Biraz önce bi arkadaşım aradı. Ortak arkadaşımız olan Mehmet facebook'taki hesabına intiharına dair bir video bırakmış. Gerçek mi, değil mi bilmiyordu. Bana sorunca ben daha görmediğim için birşey diyemedim. Son birkaç gündür sabahları ilk baktığım şey olmaması için facebook'un, açmıyordum hemen. Girdim hemen hesabıma ve baktım videoya ve altındaki yorumlara. Oturduğu evi bulmasına yardımcı olan arkadaşı eve doğru gittiğini söylüyordu. Ama öncesinden ev sahibi gitmiş ve 'Malesef' diye yazmıştı. Beni arayan arkadaşım bir daha aradı. Gerçekmiş!
Ölüm. Çok gerçek. Belki de yaşayıp yaşayabileceğimiz en gerçek şey. Tek seferlik. İkincisi yok. Her an yanımızda. Her an aramızda. En mutlu olanı da alıyor, en mutsuzu da. En sağlıklı görüneni de alıyor. En sağlıksız ve hastayı da. Ayrım yapmıyor aralarından. Herkes eşit ölümün gözünden.
Mutsuz bir insanı nasıl anlarsınız?
Sürekli gülen, neşeli ve eğlenceli bir insanın intihara meyilli olduğunu, olabileceğini anlayabilir misiniz?
Ya da sürekli mutsuz, üzüntülü, depresif, negatif birinin yüz yaşına kadar yaşayabileceğini, intiharı hiçbir şekilde hayatında düşünmediğini, düşünmeyeceğini tasavvur edebilir misiniz?
Yıldız'da okurken, bir keresinde, A Blok kantinine çay almaya giderken bölümden Ali diye bir arkadaşıma denk geldim. Hemen gülerek selamlaştım. Bana şöyle demişti:
- Azem, seni her gördüğümde mutlu oluyorum. Canım sıkkın da olsa, üzülmüş de olsam, çok mutsuz da olsam senin o gülen yüzünü görünce mutlu oluyorum nedenini anlamadan.
Ben de:
- Çok sağol Ali, demiştim. Sen ve senin gibi arkadaşlar sayesinde ben de mutlu oluyorum.
Birkaç adım sonrasında ise kafamda bambaşka şeyler geçiyordu. "Bir bilsen içimde neler olup bittiğini" diye düşündüm. "Bir bilsen içimde ne fırtınalar koptuğunu. Aslında her zaman göründüğüm kadar mutlu olmayabildiğimi." diye geçirdim aklımdan.
İnsan dışarıya gülerken, kendi dışındaki insanları mutlu ederken birşeyi atlayabiliyor. Kendisini mutlu etmeyi. "Azem, önce sen mutlu olacaksın ki başkalarını da mutlu edebilesin. Sen mutlu olmazsan başkasını nasıl mutlu edebilirsin ki?" demişti Neşe bundan 11 sene önce. Çok ağır bir ayrılık sonrasında hayatımda ilk kez yaşadığım depresyon döneminde demişti bunu bana. Hep kendimden önce O'nu düşünmüştüm. Neşe'nin bu sözünden sonra anlamıştım, aslında önce kendim mutlu olmam gerektiğini. Sen mutlu olmazsan, başkasını nasıl mutlu edesin?
Biraz bencil gelebilir bu yaklaşım ama gerçekten de öyle. Bir de duyguları yaşamak denen şey var. Hayat bir sinüs eğrisidir demiştim bir zamanlar. Elektrikte de alternatif akımı doğru akıma çevirirken kırpıcılar kullanırız. Böylece en tepe ve en dip noktalar törpülenir ve ne çok aşırı sevinçli ne de çok aşırı üzüntülü olursunuz. Hep dengeli gidersiniz. Halbuki hayat öyle birşey değil ki. Hayatta dip de var zirve de. Sürekli de bu ikisinin arasında gidip gelir insanoğlu. Dibi göremeden, orada gereken enerjiyi toplayamadan, çıkamaz ki insan zirveye!
Ben de çok iyi sayılmam duygularımı paylaşma konusunda. Çok nadir insanla paylaşırım. Bu biraz da insanın yapısıyla alakalı sanırım. Bilmiyorum..
