5 Mart 2014 Çarşamba

Tangoya Başlangıcım

Senelerden bir sene..

Salsa dersine gitmiştim. Dersin bitiminde normalde yapmadığım birşeyi yaptım, biraz daha kaldım. Bir bira içip oturdum barda. Bar ile sahne mekanın ortasında arka arkaya duruyordu. Pist de sahnenin önündeydi.

Yarım saat kadar sonra bir de baktım ders yaptığımız yerde yeni bir grup toplanmıştı. Ben de o tarafa döndüm içkimi alarak. Sonraki bir saat boyunca tango dersi olduğunu öğrendim. Kafamda başlama planı vardı ama yakın bir gelecekte değil. İzledim dersin tamamını. Sonradan öğrendiğim kadarıyla başlangıç denebilecek seviyede öğreniyorlardı. Eğitmen Avrupalı olduğunu tahmin ettiğim güzel bir kadındı. Kıyafeti ise daha çok İspanyollar gibi gelmişti o anda bana.

Ders başladı ve bir saat kadar devam etti. Sonradan çok düşündüm o anda derse başlamalı mıydım diye. Tabii haberim olmadığından başlamamıştım. Meğerse her derse yeni insanlar da katılabildiği için sürekli başlangıç hareketlerini, yürüme, dönüşler ve pivotları öğretiyorlarmış. Sonradan öğrendim tüm bunları.

Ders bitiminde biraz daha kalıp derse katılanlarla ve eğitmenle konuşmak istiyordum. Sonlara doğru, adının Richard Garcia olduğunu öğrendiğim ve sonradan benim ilk tango hocam olacak kişi geldi. Ders bittikten sonra ışıklar kısıldı. İçerisi oldukça loş bir ışık altındaydı. Müziğin hangisi olduğunu hatırlamıyorum ne yazık ki. Hatırladığım çok yavaş ve sakin bir tango parçasının çaldığıydı. Richard görüntü itibariyle tam bir tango erkeğiydi. Dik duruşu, bakışları, belden hafif geniş gibi ama paçaları nispeten dar sayılabilecek kumaş pantalonu ve dar gömleğiyle, kadını kollarında sarması ve hareketleri ile tam bir tango erkeği görüntüsü veriyordu.

Adını bilmediğim kadın ise ilk bakışta biraz daha flamenko yapan kadınlar gibi giyinmişti. Tek farkı eteğinin nispeten sade sayılabilecek hafif desenleriydi. Eteği ayak bileği seviyesinde ve oldukça genişti. Üstünde ise siyah renkli rahat bir bluz vardı. Saçları upuzun ve çok güzel olmasına rağmen arkada toplanmıştı. Ders sırasında ayaklarının görünmesi için sık sık eteğini kaldırıyordu diz seviyesine kadar. Görüntü itibariyle oldukça etkileyiciydi yani..

Ve dans başladı. Hepi topu bir şarkı. Işıklar loş, müzik yavaş, ritim yavaş, ortamda başka hiçbir ses yok. Kapalı tutuşta dans ettiler. Üst beden sürekli temas halinde yani. Kadının kafası hafif sola doğru dönük, biraz aşağı eğilmiş ve erkeğin kafasının yanındaydı. Bir şarkılık dans boyunca o gözler bir kere olsun açılmadı. Güven ve sorumluluk vardı işin içinde. Kendini tamamen erkeğin kollarına bırakmış, erkek nereye yönlendirse, nasıl enerjiler veriyorsa karşılık veriyordu. Zaten erkek de sert denebileceğik duruş ve bakışlarıyla 'Bu işi biliyorum ben' diyor gibiydi. Dans ettiler. Bir şarkı boyunca. Belkide ilk defa bir şarkının bitmesini istememiştim. Dans ediyorlardı. Danslarının içinde ne atma-tutmalar, ne abartı seviyede hızlı hareketler, ne de çok fazla figür vardı. Tek yaptıkları basit bir şekilde yürüyerek müziğe eşlik etmekti. Onu da mükemmel derecede güzel yaptılar. Müzik bazen biraz hızlanıyor, sonra tekrar yavaşlıyordu. Onlar ise müziğe kendilerini bırakmış, danslarına odaklanmışlardı. Birkaç yerde kapalı tutuştan ayrılıp tekrar birleştiler. Kadının gözleri bir an için olsa da açılmadı. Müziğin sonuna gelindiğinde ise erkek birkaç biraz gösterişli hareket yaparak pozlarını verip dansı bitirdi. Belki de şimdilerde her dansın sonunda poz vermeye çalışmamın arka planında da bu yatıyordur. Kim bilir?

Dans bitti. Ben ise halen daha etkisinden kurtulamamıştım. Müthiş derecede etkilemişti bu dans beni. Sonraki senelerde, şimdiye kadar, o kadar etkileyici bir dans daha izlemedim.

Dans sonunda gidip eğitmen kadınla konuştum ve her hafta Pazar günü o saatlerde yapıldığını öğrendim kursun. Sonraki birkaç hafta gitmeme rağmen bir türlü denk gelemedik. Hep bir aksilik çıkıyordu. Ya hastalanıyor, ya da başka bir işi çıkıyor ya da şehir dışında oluyordu. Bir hafta da benim işim çıkmış, o hafta ders olmuştu. Yalnız son ders. Yani oradan hiç ders almadım. Birkaç hafta sonra ise o gün orada gördüğüm Richard Garcia'dan ders almaya başlamıştım.




Tango - 2

Tango hayat gibidir aslında.
Nasıl hayatın ritmi içinde birşeyler yapmaya çalışırsın, tangoda da müziğin ritmi eşliğinde yaparsın aynı şeyleri...
Nasıl hayatın ritmi dışına çıkarsan işler karışabilirse tangoda da öyledir.
Dans ederken müziğin seni yönlendirmesine izin verirsin.
Bırakırsın müzik söylesin nasıl adım atacağını.
Nereye adım atacağını.
Adımının ne kadar uzun ya da ne kadar kısa olacağını.
Adımlar arasında uzun beklemelerin olacağını.
Ya da çok hızlı adımların birbirini takip edeceğini.
Bir hızlanıp bir yavaşlaman gerektiğini de müzik söyler.
Hepsi parçasıdır tangonun.
Birbirinin devamıdır hepsi.
İleri doğru bir adım atarsın.
Beklersin müziğin beklediği gibi.
Sonra ilerlersin.
Birden geri dönersin, müzik öyle demiştir çünkü.
Dönersin etrafında.
Hızlanırsın bir anda, herşeyi üst üste yapman gerekir.
Sonra daha da hızlanırsın.
Hızlanıp yavaşlarsın ara ara.
İşte o zaman müziğin, ritmin, tangonun tepe noktasıdır.
Tabii her tepenin olduğu gibi her hızlı ritmin de bir yavaşlaması, inişi vardır.
Yavaşlarsın, sakinleşirsin,
Sonra..
İyice yavaşlarsın.
Ve son pozunu vererek dansını bitirirsin..

26 Şubat 2014 Çarşamba

Mesafeler

Mesafeler, iki noktanın birbirinden uzaklığı yani.

Tabii ki bu sadece matematiksel bir ifadeyle sınırlandırılamayacak kadar geniş bir konu bu. Mesafeler, hayatımızda birçok alanda karşımıza çıkıyor. Seçeceğimiz işten tutun, çıkmayı düşündüğümüz/hoşlandığımız insanın oturduğu yere, bireysel ilişikilerden, insanların bize yaklaşabilecekleri miktara kadar hepsine mesafe diyoruz aslında.

Can Yücel demiş ya zamanında, 'En uzak mesafe, iki kafa arasındadır, birbirini anlamayan.'.
Biraz düşününce şairin haklılığı da ortaya çıkıyor aslında.

Bir yandan mecazi olarak kullanıyoruz. Diğer yandan gerçek.

