birbirleriyle yarışıyor. Bunun son örneği de Ak-Saray denen yapı. Detayları önemli değil çok da. Mesele kamunun parasıyla kamuya en ufak bir şekilde hizmeti dokunmayacak bir yapının yapılması ve yine bu parayla müthiş derecede lüks bir hayat yaşanması. Bunların da hep bizim hizmetkarımız olacağını söyleyen, öyle olmaları gereken milletvekilleri, bakanlar, başbakan ve en önemlisi de cumhurbaşkanı tarafından yapılması. Burada da kul hakkı yenmiyor mu? Almanya şansölyesi Angela Merkel'in kişisel aramaları için faturasını kendisinin ödediği telefonu olduğunu tüm dünya biliyor diğer yandan.

Konu aslında anlatmak istediğimden biraz daha saptı. Kapsamı daha bi genişledi ama biraz okuyunca hepsinin de kul hakkı denen ve özellikle islamda tek affedilmez günahın hemenhepimiz tarafından günaşırı şekilde işlendiğini görüyorum. Birçok yaptığımızın farkında değiliz ama farkına varabiliriz. Bunları okuduktan sonra "Doğru, AMA" ile başlayan onlarca, belki de yüzlerce cümle söylenebilir. Söylenecektir. Fakat önemli olan "AMA"dan sonraki kısım değil öncesindeki kısımdır. Yani tüm bunlar doğru: Kul hakkı yenmesidir. Ve tüm bunlar beni rahatsız ediyor. O kadar kanıksanmış ki tüm bunlar, kimsenin de karşı çıktığı ya da karşı çıkmayı düşündüğü yok ne yazık ki. Bu mudur peki olay?

Hiçkimse bana bunun zaten böyle olduğunu, değişmeyeceğini falan anlatmaya çalışmasın çünkü herşey değişebilir. Kolay olan varolanı olduğu gibi kabullenmektir aslında. ''Böyle gelmiş, böyle gider!'' mantığı bana en korkak ve kaçamak yanıt gibi geliyor. 

Ne olur herkes gerçekten de hakkına, emeğine razı olsa?

21 Ekim 2014 Salı

Yaş 33, yolun yarısına 2 değil, 42 var..

Hayat çok garip gerçekten de.. Bazen zıtlıkları aynı tepside sunabiliyor insana. Bir arada. Seçip seçmemek elinde değil ama. Bir yandan neşe verirken diğer yandan hüznü verebiliyor. İkisini de almaya mecbursun. Alıp almama durumun da yok hani. en güzeli herşeyi kabul edip öyle devam etmek yola sanırım..

Bugün itibariyle 33 yaşımdayım. Daha düne kadar sorulduğunda 32 diyebiliyordum halbuki. 1, 2, 4, 8, 16 ve 32'ye bölünebilen bir sayıydı. Güzel bir yaştı. 2'nin 5. kuvvetiydi bir diğer açıdan. Yalnız ben asal sayıları daha çok severim. Bunun için de görünen o ki 37 yaşıma kadar beklemem lazım. Yalnız o zaman da şairin dediği yolun yarısını geçmiş olacağım. Bir kitap var, 'Yaş 75, Yolun Yarısı!' diye. Bana sanki yolun yarısı olan 35 çok da uygun değil gibi. Bu hesapla tabii daha bi 40 sene 'Ben gencim!' diyebilirim kendime..

Yolun yarısı. Evet. 35 demişti şair. Benim daha iki senem var 35'e. Peki neler yaptım 33 senede? Güzel şeyler tabii ki.. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite falan daha rahat ve sakin geçmişti sanki.. Gezmiştim biraz. Görmüştüm dünyayı ucundan, kıyısından. Sonrasında hayata, daha doğrusu çalışma hayatına başlayınca işler değişti. İlk olarak sabah 10.00'da uyanıp 12.30'da çalışmaya başladım. Akşam da 20.30'a kadar sürüyordu işim. Güzel de geliyordu hani. Her akşam çıkabiliyordum böylece. İstediğim kadar da kalıyordum. En güzel günlerimdi sanırım.. Bir sene kadar sürdü. Ve bitti, her güzel şey gibi. Güzel yanı hayatımın düzene girmiş olmasına rağmen yine de monoton olmaktan uzak olmasıydı. Haftada en az iki akşam, çoğunlukla üç ya da dört akşam dışarıdaydım. Dönme saati sınırının olmaması güzel birşey gerçekten de.. Haftasonu ise tamamen bana aitti. Noel'de 2 hafta, Paskalya döneminde bir hafta, yazın bir ay ve benim aradaki toplam bir aylık tatilimle birlikte şimdi düşününce iyi tatil yapmışım diyorum kendi kendime..

Döndüm memlekete ve tekrar başladım çalışmaya. Bu kez sabah 7.30 gibi uyanıyordum 9.00'da işe başlamak için. Akşam da 21.00'e kadar çalışıyordum. Eve dönüşten sonra annemin verdiği yemeklerle ilk göbek bırakma çalışmalarım başarıya ulaştı. 10 ayda 10 kilo aldım ve o kilolar halen daha duruyor bir yerlerde.. Çok bilinçli olmamıştı bu göbek bırakma hadisesi ama işte elden ne gelir.. Artık balkonum da vardı.. 7 ay kadar sürdü bu hayatım da. Bir de haftada altı gündü artık çalışmam ve izin günüm haftasonu değil haftaiçi bir gündü.. Sonra staj falan derken bir de baktım mezun olmuşum mühendis olarak.

Asıl şimdi çalışmam lazım diye düşünüp atıldım profesyonel iş hayatıma, yani mühendis olarak çalışmaya.. Onlar da bana 'Madem o kadar enerjiksin, çalış o zaman!' dediler.. Böylece sabah 5.00'te uyanıp akşam da 23.00'te uyumaya başladım önce. Düzenli hayat denen şey. Çok sıkıcı. Bir süre Pazar günleri dahi anca iki haftada bir tatil oluyordu tam gün. Gençtim ama (gerçi halen daha gencim :) ) o zamanlar. Genç ve enerjik olunca insan, herşeyi yapabileceğini zannediyor. Enerjisinin yeteceğini sanıyor. Yetiyor da bir yere kadar.. Böyle geçti dört sene. Nasıl olduğunu çok da fazla anlamadan. Yalnız dolu dolu geçti. Nasıl geçmesin haftanın 6 günü günde 11 saat çalışırken? Tabii işten çıktıktan sonra akşamları salsaya gidip bol bol dans ediyor, sonra tekrar eve dönüp 3-4 saat uykuyla işe gidiyordum. Enerji bol ne de olsa, harcamak lazım.. Bi ara İspanyolca'ya başladım. Öğrendim temellerini. Bi ara Perşembe akşamları sonraki gün tatil olduğu için canımız sıkıldığında sırf güzel gece manzarası izlemek için 100-150km yol gittiğimizi de çok hatırlarım. 7/24'ün içine neler sığdırılabileceğini öğrendiğim zamanlardı. Sonraları 4 sene böyle devam etti. Ve burası da bitti..

Döndüm yine memlekete. O kadar yoğunluktan sonra biraz dinleneyim derken bir de baktı 14 ay olmuş dinlenmeye ilk başlamamın üstünden. Artık çalışmam gerek deyip tekrar başladım çalışmaya. Önce beş gün ile başladım. Düzenli bir işti. Fakat haftada altı gün çalışmış bir insana beş gün az deyip ayrıldım ve yine şantiye çamuruna döndüm. Biraz orası biraz burası derken hayat geçiyordu. Bi ara bir seneye yakın ofiste masabaşı çalışmaya döndüm. Bir keresinde müdürüm bana bir saat içinde tam onbir kere gerindiğimi/esnediğimi söyleyince doğru yerde olmadığımı anladım. Evet, beş gün çalışıyordum ama önemli olan hayatta mutlu olmak değil midir? Orada mutlu olmadığımı farkettikten sonra yer değişikliği zamanı gelmişti. Yaklaşık iki seneden sonra oradan da, rahat ve temiz ofis ortamından ayrılma zamanı gelmişti.

Sırada şimdiki yerim vardı. Yine altı gün çalışma ama daha önemlisi çalıştığım yerde mutlu olmamdı. Hayatta her şeyi mutlu olmak için yapıyor olduğumuzu farkettim yakın bir geçmişte. Asıl amacımız, hayatımızın amacı buydu. Hani bir soru vardır ya, hayatın anlamını sorar. Hayatın anlamı bence mutlu olmaktır. Bu kadar basit. Onca filozofa, bilgine, ya da inancımıza dönmemize gerek yok bunu anlamak için.. Mutlu olmak için ise, içimize bakmak lazım. Bizi neyin mutlu ettiğine odaklanmamız lazım.

Bazen eksik birşeyler oluyor hayatta. İşler yolunda gitmiyor. Herşey tersine gidiyor. Aslında bunların nedeni başka. Lise okuyanlar duymuştur sinüs eğrisini. Sıfırdan başlar ve yukarı doğru gider. 1'e kadardır yolculuğu. Sonra aşağı doğru döner ve sıfırdan da geçip -1'e kadar iner. Yani dibi görürüz. görürüz ki tekrar 1'e çıkmaya yetecek kadar enerjimiz olsun.. O tersine giden zamanlarda işte aşağı yolculuk var demektir. Yukarı yolculuğa da biraz zaman vardır. Ben şimdi yukarı doğru gidiyorum. Daha ne kadar giderim bilmiyorum ama çok gideceğim gibi bir his var içimde..

Güzel insanlarla donatılmış güzel bir çevrem var etrafımda. İnsanın güzel insanlar tanıması demek, güzel olması demek belki de. Ya da güzel insana evrilmesi.. O güzel insanların hep yanımda olacağı güzel bir sene olsun.. Hep birlikte..

Son birşey: Bundan on sene önceydi. Köln'de arkadaşımın mentörü ile görüşecektim. Bunu benden rica etmişti. Kadının evine gittim, görüştük. 75 yaşındaydı. O zamanlar yeni çıkmış Sony fotoğraf makinesi almıştı kendisine, dijital. Yaklaşık 1000€ civarındaydı fiyatı da. Fotoğraf çekmeye başlayacağını söylemişti. Müthiş de hevesli görünüyordu. Sonraları arkadaşımla konuşurken söylemiş, 'İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!' diye. 75 yaşından sonra yeni bir hayat! Bir insan daha ne ister ki?

16 Ekim 2014 Perşembe

Bir Arkadaşımın İntiharı Üzerine

Biraz önce bi arkadaşım aradı. Ortak arkadaşımız olan Mehmet facebook'taki hesabına intiharına dair bir video bırakmış. Gerçek mi, değil mi bilmiyordu. Bana sorunca ben daha görmediğim için birşey diyemedim. Son birkaç gündür sabahları ilk baktığım şey olmaması için facebook'un, açmıyordum hemen. Girdim hemen hesabıma ve baktım videoya ve altındaki yorumlara. Oturduğu evi bulmasına yardımcı olan arkadaşı eve doğru gittiğini söylüyordu. Ama öncesinden ev sahibi gitmiş ve 'Malesef' diye yazmıştı. Beni arayan arkadaşım bir daha aradı. Gerçekmiş!

Ölüm. Çok gerçek. Belki de yaşayıp yaşayabileceğimiz en gerçek şey. Tek seferlik. İkincisi yok. Her an yanımızda. Her an aramızda. En mutlu olanı da alıyor, en mutsuzu da. En sağlıklı görüneni de alıyor. En sağlıksız ve hastayı da. Ayrım yapmıyor aralarından. Herkes eşit ölümün gözünden.

Mutsuz bir insanı nasıl anlarsınız?

Sürekli gülen, neşeli ve eğlenceli bir insanın intihara meyilli olduğunu, olabileceğini anlayabilir misiniz?

Ya da sürekli mutsuz, üzüntülü, depresif, negatif birinin yüz yaşına kadar yaşayabileceğini, intiharı hiçbir şekilde hayatında düşünmediğini, düşünmeyeceğini tasavvur edebilir misiniz?

Yıldız'da okurken, bir keresinde, A Blok kantinine çay almaya giderken bölümden Ali diye bir arkadaşıma denk geldim. Hemen gülerek selamlaştım. Bana şöyle demişti:

- Azem, seni her gördüğümde mutlu oluyorum. Canım sıkkın da olsa, üzülmüş de olsam, çok mutsuz da olsam senin o gülen yüzünü görünce mutlu oluyorum nedenini anlamadan.

Ben de:

- Çok sağol Ali, demiştim. Sen ve senin gibi arkadaşlar sayesinde ben de mutlu oluyorum.

Birkaç adım sonrasında ise kafamda bambaşka şeyler geçiyordu. "Bir bilsen içimde neler olup bittiğini" diye düşündüm. "Bir bilsen içimde ne fırtınalar koptuğunu. Aslında her zaman göründüğüm kadar mutlu olmayabildiğimi." diye geçirdim aklımdan.

İnsan dışarıya gülerken, kendi dışındaki insanları mutlu ederken birşeyi atlayabiliyor. Kendisini mutlu etmeyi. "Azem, önce sen mutlu olacaksın ki başkalarını da mutlu edebilesin. Sen mutlu olmazsan başkasını nasıl mutlu edebilirsin ki?" demişti Neşe bundan 11 sene önce. Çok ağır bir ayrılık sonrasında hayatımda ilk kez yaşadığım depresyon döneminde demişti bunu bana. Hep kendimden önce O'nu düşünmüştüm. Neşe'nin bu sözünden sonra anlamıştım, aslında önce kendim mutlu olmam gerektiğini. Sen mutlu olmazsan, başkasını nasıl mutlu edesin?

Biraz bencil gelebilir bu yaklaşım ama gerçekten de öyle. Bir de duyguları yaşamak denen şey var. Hayat bir sinüs eğrisidir demiştim bir zamanlar. Elektrikte de alternatif akımı doğru akıma çevirirken kırpıcılar kullanırız. Böylece en tepe ve en dip noktalar törpülenir ve ne çok aşırı sevinçli ne de çok aşırı üzüntülü olursunuz. Hep dengeli gidersiniz. Halbuki hayat öyle birşey değil ki. Hayatta dip de var zirve de. Sürekli de bu ikisinin arasında gidip gelir insanoğlu. Dibi göremeden, orada gereken enerjiyi toplayamadan, çıkamaz ki insan zirveye!

Ben de çok iyi sayılmam duygularımı paylaşma konusunda. Çok nadir insanla paylaşırım. Bu biraz da insanın yapısıyla alakalı sanırım. Bilmiyorum..

Victor Hugo'nun bir kitabı vardır: Bir İdam Mahkumunun Son Günü, diye. Hikaye idam cezasına çarptırılmış bir mahkumun son günlerini, içinde bulunduğu ruhsal durumu suçuna dair pek de bilgi vermeden anlatıyor. Okuduğumda müthiş etkilemişti beni. Öleceğini bilen bir insanın içinden geçenler. Yaşadıkları. Korkuları. Düşünceleri. Öyle etkileyici şekilde vermişti ki bunları, idam cezasına bir kere daha karşı olmuştum, "devlet adam öldürmez, öldüremez" mantığıyla. İdam olacak olmak, öleceğini bilmek, başkasının elinden, başka birşey. Fakat insanın kendi hayatını sonlandırması bambaşka birşey.

Bir anda aklımdan geçti, ben bir şekilde "Son anlarımı yaşıyor olsaydım ne yapardım?" diye. Pişmanlıklarım neler olurdu acaba? Pişmanlık duyacağım şeyler yaptığım değil yapmadığım şeyler olurdu sanırım. Yapmak isteyip de yapmadığım, yapamadığım şeyler hakkında pişmanlık duyardım herhalde.

Kuzey ülkelerinde intihar oranları dünyanın diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Bu biraz da hayatının düzeninin tam olması, sorun olmamasıyla alakalı gibi. Tekdüze hayat yani. Dün yazmıştım, düzenin olduğu, işten çıktığımda eve saat tam kaçta varacağımı bildiğim bir yerde yaşamak hakkında. Gitmek isteğim hakkında. ABD'de insanlar da şirket gibi görülüyor. İflas verebiliyor insanlar. Ve böylece hayatlarına sıfırdan tekrar başlayabiliyorlar. İnsan, bence, mutsuz olduğu, sorunlar yaşadığı yerde çok durmamalı. Öncelikle kendi, sonra da çevresindekilerin iyiliği için bu. Gitmeli başka bir yere. Aynı ülke içinde olabilir de olmayabilir de. Maksat gitmek başka bir yerlere. Ve yeniden, sıfırdan yeni bir hayat kurmak. Yeniden doğmuş gibi. Tek farkı belli bir mesleğinin, yeteneğinin olması. Gerçi aynı işi de yapmak gerekmiyor o kadar da. Bir şekilde hayatını sürdürebilme şansının olması yeterli. Bunu Mehmet için söylemiyorum. Genel anlamda söylüyorum. Bırakıp gitmeli. Sıfırdan tekrar başlamalı hayatına. Başlamalı!

Dört gün sonra doğumgünüymüş. Benden bir gün önce. Belki de yeni yaşına girmeyi beklemeyecek kadar acelesi vardı. Yolun açık olsun Mehmet...

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gitmek

Gitmek lazım diyorum,
gitmek.
Dönmemecesine belki de.
Sonra dönmek yine..

Gidesim var yine


Gidesim var yine..
Bu kez daha uzun süreliğine ama. Gidip kalmak. Bir yerlerde. Öyle birkaç günlüğüne değil. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine gitmek. Uzaklaşmak buralardan. Gidip dinlemek kendimi. İçimi. Ruhumu. Çok yoruyor bu memleket insanı.

Sene 2002 sonları. Üç arkadaşımdan ikisi İspanya'ya, diğeri Avusturya'ya gitti. Ben de düşündüm sonra. Anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite derken onyedi senedir aralıksız okula gitmiştim. Okulu sevmemek değildi kafamdaki. Sadece eğitime biraz ara vermekti. Daha önce duymuştum bir yerde.:
Birkaç kişi yerli birini kılavuz olarak alıp Amazonlarda gitmek istedikleri yola doğru gidiyorlar. Hızla yol alıyorlar birkaç gün, arada ufak dinlenme molaları vererek. Sonra birden kılavuzları olan yerli yere oturuyor ve gözlerini kapatıyor. Adama sesleniyorlar, ses yok. Bekliyorlar akşama kadar. Yerli gözlerini açıyor. Soruyorlar niye öyle oturup kaldığını. Aceleleri olduğunu. Beklemeye çok tahammülerinin olmadığını. Yerli ise son birkaç günde çok hızlı gittiklerini ve ruhunun gerilerde kaldığını söylüyor. Ruhunun kendisine yetişmesi için beklediğini anlatıyor.

Benimki de öyle birşeydi. Yorulmuştu zihnim. Gerçekten yorulmuştu onca sene eğitilmekten. İşime yarayacak, yaramayacak bilgilerle dolmaktan yorulmuştum. Dinlenmek istiyordum. Dinlenip kafamı toparlamak. Belki de ruhumun beni tekrar yakalamasına yardımcı olmak. İzin vermek buna. Tatildi yapmak istediğim biraz da. Ya da "Mehr als Urlaub" yani Köln yerel dergisine verdiğim röportajda söylediğim gibi, "Tatilden daha fazlası" idi bulduğum. Güzel olmuştu. Dinlenmişti, hem bedenim hem de ruhum. İnsanın evden çıkıp işe gittiğinde işe varış saatini tam olarak bilmesinin neler yapabileceğini tezahür edebilir misiniz? Ben edebildim bunu. Hem de bundan 11 sene önce. Dakika şaşmazdı. Böylece hayatınızı düzene sokabiliyorsunuz. Elinizde olmayan konular düzenli ve yerli yerinde olunca, kalan herşey elinizde olmuş oluyor. Kızacak kimse ya da birşey yok.

Sonrasında zaman geçti tabii. Tekrar bir keşmekeşin içine girdim. Zaman geçti. Bitmesinin üstünden neredeyse on sene geçti. Bu on sene içinde yaşadığım keşmekeş, hayatın düzeninin değişmesi, bir orada, bir burada olmam, sürekli bir değişim, düzensizlik içinde düzensizlik, dengesizlik içinde dengesizlik derken bir de baktım bu son on sene beni önceki onyedi seneye göre daha çok yormuş sanki. Yaşın ilerlemesi de var bir yandan. Eski enerjim yok. Gülmek başka birşey. O hep var. Üç yaşındayken de vardı, yedi yaşındayken de, onyedimde de, yirmiyedimde de. Yetmişyedimde de olacak yine. Enerji başka birşey. O bazen var, bazen yok. Sinüs eğrisi gibi. Bir inip bir çıkıyor. Harmonikli sinüs eğrisi ama. Düzensiz çünkü.

Şimdilerde yine diyorum, gidesim var diye. Evet, var gidesim. Öyle birkaç günlüğüne değil ama. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine. En azından bir sene olsa, gerçekten de güzel olacak. Düzenli, sakin, rahat bir yerde, düzenli, sakin, rahat bir hayat. Bol gezmeli, bol görmeli, bol fotoğraflı..

Sonunda mı? Sonunda yine kaosun merkezine dönüş: İstanbul'a dönüş..

Kim bilir?

10 Ekim 2014 Cuma

Tramvayda Akşam Giderken

Sene 2014, aylardan da Ekim. Arkadaşlarla eğlenceden dönmüştüm.Saat 23.45. Karaköy'deki mekandan çıkarken saate de bakınca eve en güzel ve zevkli tramvayla dönebileceğimi düşündüm. En yakındaki Fındıklı tramvay durağına doğru gidiyorken durağa yaklaşık 30m kadar kala tramvayın duraktan ayrılmak üzere olduğunu gördüm. Hemen koşturmaya başladım. Yolumun üstünde arabalar kırmızı ışıkta bekliyordu. Aralarından hızlı şekilde geçip tramvaya gittim. Tramvay sürücüsü beni farkedince durdu bir anlığına. Akbilimi bariyere okutmaya çalışırken bir an bi beklemek zorunda kaldım. Okuma sesini duyar duymaz da hemen bariyeri itip geçtim. O sırada da tramvayın bana en yakın kapısı açıldı ve bindim tramvaya. Elimle teşekkür etme işareti yapıp tramvay sürücüsüne, arkalara doğru ilerledim. Boş bir yer bulunda da pencere kenarına oturdum. Normalde hep koridor tarafını seçerken o akşam pencere kenarını seçmiştim. Belki de tramvay boş olduğundandı, bilmiyorum. Bindiğim, nispeten boş olan tramvayda tıngır mıngır denebilecek bir hızda, sakin bir şekilde gidiyorduk. Camdan bakınca geçtiğimiz durakları görüyordum. Bir yandan da gece yarısından sonra şehrin nasıl göründüğünü, tramvay camından. Durgun bir şehir görüntüsü vardı camda. Durgun ve güzel bir şehrin görüntüsü. Belki de dünyanın en güzel şehri diye düşündüm bir an..

Duraklardan geçerken fotoğraf çekmeye karar verdim. Hem de pek de sevmediğim bir yöntemle, cep telefonumun kamerasıyla.. Yine de güzel sayılabilecek fotoğraflar aldım. Güzeldi dışarısı. Mevsim de sonbahar olunca başka güzel oluyordu İstanbul geceleri bir başka güzeldi. Bir başka güzeldi, görmüş-geçirmiş, binlerce yılın yükünü sırtında taşıyan, ve aynı zamanda şarap gibi güzel bir kadın gibi..

Fotoğraf 1: Arkada Sultanahmet Tramvay Durağı

Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş.. Beyazıt durağından geçerken farkettim otobüsümün orada yolcu beklediğini ve birkaç dakika içinde de kalkacağını. Aklım 'Laleli durağında in ve hemen otobüsüne binip rahat rahat git evine!' derken kalbim 'Otur oturduğun yerde! Çıkar keyfini tramvay yolculuğunun!' dedi. Düşünmedim pek. Kalbimi dinledim. Çünkü ne olursa olsun, her zaman doğruyu söylerdi kalbim. Öylece devam ettim yoluma..Yolun keyfini çıkararak. Kafam bomboş ve tramvaya durduğu her durakta binenleri izleyerek..

Fotoğraf 2: Arkada Aya Sofya Müzesi Önü

Sene 2004, aylardan Şubat sanırım. Aradan çok zaman geçince, hatırlayamayabiliyor insan bazı detayları. Bir Salı gecesiydi. Gece de saat 01.13. Saate baktım. Tramvayımın geçmesine, son tramvayın geçmesine sadece 3 dakika vardı. Hemen kalktım, kabanımı alıp, arkadaşlara güzel geceler dileyip çıktım hemen. Üstüme kazağımı giymiştim ama kabanı giymeye fırsat yoktu. Koluma almıştım. Sırt çantamı da tek koluma atmış koşturuyordum. Bir yandan çıkışta güvenlik görevlilerine güzel geceler dileyip, diğer yandan da karın yağışını farkettim. Çok güzel, hafiften kar yağıyordu. Aynı filmlerdeki gibi..

Hepi topu 3dk zamanım vardı ve buranın tramvayları dakik olmasıyla ünlüydü. Yaklaşık 20m kala tramvayın durağa yanaştığını görünce daha bi hızlandı koşum. Tramvayın sürücüsüne işaret edip, önünden koşturup hemen bindim tramvaya son anda. Tabii herhangi bir bariyer ya da bilet kontrolü olmadığı için girişte, kolayca yetiştim tramvaya ve kolumdaki eşyalarımı ikili koltuklardan birine fırlatıp koridor tarafındaki koltuğa bıraktım kendimi. Rahatlamıştım.

Yanyana koltuklardan birinde oturan bir kızın bana baktığını farkettim. Başladık sohbet etmeye. Benim o heyecanlı ve nefes nefese halimi görünce dikkatini çekmişti. Gece son tramvaydaydık ve yol 42dk sürecekti. Arkadaşlarla eğlenceden çıktığımı ve saati son anda farkedince koşturmaya başladığımı söyledim. Biraz durup da dışarıdan kendi halimi düşününce komik gelmişti o halim bana da.. Tramvayın koltuklarından yarısından fazlası boştu. Kimisi tek başına, kimisi ise arkadaşı/sevgilisi/eşi ile oturuyordu. Sakindi tramvay ve sessizdi nispeten. O saatte herkesin yapmak istediği evine rahat rahat gidip uyumaktı artık.

Almanların soğuk insanlar olduğunu düşünen varsa Köln'e gitsin. Köln insanı farklıdır. Sıcaktır. Sohbeti sever. Tanımadığı insanlarla da.. Öyle bir sohbet ortamı oldu yol boyunca. Biraz sohbet, biraz sessizlik, biraz kendini dinleme ile evin yolundaydım..

16 Eylül 2014 Salı

Erkek Olmanın Zor Yanları


Hep kadın olmanın zor olduğundan dem vurulur. Her ortamda, her tartışmada.. Evet, kadın olmak gerçekten de zordur. Hem de çok. Sadece hamilelik ve doğal yollarla doğum sancısını düşünmek bile yeterli bunu anlamak için. Toplumumuz gibi ataerkil kültürlerde kadının yerini düşününce, siyasilerin konuşmalarında kadınlara biçtikleri rolleri (kadınlar çalışmak istemezse işsizlik oranlarının daha düşük olacağını iddia eden bir bakanımız bile oldu) düşününce, kadın olmanın zorluğunu daha iyi kavrayabiliyoruz.

Peki ya erkek olmak, erkek olmanın zorlukları? Bunların üstünde düşünen var mıdır?

Ben düşündüm biraz. Birkaç defa ciddi ciddi tartıştım bile arkadaşlarımla bu konuyu. Sonuçta kadın olmak kadar zor olmasa da kendine göre ciddi zorlukları var erkek olmanın. Hem de kadın tarafından çok da kolay anlaşılamayabilecek zorlukları.

Mesela erkekler ağlamaz. Siz hiç hüngür hüngür ağlayan erkek gördünüz mü? Ben şahsen görmedim. Ben de, tek başıma, yalnız başıma bile hiç öyle hüngür hüngür ağladığımı hatırlamam. Erkek ağlamaz, ağlayamaz. Çünkü ağladığında zayıf görünür. Güçsüz ve zavallı görünür. Kadınlar da, her ne kadar duygusal erkekleri sevdiklerini söyleseler de ağlayan erkek sevmezler. Erkeklerin, erkeklerinin güçlü olmasını isterler.

Erkekler güçlüdür. Her zaman ve her koşulda güçlü olmak zorundadır. Zayıflık gösteremez. Çok eski çağlardan beridir devam eden bir olgu bu. Hele de bizimki gibi Ortadoğu toplumlarında. İnsanlığın doğduğu topraklarda. Erkekler acı da çekse, duygusal anlamda çöküşte de olsa, sevgilisinden yeni de ayrılmış olsa, bir yakınını da kaybetmiş olsa, ne olursa olsun güçlü olmak, güçlü durmak zorundadır. Üzüldüğü, ağladığı görülürse küçük çocuk gibi davrandığı düşünülebilir. İstese de yapamaz yani.

Erkek baba olduğunda çocuğunu çok sevemez mesela. Sevse dahi bunu uluorta göstermesi hoş karşılanmaz. Duygusal görünür çünkü. Baba imajına terstir bu durum. Baba olan erkek hele de tanınan, bilinen bir kişiyse daha da zordur çocuğuna karşı yakın olması, yakınlık göstermesi.

Erkek dediğin her zaman hesabı öder. Herhangi bir yemeğe çıkıldığında, bir yere gidildiğinde hesabı kim isterse istesin masadaki erkeğe gelir hesap. O öder. Cebinde parası olması gerekiyordur. Parasız erkek mi olunur? Hayır tabii ki. Bir erkek, harcaması gerekmese dahi, cebinde parası varken daha güvende hisseder kendini.

Erkek dediğin üşümez. Bir yemeğe, partiye, etkinliğe gidilmiştir. Kadınlar en şık ve gösterişli kıyafetlerini giyer ve yanlarına en fazla incecik bir şal alırlar. Tabii hava üşütmeye başladığında erkeğin ceketi imdada yetişmek durumundadır. Erkek çıkarıp verir kadına ceketini. Çünkü erkek dediğin insan değildir, üşümez.

Erkek korur ve kollar. Kimsenin korumasına ihtiyaç duymaz ama herkes onun korumasındadır. Ailenin reisidir. Herkesin sorunlarını çözmekle yükümlüdür. Kendi sorunları dahi olsa, kimse bilmez bunu, bilemez. Kendi içinde çözmesi gerekir.

'Güzele bakmak sevaptır' diye bir söz var. Trene bakmak gibisini kastetmiyorum gerçi ama erkek güzel kadına baktığında hiç hoş karşılanmaz bu durum. Öküz denir, abaza denir, bir sürü laf edilir. Ama bak güzele bakıyor denmez nedense.. Çünkü ayıptır bakmak.

Bir kadın bir erkekten hoşlansa da gidip konuşmaz, konuşamaz. Konuşursa kötü görülür, hafif görülür. Çünkü bu görev erkeğin görevidir. Karşısındakinin arkadaş olarak mı yoksa hoşlandığı için mi yakın davrandığını tahmin etmek ve doğru tahmin etmek zorundadır. Bir bakarsın yakınlaşmak istediği kişi kendisini arkadaş olarak görüyor ve tek seferde hem arkadaşını hem de hoşlandığı kişiyi kaybeder. En modern kadınlar bile erkeğin ilk adımı atmasını bekler, ister, tercih eder..

Şimdi aklıma geldi de, kadınlar günü vardır ama erkekler günü yoktur. Rusya'da aslında asker günü olarak kutlanan gün değil, genel anlamda erkekler günü yani.

Erkek dediğin (eşi çalışmayanlar özellikle) eve geldiğinde işteki yorgunluğunun üstüne bir de kadının konuşmalarını, anlatmalarını (kimine göre dırdırını) dinlemek durumundadır.

Bu liste daha uzar gider. Bir çok şey var çünkü. Yalnız gerçek olan birşey var ki o da erkek olmak da zordur.

Fotoğraf: http://turkcaps.com/wp-content/uploads/erkek2.jpg

21 Ağustos 2014 Perşembe

AVM'lerin Hayatımızdaki Vazgeçilmez Yeri

Yaz günlerindeyiz. Hele de son günlerde sıcaklık oldukça yükseliyor ve nefes almakta bile zorluk çekebiliyoruz kimi zaman. Bu durumda çare ne? Tabii ki AVM'lerin o karşı konulmaz çekiciliğine kapılıp kendimizi onlardan birinin içine atmak. Zaten hemen her köşe başında, hatta sadece köşe başında değil, birçok yerde, İstiklal Caddesi gibi alışveriş caddesi gibi bir yerde bile yolun ortasında bir AVM'miz var. Buralara atınca kendimizi dışarının o müthiş derecede yakan sıcağından korunmuş oluyoruz. AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Önümüzdeki günlerde yağışlar başlayacak. Sonbahar geliyor çünkü. Peki yağmurda sokaklarımız ne hale geliyor? Sene 2014 olmasına rağmen yağan biraz şiddetli yağmur bile ortalığı sel götürmesine neden olabiliyor. Öyle sokaklarda gezilir mi? Hayır tabii ki. Çaremiz var mı? Tabii ki: AVM'ler. Herhangi birinin içine girip rahatlıkla yağmurdan, yağmurun o çilesinden kendimizi kurtarabiliriz. Yağmur bitince zaten ortalık ıslak olacağı için AVM'de nasıl geçtiğini bile anlamadan zaman geçirebiliriz. AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Kış geliyor sonbahardan sonra. Bu da havaların ciddi anlamda soğuyacağı anlamına geliyor. Hele de İstanbul'daki nem ile birlikte bu soğuk kendini daha fazla hissettirecek. Peki hava o kadar soğuk olunca, kar yağınca ne yapabiliriz? Tabii ki AVM'lere girebiliriz. Çünkü buralar gayet sıcak, üstümüzde kısa kollu bir üstle bile durabileceğimiz seviyede sıcak ve konforlu ortamlar. Eşyalarımızı da ya arabada ya da AVM'nin içindeki marketten alabileceğimiz bir alışveriş arabasında tutabilir ve istediğimiz gibi içeride gezebiliriz. Zaten aradığımız, arayabileceğimiz her türlü mağaza da içeride var. Dışarıda olup da orada olmayan bir yer olmadığı için zaten dışarı çıkmaya da gerek kalmıyor böylelikle. Yani neymiş: AVM'ler gerçekten de çok hayati görev üstleniyor hayatımızda.

Kıştan sonra ilkbahar gelecek ve yine yağmurlar başlayacak. Nispeten daha sıcak olacak olmasına rağmen hava, yine de kıyafetlerimizin ıslanmasını istemeyeceğimiz için AVM'ler can simidi gibi yardımımıza yetişecekler. Ondan sonra peki? Ondan sonrası eskisi gibi devam.

Sanırım birkaç sene önceydi, pet şişelerde satılan suyla ilgili bir yazı okumuştum. Pet şişelerde satılan suyun temiz olduğu, fakat bu suyun satılabilmesi için pet şişe içine konması gerektiği, bu pet şişelerin tek kullanımlık üretildiği ve bu üretim için ciddi büyük plastik fabrikalarının kurulması gerektiği, bu fabrikaların atıklarının çevreyi kirlettiği gibi su kaynaklarına da doğrudan zarar verdiği, bu pet şişelerin yakılmasıyla ortaya çıkan gazın çevredeki yeşile zarar verdiği ve kimi yerde yok ettiği, ve bütün bunların bir döngü halinde kendini tekrar ettiğiyle ilgiliydi. Yani geriden gidersek, çeşmelerimizde temiz, içilebilir su akarsa pet şişede su almak zorunda kalmayız. Pet şişe su almak zorunda kalmazsak, pet şişeler üretilmez. Tek kullanımlık pet şişeler üretilmezse çevre bundan zarar görmez. Çevre zarar görmezse ve o plastik üretim tesisleri kurulmazsa en önemlisi su kaynaklarımız temiz kalır. Çok basit bir döngü yani.

AVM'ler hayatımızda çok önemli. Çünkü onların gelişiyle, yeşil hemen her türlü alan imara açılıp betonlaşmanın gitgide artmasıyla, binaların o bölgedeki yolların kaldırabileceğinden daha yüksek ve daha yoğun yerleşime yönelik yapılmasıyla birlikte buralardaki araç yoğunluğu da artıyor doğal olarak. Bu da özellikle bu bölgelerde havanın daha da ısınmasına neden oluyor. Varolan çok kısıtlı yeşil de yok oluyor bu yüzden. Sonuç ise pet şişe döngüsündeki durum. Aslında AVM'ler olmasaydı, bizim havamız da bu kadar ısınmayacaktı. Havamız bu kadar ısınmasa biz de AVM'lere ihtiyaç duymayacaktık. Farklı değişkenler de var tabii ki bu denklemin içinde. Anlattığım kadar basit değil hiçbir şey. Fakat temel anlamda olay bu şekilde özetlenebilir.

Hangi memlekette olduğunu bilmiyorum ama bir yerde insanlar pek AVM'ye gitmeyince, bir süre sonra bu AVM'ler otoparklara dönüşmüş sadece ve kente ciddi anlamda faydalı olmuş. Benim de umudum biraz daha o yönde. Otoparka dönüşen AVM'lerin olduğu bir İstanbul.. Ne dersiniz? :)

Haydi Gel Başını Bağlayalım - Bir Ortodoks Düğünü

"Senin başını bağlamamız lazım!"

Özellikle Anadolu'daki gençlerin birçoğu duyar bunu askerlik dönüşü. Başını bağlamak lazımdır gencin. Çünkü artık askerlik de yaptığı için erkek olmuştur. Bundan sonra çok da serbest bırakmamak, bir an evvel başını bağlamak lazımdır. Yani nişanlamak, hemencecik de evlendirmek sonrasında.

Geçen Pazar günü Balat gezisi yapmıştık arkadaşlarla. Daha önce çok ufak bir kısmına gitmiş ancak büyük kısmını görmemiştim. Bu sefer biraz daha detaylı bir gezi oldu. Neler kaçırdığımı gördüm. Bir daha gitmem gerektiğini, hatta yakın bir zamanda gitmem gerektiğini öğrendim böylece. Gezimizin sonlarına doğru Fener Rum Partikhanesi Aya Yorgi Kilisesi'ne gittik. Oraya bizden biraz önce giden arkadaşlar 17.30'da düğün olacağını öğrenmişler ve bizim için de davet almışlar. İlk defa bir ortodoks düğünü görecektim. Çok sevindim bu habere. Düğün başlamadan önce oradaydık. Biraz sonra da düğün başladı.

Önce gelin babası ve bir başka erkeğin kollarına girmiş halde kilisenin girişine doğru ilerledi. Damat anne-babası ile birlikte zaten kilisenin girişinde bekliyordu. Orada gelin damadın koluna girdi ve içeri girildi. Seremoniyi çok da detaylı anlayamadım çünkü misafir olarak düğünü en arkada izliyorduk. Bir ara beyaz tülle bağlı iki halkayı patrik gelin ve damadın başlarının üstüne koydu. Bizdeki kırmızı kurdela ile bağlı yüzükler misali denebilir.

Bu kısım özellikle beni şaşırtmıştı. Sonradan bir arkadaşımla konuşunca "İşte başlarını bağlıyorlar." dedi. "Başını bağlamak" deyimi biraz daha yerini buldu bu yorumdan sonra. Gerçekten de, ufak bir araştırmayla, bu "Taçlanma" seremonisinin Ortodoks düğünlerinde oldukça önemli bir yere sahip olduğunu okudum. Meğerse bu "Taçlanma" ya da benim oradan anladığım "Başını bağlamak" aslında evlilikte bir ölçüde özellikle de verme-alma konusunda fedakarlık olduğunu belirtiyormuş. Aynı zamanda bu gelin ve damadın kendi krallıklarının/ailelerinin kral ve kraliçeleri olduğunu da simgeliyormuş. Tanrının krallığının altındaki kendi krallıklarının bir anlamda da."Taçlanma" sonrasında patrik yeni evli çifti kutsal masanın etrafında başlarında taçlarıyla üç defa yürütüyor. Bunun sonrasında da son kutsanma ile birlikte tören tamamlanıyor. Böylece yeni çiftimizin "başı bağlanmış" oluyor sanırım..

Dilimizde birçok deyim var kökenini, nereden geldiğini bilmediğimiz. Başını bağlamak deyiminin gerçek kökeni bu olabilir de olmayabilir de ama bu gibi konular bence fazlasıyla araştırmaya değer. Çünkü kültür dediğimiz hep bu gibi bilgilerde gizli.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Sabır ve Sabırsızlık Üzerine

Sabır bir insanın sahip olabileceği en büyük erdemlerden biridir sanırım.. Kolay değildir çünkü sabırlı olmak, sabretmek. İstediğimiz şeyin olmasını, hele de çok, çook fazla istiyorsak, daha da zordur. Beklemek. Her geçen saat, dakika, hatta saniye bile bir asır gibi gelebilir kimi zaman. Einstein'in zamanın izafi oluşuyla ilgili söylediği de bu biraz.

Bana biraz daha yemeğin hızlanmasıyla başladı gibi geliyor tüm bunlar. Aslında tamamı bir süreç içinde ilerler, değişir, gelişir. Her zaman iyiye doğru olması gerekli değil tabii.. Yemek, biraz daha MacDonald's'ın üretimini hızlandırmasıyla, birkaç saniyede bir hamburger üretmesiyle daha kolay üretilebilir oldu. Hatta adına da 'fast food' dendi, yani hızlı yemek.

Sonra ne oldu? Bu hızlanan yemek üretimi yemek yeme süremizi de hızlandırdı. İşlenmiş gıda daha az çiğnenmeye ihtiyaç duyuyor çünkü. Hızlı gıda. Kıyafet peki? Eskiden sipariş verilir, ona göre diktiririlirdi kıyafetler. Bu da zaman ve para demekti. Bu işi hızlandırmaya cevap da hazır giyim oldu tabii ki.

Diğer sektörler de peşi sıra takip etti. Bir de baktık hayatın diğer alanları hızlandı. Otomobiller mesela, daha hızlı daha güçlü oldu zaman içinde. Peki sonra, diğer alanlar. Hayatın tüm alanları.

Bir filmde görmüştüm, ölülerin ruhları insanlar arasında dolaşıyordu. Bir ölü diğerine soruyor, 'Birinin ölü ya da diri olduğunu nasıl anlıyorsun?', diye. Cevap çok ilginç: 'Diriler hep bir acele içindedir. Ölüler değil.' Çünkü ölülerin acele etmeleri gereken birşey yok ki!

Hayat böylesine evrilirken, herşey hızlanırken biz de birşeyi kaybettik: Sabrımızı kaybettik. Yemeğin hızlı olmasını bekliyoruz. Bir iki dakikalık gecikmeye bile çoğu zaman tahammülümüz yok. Hemen başlıyor şikayet etmeler. Yolda giderken birilerine çarpma, onların konfor alanına girip onları rahatsız etme pahasına yapıyoruz bunu bir de. Yetişmemiz gerekiyor çünkü bir yerlere. Yolda giderken geçen zaman bize çok geliyor. Hemen geçsin istiyoruz yol. Varacağımız yere varalım istiyoruz. Bir an evvel hem de. Tahammül yok. Beklemememiz gerekiyor. Önemli işlerimiz var çünkü. Hiç kimseyi, hiç bir şeyi bekleyemeyen işler hem de.

İşyerinde çalışırken sürekli birşeyler istenir bizden. Hepsinin de acelesi vardır. Hepsinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordur. Bu arada esnememize bile tahammülü olmaz müdürümüzün. Anlatmaya çalışırsınız, anlamazlar. Ondan sonra sabah mesai başladığında insanlar günün bitmesini beklerler. Akşam evde geçireceği birkaç saat için on saat işyerinde geçirdiğinin farkında olmadan hem de. Giden günün kendi hayatımızdan gittiğinin farkında olmadan..

Film izleriz, çabuk bitmesini bekleriz. Çabuk bitsin de diğer şeylere yetişelim. Yemek çabuk bitsin de gidelim. Tiyatroya gideriz. Bitmesini isteriz çabucak ki gidip birşeyler içelim. Orada da yine zamanın çabuk geçmesini bekleriz. Güzel bir yazı okuruz. Uzun gelir, yarısında bırakırız. Sonuna kadar okumaya zamanımız yoktur çünkü. Bir kitap okuruz. Okuyamayız. Sıkılırız. Hareketli ve müthiş sürükleyici değilse o kitabın edebi değerinin hiçbir kıymeti yoktur. Baştan sonra okumak için gereken sabrımız yoktur çünkü. Sonra başlar baştan almalar..

Bir ilişki yaşarız. Tüm aşamaların çabucak olup bitmesini bekleriz. Herşeyi bir anda yaşamayı. Mutlu olmayı. Sonra ise, herşeyi tükettikten sonra, sıkılıp ayrılır ve yeni birini alırız hayatımıza. Bazı konularda sorunlar yaşarız ilişkimizde. Bunların çözümünü karşı taraftan talep ederiz ama hemen olmasını bekleriz bu çözümlerin. Gecikmesine tahammülümüz yoktur. Ya hemen olmalıdır, ya da ayrılıp kendi yolumuza bakmalıyızdır. Gecikmeye tahammülümüz yoktur.

Metroda yürürüz. Yanımızda sokak müzisyenleri müzik yapar. Çok da güzel çalıp söylüyorlardır. Durup orada, en azından birkaç dakika, dinlemek yerine onları, yürüyüp geçeriz yanlarından. Birkaç saniyesini dinleyerek o güzel müziğin. Vicdanımızı rahatlatmak amaçlı olarak da birkaç lira bırakırız önlerine müzisyenlerin. Oradaki müzisyenlerin biraz para kazanmanın dışında müziklerinin dinlenmesini beklemeleri umrumuzda değildir. Acelemiz vardır ve gitmemiz gerekmektedir. Geç kalıyoruzdur çünkü.

Hastalanırız. Doktora gideriz. Doktor stresten uzak durmamızı önerir. Çünkü hastalığınızın nedenidir stres. Doktor konuşurken bile bitirsin de gidelim diye düşünürüz. Zaman kaybediyoruzdur orada. Sağlığımız gider ama umrumuzda olan bu değildir. 

Sonra?.. Sonra da bir de bakarız hayatımızın sonuna gelmişiz. 'Keşke'lerden keşke beğen o zaman.