Victor Hugo'nun bir kitabı vardır: Bir İdam Mahkumunun Son Günü, diye. Hikaye idam cezasına çarptırılmış bir mahkumun son günlerini, içinde bulunduğu ruhsal durumu suçuna dair pek de bilgi vermeden anlatıyor. Okuduğumda müthiş etkilemişti beni. Öleceğini bilen bir insanın içinden geçenler. Yaşadıkları. Korkuları. Düşünceleri. Öyle etkileyici şekilde vermişti ki bunları, idam cezasına bir kere daha karşı olmuştum, "devlet adam öldürmez, öldüremez" mantığıyla. İdam olacak olmak, öleceğini bilmek, başkasının elinden, başka birşey. Fakat insanın kendi hayatını sonlandırması bambaşka birşey.
Bir anda aklımdan geçti, ben bir şekilde "Son anlarımı yaşıyor olsaydım ne yapardım?" diye. Pişmanlıklarım neler olurdu acaba? Pişmanlık duyacağım şeyler yaptığım değil yapmadığım şeyler olurdu sanırım. Yapmak isteyip de yapmadığım, yapamadığım şeyler hakkında pişmanlık duyardım herhalde.
Kuzey ülkelerinde intihar oranları dünyanın diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Bu biraz da hayatının düzeninin tam olması, sorun olmamasıyla alakalı gibi. Tekdüze hayat yani. Dün yazmıştım, düzenin olduğu, işten çıktığımda eve saat tam kaçta varacağımı bildiğim bir yerde yaşamak hakkında. Gitmek isteğim hakkında. ABD'de insanlar da şirket gibi görülüyor. İflas verebiliyor insanlar. Ve böylece hayatlarına sıfırdan tekrar başlayabiliyorlar. İnsan, bence, mutsuz olduğu, sorunlar yaşadığı yerde çok durmamalı. Öncelikle kendi, sonra da çevresindekilerin iyiliği için bu. Gitmeli başka bir yere. Aynı ülke içinde olabilir de olmayabilir de. Maksat gitmek başka bir yerlere. Ve yeniden, sıfırdan yeni bir hayat kurmak. Yeniden doğmuş gibi. Tek farkı belli bir mesleğinin, yeteneğinin olması. Gerçi aynı işi de yapmak gerekmiyor o kadar da. Bir şekilde hayatını sürdürebilme şansının olması yeterli. Bunu Mehmet için söylemiyorum. Genel anlamda söylüyorum. Bırakıp gitmeli. Sıfırdan tekrar başlamalı hayatına. Başlamalı!
Dört gün sonra doğumgünüymüş. Benden bir gün önce. Belki de yeni yaşına girmeyi beklemeyecek kadar acelesi vardı. Yolun açık olsun Mehmet...
Ölüm. Çok gerçek. Belki de yaşayıp yaşayabileceğimiz en gerçek şey. Tek seferlik. İkincisi yok. Her an yanımızda. Her an aramızda. En mutlu olanı da alıyor, en mutsuzu da. En sağlıklı görüneni de alıyor. En sağlıksız ve hastayı da. Ayrım yapmıyor aralarından. Herkes eşit ölümün gözünden.
Mutsuz bir insanı nasıl anlarsınız?
Sürekli gülen, neşeli ve eğlenceli bir insanın intihara meyilli olduğunu, olabileceğini anlayabilir misiniz?
Ya da sürekli mutsuz, üzüntülü, depresif, negatif birinin yüz yaşına kadar yaşayabileceğini, intiharı hiçbir şekilde hayatında düşünmediğini, düşünmeyeceğini tasavvur edebilir misiniz?
Yıldız'da okurken, bir keresinde, A Blok kantinine çay almaya giderken bölümden Ali diye bir arkadaşıma denk geldim. Hemen gülerek selamlaştım. Bana şöyle demişti:
- Azem, seni her gördüğümde mutlu oluyorum. Canım sıkkın da olsa, üzülmüş de olsam, çok mutsuz da olsam senin o gülen yüzünü görünce mutlu oluyorum nedenini anlamadan.
Ben de:
- Çok sağol Ali, demiştim. Sen ve senin gibi arkadaşlar sayesinde ben de mutlu oluyorum.
Birkaç adım sonrasında ise kafamda bambaşka şeyler geçiyordu. "Bir bilsen içimde neler olup bittiğini" diye düşündüm. "Bir bilsen içimde ne fırtınalar koptuğunu. Aslında her zaman göründüğüm kadar mutlu olmayabildiğimi." diye geçirdim aklımdan.