Her anımız bir mesafeyi aşmak, aşabilmek için çabalamakla geçiyor.

(Devamı gelecek..)

Hayat

Hayat öyle birşey ki, bir an çok yoğun stres içinde birkaç saatte bir sene yaşlanırken diğer yandan sadece bir gülüş, bir bakış, ya da fiziksel olarak görmesek de bir sıcak söz, bir teşekkür, sadece teşekkür etmek için açılmış bir telefon ile bambaşka bir yöne dönebiliyor..

Bir an çok mutsuzsundur, bir an sonra dünyanın en mutlu insanı gibi hisserdersin..
Bir an streslisindir, bir an sonra dünyanın en rahat insanı oluverirsin..
Bir an ağlarsın, bir an sonra dünyanın en keyifli kahkahasını atarsın..
Hep o bir kişiyle alakalıdır bu..

Hayat mı?
O gerçekten çok güzell.. 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Hayat ve Hedefler

İnsanın hedefleri olmalı hayatta.
Hem de herkesin.
7'den 70'e herkesin.
7 yaşındaki için olmasa da 5 yaşındaki bir çocuk için mesela, etrafa ve üstüne sıçratmadan tuvalette işini görmek,  maharet ister. Bu hedefi olabilir ufacık çocuğun. Ya da 70 yaşındaki bir ortayaşlının.
Yabancı dil öğrenmek mesela. Hedef konabilir. En az 5 dili ana dilde konuşacağım. Bunu 30 yaşına kadar yapacağım.
Burada iki konu var. Biri hedefin ne olduğu. Yani ulaşılabilir, başarılabilir olması. Diğeri ise hedefi belli bir zaman içinde gerçekleştirmek. Koyduğun hedefe 5 değil de 20 sene içinde ulaşırsan bunda başarı var denemez. Ya da hedef koyup bunun için belli bir zaman dilimi öngörmezsek.
5 dil öğreneceğim. Ne zamana kadar? Ömrümün sonuna kadar. Bunu gerçekten de hedef olarak düşünebilir miyiz? Bana pek de mümkün gelmiyor. Hedefler koymalı. Ulaşılabilir ve gerçekleştirilebilir.
Bu dediklerim her ne kadar sayısal görünse de aslında değil. Bu hayatın gerçeği.
Hedefler aynı zamanda hayata anlam da katar. Amaç katar. Hani en bilinmez sorudur ya, hayatın anlamı. Bu hedefler hayatın anlamı olabilir. Hayatın anlamını bu hedeflerle belirleyebiliriz. Benim için dil öğrenmek, bir başkası için gezmek, daha bir başkası için de fotoğraf olabilir. Ya da daha da yaygın, ailemiz olabilir hayatın anlamı. Annem için mesela hedefi bizim hepimizi evlendirmek. En kısa zamanda. Bunun için de elinden geleni yapıyor.
Gezmek mesela. Bu yıl bitinceye kadar 5 yeni ülkeye gitmek. Bu bir hedeftir. Hem de gayet elle tutulur ve gerçekçi bir hedef. Tek yapmam gereken yıl sonuna kadar 5 yeni ülkeye gitmek. Bunun için programımı önceden organize edebilir ve bunu gerçekleştirebilirim.
Şimdiye kadar benim de hedefim var sanıyordum bu konuda. 100 ülkeye ve bunlardaki 1000 şehre gitmekti hedefim. Düşününce bunun çok da gerçekçi ve doğru bir hedef olmadığını anladım. Neden peki? Çünkü bir zaman sınırım yok. Bunu 3 senede de, 5 senede de 30 senede de gerçekleştirebilirim. Bana bağlı herşey. Fakat 2014 yılında 5 yeni ülkeye gideceğim dediğim zaman burada herşey var. Zaman sınırı da, belli bir hedef de. Herşey belli. Bana düşen bu hedefe nasıl ulaşabileceğimi organize etmek.

10 yıl içinde dünyaya barış getirme hedefi mesela, çok da mümkün değil. Nedeni ise savaşı oluşturan koşulların 10 senede ortadan kaldırılamayacağı. Bu sadece sebeplerle de alakalı değil. Sebep olması gerekmiyor bir ülkenin bir diğerine saldırması için.
Silahların %50 oranında azaltılması, 20 sene içinde, nispeten daha mümkün görünen bir hedef olabilir pekala.
Demem o ki, hedefler lazım. Dünya için de, kendimiz için de.


20 Ocak 2014 Pazartesi

Avrupalı mı yoksa Asyalı mı?

Sürekli Türkiye'deki mozaikten söz ediyoruz. Sonra İstanbul'dakinden.

İstanbul'un insanın da yerine göre çok değişken olduğunu hepimiz az çok biliyoruz. Yalnız geçenlerde farkettiğim bir durum bana bunun tahmin ettiğimden de daha uç noktada olduğunu gösterdi.

Bunu anlamak için metrodan çıkışı örnek verebiliriz. Taksim-Hacıosman metrosu için özellikle. Taksim durağında metrodan çıkacaksanız, insanlar daha siz çıkmadan girmeye çalışır. Hem de kabinin dolu olduğuna aldırış etmeden, siz çıkmadan içeri giremeyeceğini düşünmeden. (Tabii durakların Taksim'in yoğun insan trafiği düşünülmeden yapıldığını göz ardı etmemek lazım ama çok da ciddi bir değişken değil bu durum) Diğer yandan, hemen bir sonraki durak olan Osmanbey durağında, insanlar oldukça saygılı, çıkanların çıkmasını bekliyor. Sonra girmeye çalışıyor aracın içine.

Aralarında birkaç yüz metre var sadece ve insanlar bu kadar farklı.

Bu normal mi peki?

Sanki Osmanbey Avrupalı, Taksim Asyalı.

Bu aslında sadece ufak bir örnek. Sonraki duraklarda da benzeri farklılıklar göze çarpabiliyor. Kafama takılan ise insanların Taksim'den girince idleri, Osmanbey'den girince süperegoları tavan yapıyor.

Benzer örnekler çoğaltılabilir aslında. Yılbaşında Taksim kutlamaları ile Nişantaşı kutlamaları da farklı bir örnek.

En uç olarak gördüğüm örneklerden biri ise Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin durumu. Oradayken çevreye çok duyarlı, çöpünü hayatta yere atmayan, otoparka aracını park eden, yaya geçidinde her daim yayaya yol veren insan, daha sınırdan içeri girer girmez başlıyor bunların tam tersini yapmaya..

Soru şu: Bunları yapanlar hep aynı insansa, bu insanların bu kadar değişmesinin nedeni ne?

18 Ocak 2014 Cumartesi

Midnight in Paris Filmi..

Midnight in Paris, ya da Paris'te Geceyarısı..

Bir yandan günümüzde geçerken, diğer yandan geçmişe giden,
İnsanı sadece bir insana değil, bir şehre de aşık olabileceğini,
Aşkın farklı hallerinin olduğunu,
Her aşık hissettiğimizde aşık olmayabileceğimizi,
Bunun sadece bir yanılsamadan, kimyadan ya da cinsel tutkudan kaynaklanabileceğini,
İnsanın sadece gerçekten mutlu olduğu yerde yaşaması gerektiğini,
Hayatı paylaştığı kişinin, hayat görüşünü de belli ölçüde paylaştığı kişi olmasını, 
İnsanlar olarak kronik bir geçmişe özlem çektiğimizi,
Yeşil bir şehri,
Romantik bir şehri,
Sakin bir şehri, 
Geceleri bambaşka güzel olan bir şehri,
Bazı şehirlerin hele yağmurda daha bir güzelleşebileceğini, 
Sadece bazen değil, hayatı boyunca, insanın hayallerinin peşinden gitmesi gerektiğini,
Hayatın bazen insanlara farklı anlarda farklı şeyler sunabileceğini anlatan harikulade bir film..
Sıradan insanların hayatlarından bir perde belki de..