8 Ağustos 2014 Cuma

Beklentiler ve Hayatın Gerçekleri

Beklentiler..

Çok beklentimiz var hayattan.

Mesela daha bebekken bile başlarız beklemeye. Annemizden ağladığımızda ne istediğimizi anlamasını bekleriz.

Çocukken huysuzluk yaptığımızda nedenini söylemeyiz de bulmalarını bekleriz büyüklerimizin huysuzluğumuzun nedenini. Nasıl bilemezler ki ne istediğimizi? Halbuki çok basit. Başka bir şey olamaz ki. Kendi kafamızın içinde geçen düşüncelerin çok kolay anlaşılır olduğunu düşünür, bu yüzden onu açıklama ihtiyacı hissetmez, doğrudan anlaşılmayı bekleriz.

Biraz daha büyürüz. Bisiklet isteriz. Ama bunu söylemeyiz. Herkesin bisikleti var ya, alınsın diye bekleriz. Akıl etsin babamız bize bisiklet almayı. Bu kadar basit birşey de söylenmez ki. Babamızın aklına hakarettir bundan bahsetmek bile. Anlıyordur o zaten. Alacaktır. Alma geciktikçe biz sadece biraz daha huysuzluk yaparak anlamasını bekleriz. Annemize söyleriz de babamıza söylemeyiz, söyleyemeyiz. Annemizin söylemesini bekleriz. Yani ilk aracı kullanmamız başlamıştır. İsteklerimizi doğrudan değil, aracı kullanarak söyleriz kimi zaman. Bunu bazen nasıl hissettimizi söylemesi için bile yaparız.

Toplumdan topluma değişmekle birlikte beklentiler konusunda erkekler biraz daha basit yaratıklar olduğundan ne bekledikleri daha nettir. Kadınların ise pek çok beklentisi olabilir. Bunları erkeğin anlamasını beklerler. Mesela birinden hoşlandıklarında, onun bunu anlamasını beklerler. Hareketlerinin herşeyi anlattığını düşünürler. Ama karşısındaki anlamıyordur onu. Hiç kimse anlamıyordur hatta. Ondan sonra kurmaya başlar kafasında. 'Acaba!', 'Başkası mı var?' gibi gibi.. Bekler, ama gereğini yapma, yani beklentisini karşısındakine doğrudan anlatma ihtiyacı hissetmez. Bekler sadece ve diğerinin kendisini kaybettiğini düşünür.

Yabancı bir ülkeye gideriz. Orada herşeyin mükemmel olmasını bekleriz. Cüzdanımıza sahip çıkmak yerine başkasının çalmamasını bekleriz. Gideceğimiz yere nasıl gitmemiz gerektiğini öğrenmek, orasıyla ilgili gitmeden araştırma yapmak yerine oradakilerin bize anlatmasını bekleriz. On kişilik, elli kişilik, yüz, hatta bin kişilik organizasyonda herşeyin mükemmel olmasını bekleriz.. Otobüsün zamanında kalkmasını, trafiğin olmamasını, biz gittiğimizde havanın mükemmel olmasını, orada hayatın akışını durdurarak bizim etrafımızda akmasını bekleriz. Uzun süre yurtdışında yaşadıktan sonra döndüğümüzde eski çevremizin, şehrimizin, ailemizin hep aynı kalmasını bekleriz. Bizim gidip gelmemiz arasında geçen sürede herşey olduğu gibi kalmalı, değişmemeli. Bunu bekleriz.

Yollar bozuktur. Belediyenin gelip yolları yapmasını bekleriz. Kaldırıma araç park etmiştir, yürüyemeyiz, trafik polisinin gelerek o aracı çekmesini bekleriz. Kırmızı ışıkta araç geçer, birinin onu yakalayıp ceza vermesini bekleriz. Otobüste biri yüksek sesle konuşur, birinin ona daha düşük sesle konuşmasını söylemesini bekleriz. Politikacılar, temsilcilerimiz, rüşvet yer, yolsuzluk yaparlar, biz yapmamalarını bekleriz.

Çok güzel ya da çok yakışıklıyızdır, ya da öyle zannederiz, erkeklerin veya kızların etrafımızda dolanmasını bekleriz. 'Bizi haketmelerini' bekleriz. Ne de olsa mükemmelizdir ya, 'Bizden daha iyisini mi bulacaklar?' diye düşünüp gidenin gitmesini engellemeye, kal demek yerine onun kaybedeceğini düşünerek kendimizi avuturuz kimi zaman.. Birbirimizi de bu konuda gaza getirmeyi iyi biliriz.

Bazen öyle abartırız ki beklemeyi, bırakın etrafımızdakileri, dünyanın bizim etrafımızda dönmesini bekleriz. Dünyanın merkezi olmayı yani, bekleriz.

Bu gibi  beklentilerimizin büyük bir kısmı gerçekleşmez. Devlet bilmez beklentimizi. Polis, savcı, avukat bilmez. Annemiz, babamız da bilmez. Sevgilimiz, dostumuz, arkadaşımız, kardeşimiz bile bilmez. Gittiğimiz yabancı ülkedeki insanlar da bilmez. Kimse bilmez ne istediğimizi, ne beklediğimizi biz söylemez, talep etmezsek. Ki söylesek ve talep etsek bile her istediğimiz olmaz. Kimi zaman olamaz. Biz beklemeye devam ederiz çoğu zaman..

Sonrası peki? Sonrası, yani beklentilerimiz gerçekleşmediği zaman, hayal kırıklığı. Hem de bir iki kere değil. Defalarca. Onlarca, yüzlerce hayal kırıklığı..

Bu arada kendimizden de bekleriz kimi zaman. Mükemmel olmayı bekleriz. Hata yaptığımızda bunun bizim hatamız olmadığını anlamalarını bekleriz. Halbuki kimse mükemmel olmadığı gibi biz de mükemmel değiliz. Olmadığımızı anlayınca en büyük hayal kırıklığı da kendimize karşı olur.

Peki ne yapmak lazım hayal kırıklığına uğramamak için? Çözüm çok basit: Beklememek lazım. Kendi dışımızdaki olguların, kişilerin, organizasyonların mükemmel olmalarını beklemek yerine kendimize odaklanıp yapabileceğimiz dışındaki şeylerden, kişilerden birşey beklememek lazım. Beklemediğimizde çok basit birşey olur: Mutlu oluruz! Çünkü biz birşeyi beklemeden o şey gerçekleşmiştir. Kötü olursa zaten beklemediğimiz için negatif etkisi olmaz, ya da çok az olur. İyi olursa da zaten beklentimiz olmadığından seviniriz. Mutlu oluruz. Bu kadar basittir aslında.. Hayat mükemmel değildir.. Bizim anladığımız anlamda yani.. Diğer bir çözüm de gereğini yapmak ama o başka bir yazının konusu :)