İnsan dışarıya gülerken, kendi dışındaki insanları mutlu ederken birşeyi atlayabiliyor. Kendisini mutlu etmeyi. "Azem, önce sen mutlu olacaksın ki başkalarını da mutlu edebilesin. Sen mutlu olmazsan başkasını nasıl mutlu edebilirsin ki?" demişti Neşe bundan 11 sene önce. Çok ağır bir ayrılık sonrasında hayatımda ilk kez yaşadığım depresyon döneminde demişti bunu bana. Hep kendimden önce O'nu düşünmüştüm. Neşe'nin bu sözünden sonra anlamıştım, aslında önce kendim mutlu olmam gerektiğini. Sen mutlu olmazsan, başkasını nasıl mutlu edesin?
Biraz bencil gelebilir bu yaklaşım ama gerçekten de öyle. Bir de duyguları yaşamak denen şey var. Hayat bir sinüs eğrisidir demiştim bir zamanlar. Elektrikte de alternatif akımı doğru akıma çevirirken kırpıcılar kullanırız. Böylece en tepe ve en dip noktalar törpülenir ve ne çok aşırı sevinçli ne de çok aşırı üzüntülü olursunuz. Hep dengeli gidersiniz. Halbuki hayat öyle birşey değil ki. Hayatta dip de var zirve de. Sürekli de bu ikisinin arasında gidip gelir insanoğlu. Dibi göremeden, orada gereken enerjiyi toplayamadan, çıkamaz ki insan zirveye!
Ben de çok iyi sayılmam duygularımı paylaşma konusunda. Çok nadir insanla paylaşırım. Bu biraz da insanın yapısıyla alakalı sanırım. Bilmiyorum..
Victor Hugo'nun bir kitabı vardır: Bir İdam Mahkumunun Son Günü, diye. Hikaye idam cezasına çarptırılmış bir mahkumun son günlerini, içinde bulunduğu ruhsal durumu suçuna dair pek de bilgi vermeden anlatıyor. Okuduğumda müthiş etkilemişti beni. Öleceğini bilen bir insanın içinden geçenler. Yaşadıkları. Korkuları. Düşünceleri. Öyle etkileyici şekilde vermişti ki bunları, idam cezasına bir kere daha karşı olmuştum, "devlet adam öldürmez, öldüremez" mantığıyla. İdam olacak olmak, öleceğini bilmek, başkasının elinden, başka birşey. Fakat insanın kendi hayatını sonlandırması bambaşka birşey.
Bir anda aklımdan geçti, ben bir şekilde "Son anlarımı yaşıyor olsaydım ne yapardım?" diye. Pişmanlıklarım neler olurdu acaba? Pişmanlık duyacağım şeyler yaptığım değil yapmadığım şeyler olurdu sanırım. Yapmak isteyip de yapmadığım, yapamadığım şeyler hakkında pişmanlık duyardım herhalde.
Kuzey ülkelerinde intihar oranları dünyanın diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Bu biraz da hayatının düzeninin tam olması, sorun olmamasıyla alakalı gibi. Tekdüze hayat yani. Dün yazmıştım, düzenin olduğu, işten çıktığımda eve saat tam kaçta varacağımı bildiğim bir yerde yaşamak hakkında. Gitmek isteğim hakkında. ABD'de insanlar da şirket gibi görülüyor. İflas verebiliyor insanlar. Ve böylece hayatlarına sıfırdan tekrar başlayabiliyorlar. İnsan, bence, mutsuz olduğu, sorunlar yaşadığı yerde çok durmamalı. Öncelikle kendi, sonra da çevresindekilerin iyiliği için bu. Gitmeli başka bir yere. Aynı ülke içinde olabilir de olmayabilir de. Maksat gitmek başka bir yerlere. Ve yeniden, sıfırdan yeni bir hayat kurmak. Yeniden doğmuş gibi. Tek farkı belli bir mesleğinin, yeteneğinin olması. Gerçi aynı işi de yapmak gerekmiyor o kadar da. Bir şekilde hayatını sürdürebilme şansının olması yeterli. Bunu Mehmet için söylemiyorum. Genel anlamda söylüyorum. Bırakıp gitmeli. Sıfırdan tekrar başlamalı hayatına. Başlamalı!
Dört gün sonra doğumgünüymüş. Benden bir gün önce. Belki de yeni yaşına girmeyi beklemeyecek kadar acelesi vardı. Yolun açık olsun Mehmet...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder