28 Haziran 2012 Perşembe

UConn'dan Notlar

Bu yaziyi Connecticut Universitesi'nin bunyesindeki otelden yaziyorum. Geleli 12 gun olmus bile. Eglenceli gecti aslinda bu 12 gun. Bir de mouse pad surekli engellemese beni yazarken harika olacak cidden.

Neyse, istedigim gibi yazamiyorum. Iyisi mi uyuyayim. Uyandiktan sonra daha duzgun yazarim.

Guzel geceler..

15 Haziran 2012 Cuma

İşyerinde Yaşananlar

Böylece bir yer daha bitti kafamda. Aslında ne umutlarla başlamıştım buraya. Hep böyle olmak zorunda mı? İnsanlar hep patrondan çok patronluk yapmak zorunda mı? Niye böyle oluyor?
Bugün İstanbul'daki son günüm. Yarın sabah erkenden New York'a uçmak üzere buradan ayrılıyorum. Bu projenin başvurusunu daha Şubat ayında yapmıştım. Taa Şubat ayında. Düşünsenize, 5 ay olmuş. Ve daha o zaman konuşmuşum şefimle, 3 hafta olmayacağımı. Nedense son güne gelince herkes bir başka alemde oluyor. Verilen sözler, konuşulan konular hep unutuluyor. İnsanların kafasında sadece gideceğin var. Şirket ne yapar sen gidersen? Telefon almak lazım oraya gidince. Ulaşması lazım insanların sana. Zor işler bunlar. Çok zor. İnsanın kendi işini yapması lazım. Kendi tatilini de seçmesinin ana yolu bu! Diğer türlü olmuyor bu işler. kendi tatilini seçemiyorsun. Aylar önceden konuşuyor haber veriyorsun. Son ana bırakmıyorsun hiçbir şeyi. Fakat son anda ne oluyorsa oluyor ve insanlar niye gidiyorsun diyor. 3 hafta uzun değil mi diyor. Ya da gelecek sene de olmasın böyle diyor. Sanki eğlenmeye gidiyorum 3 haftalığına? Ki eğlenmeye de gitsem kime ne? Benim zamanım, benim param, benim izinim.

Derdiniz ne be kardeşim?

Eğer bir yerde çalışıyorsam, zamanı geldiğinde izin de kullanmak en doğal hakkımdır. Yok bundan sonra iki hafta üstüste izin kullanmayacakmışım. Niye? Çünkü patron öyle istiyor. Çünkü sen gidersen müşterilere kimse cevap veremez. Sorunlar yaşıyoruz. Bir firma bu kadar mı aciz olur?

Gitmek lazım, yaşamak lazım, istediğin gibi gezebilmek lazım...

Patrondan daha çok patroncu olan yerde durmamak lazım. Ne kadar çok patron o kadar büyük problem. Bir yerde bir patron olur, bir sürü değil. İş hayatında en sevmediğim durumlara düştüm yine. Ne kadar çabalarsan çabala olmuyor. İnsanlara aylar öncesinden haber veriyorsun, olmuyor. Anlatıyorsun, söylüyorsun. Bak bu kadar kalacağım diyorsun. Yok, olmuyor kardeşim, olmuyor işte. Niye zorluyorsun ki? Anlamayan anlamıyor. Daha doğrusu anlamak istemeyen anlamıyor. İnsanlar böyle programlara katılabilmek için ne paralar akıtıyor. Nasıl çabalar sarfediyor. Para akıtarak bile yapamayanlar var. Ama o aşamaların hepsini geçmişsin, son aşamaya gelmişsin. Gerçi ne son aşaması, herşey tamam. Bir gitmek kalmış. Onda da gidemiyorsun. Niye? Çünkü insanlar senin ne dediğin dinlememiş ki. Dinlemeyince ne oluyor peki? Böyle son an golleri atılıyor işte.

Bu saçmalıklar hep beni mi bulmak zorunda? Nereye kadar? Aslında belli nereye kadar olduğu. Kendi işimin patronu oluncaya kadar. Kendi işim. Ne yapacağım peki iş olarak? Asıl soru da orada ortaya çıkıyor.Yapılacak belli olduktan sonra nasılını ve ne olduğunu belirlemek o kadar da zor değil aslında.

Bunu bana yapmaya hakları yoktu. Beni son anda böyle germeye hakları yoktu. Hiç kimsenin hem de. Şimdi yukarı eski müdürümle de konuşmaya çıkıyorum. 

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tangoya Nasıl Başladım?

Ilk ne zaman başladığımı hatırlamıyorum tam olarak. Sanırım 2008 sonlarındaydık.. Yalnız Berna'nın sevdiğini ve yaptığını biliyordum. Başlamayı da düşünüyor olmama rağmen bir kursa gitmem biraz zaman aldı. Bir pazar akşamı Malecon'da 22.00'e kadar salsa dersinden sonra biraz daha kalmıştım. Hafta içi olduğundan normalde fazla kalmıyordum ders sonrasında. Fakat o gün bir değişiklik yapıp kaldım ve 22.30'da tango dersinin olduğunu öğrendim. Daha önce hiç o kadar kalmadığımdan bilmiyordum. Kimse de söylememişti. O gün tango dersini sonuna kadar izledim. Oldukça ilgimi çekmişti. 23.30'da bitti. Kız-erkek dengesi fena değildi birkaç erkek eksiği dışında. Yani o gün bile başlayabilirmişim meğerse, ama izlemekle yetinmiştim. Dersin bitiminde dersi veren kadın ile daha sonrasında ilk tango hocam olacak Richard Garcia bir şarkı tango yaptılar.

Kadın Kokusu adlı filmde Al Pacino'nun tango yaptığı sahneyi izledikten sonra tangoya başlayan ve bunu hayatının önemli bir yerine yerleştirenleri çok okumuştum ama benimki biraz daha farklı oldu.

Önce ışıklar kısıldı. Hafif bir tango çalmaya başladı. İkisi sahnenin tam ortasında, tangocuların "kapalı tutuş" dedikleri şekilde sarılarak durmuş, sanki müziğin biraz daha yerleşmesini, içlerine nüfuz etmesini bekliyor gibiydi. Daha sonra yavaş yavaş hareket ederek başladılar dans etmeye. O dans, çıplak gözle izlediğim ilk tango dansıydı. Müziğin yavaşlığından da kaynaklı, oldukça yavaş adımlarla, sahnede yürüyorlardı sanki. Kadın, uzun eteğinin de etkisiyle, sanki yürümüyor, yerde su misali akıyor gibiydi.. Dans sırasında gözlerini bir kere olsun açmadı. Yüzünde müthiş bir rahatlık ve o an müzikle dans ediyor gibi değil de, uçuyormuşçasına özgür olduğuna dair bir ifade vardı sanki.. Gerçekten de dansları bir yandan yürüme olsa da diğer yandan uçuyor oldukları izlenmini veriyordu bana..Dans, müzikle ve partnerle birleşip bir olduğunda, en güzel halini alıyor.. Karşımda bu üçlünün en güzel hali vardı..

Tutkunun, aşkın dansı denen tangoyu işte o sırada sevdim. Ve o günkü derse girmediğime sonradan çok pişman oldum. Meğerse her dersin başında önce temel 8'li temel adım denen hareketin üstünden geçilip, sonrasında bir figür öğreniliyormuş. O günü kaçırmıştım ama başka kaçıramazdım. Dersi veren kadınla konuştum ve haftada bir ders verdiğini öğrendim. Bir sonraki hafta oradaydım ama eğitmen gelmemişti. Sonraki hafta yine bekledim ama eğitmen bu kez de hastalandığından gelememişti. Birkaç hafta böyle geçtikten sonra benim gidemediğim bir pazar gecesinde ders yapılmıştı. Bir sonraki hafta gittiğimde son dersin yapılmış olduğunu, bir daha da tango dersi yapılmayacağını öğrendim. Müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım bunun üzerine. O kadar istemiştim tango öğrenmeye başlamayı, ama olmamıştı.

Dubai'de internet kullanımı oradan beklendiği gibi çok yaygın değildi o zamanlar.  Ama şansa dans dünyası biraz daha farklı. Sonraki günlerde biraz araştırma yapınca Richard'a, yani o günkü kızın partnerine ulaştım. Bu şekilde ilk tango derslerim başlamış oldu. Haftada sadece bir gün vardı dersler ve ücreti de derste ödendiğinden tam benlikti.

Böylece tango serüvenim başlamış oldu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Olasılıksız - Adam Fawer

Sadece kitabı okumuş olanlar okusun bunu. Yoksa kitabın keyfi kaçabilir!!!!


Şu anda halen daha okuyor olduğum ve büyük ihtimalle yarın bitecek olan Olasılıksız kitabını okurken kafam bir yerde karıştı. Aslında gerçekten de çok sürükleyici, TV/sinema'da gördüğümüz Amerikan filmlerindeki hikayelere benzer, ama aynı zamanda içinde de çok fazla bilimsel detay bulunduran, çeşitli araştırmalar ve bilimsel teorilerle ilgili bilgiler veren bir roman.

Benim kafamı karıştıran ise kitapta yapıldığını farkettiğim bir hata. Bir yerinde Dr. Tversky daha fazla fon alabilmek için UGA'nın başındaki Dr. Forsythe ile görüşmeye gidiyor. Sonra istediğini alamadan çıkıyor oradan.
Sonra Doc, sonradan Dr. Tversky olduğunu öğreniyoruz, Caine ile bir restorana giderken oraya Peter geliyor. Ve sanki Forsythe ile fon görüşmesinden çıkan kendisiymiş gibi "Heisenberg" hakkında konuştuğu biriyle olan dialogunun kötü geçtiğini söylüyor.
Doc'un sinirli olması, Forsythe ile konuşmasının sonucu olarak görülebilir ama Caine ile ders çıkışı o restorana gittiğinden bu da çok mantıklı gelmedi. Bir önceki gün olduğuna dair de bir detay göremedim.
En son gerçekçi gelmeyen ise Forsythe ile Doc'un, yani Tversky'nin gayet arkadaşça ve birlikte çalışıyormuşçasına olan konuşmaları. Sanki birkaç gün öncesinde tartışan ve diğerini öldürüp bilimsel çalışmalarına sahiplenmeyi planlayan Forsythe değilmiş gibi. Neyse görücez bakalım ...

El Azem...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Depresyon

Demek ki böyle bir şeymiş depresyon dedikleri.
İş güç yok...
Kalp hiç olmadığı kadar dolu ve hiç olmadığı kadar da boş...
Hayat yine de güzel.
Her zaman söyledim bu lafı. 'Hayat güzeldir'.
Sanırım senelerdir söylediğim bu lafın üstünde ilk defa düşünüyorum biraz daha detaylı.
Gözlerim doluyor. Ama akamıyor nedense. Akmalı mı akmamalı mı?
Gözyaşları gözümün burna en yakın kıyısına gelip oradan aşağı doğru inişe geçmeye hazırlanıyor. Yalnız birde kuruyor gözyaşları yine.
Tekrar geliyor kıyıya kadar ama akamıyor aşağıya doğru. Bir akabilse devamının da geleceğinden mi korkuyor acaba? Sanırım bunun cevabı 'Evet'.

Ben değil miydim kendi ufak tefek problemlerimizi dünyanın büyük sorunlarıyla, daha sonra evrenin büyüklüğüyle karşılaştırıp önemsiz olduklarına kanaat getiren. Ne oldu peki beni böylesine duygulandıran?
Yaklaşık 7 senenin bitme noktasında olması mı acaba?
Belki de...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Anayasa Değişikliği Tartışmaları

Biraz da siyaset...
Son günlerde gündemimiz bir anda değişti. Açılımlar (Kürt açılımı, Roman açılımı, Ermeni açılımı, Demokratik açılım, adına ne derseniz deyin), AB'yi bırakın ekonomik kriz, işsizlik gibi ülkemizin en önemli sorunlarının da ötesinde tartışılmaya başlandı anayasa değişikliği. Tartışma aslında bizim memlekete özel tartışma şeklinde gidiyor. Yani kimse karşısındakine kendi fikrini anlatmaya çalışmıyor. Tek yapılan kendi fikirlerini, kendi doğrularını empoze etmeye çalışmak, kendi doğrusunu tek ve geçerli doğru olarak kabul etmek. Tam da Türkiye'ye özel denebilecek bir yaklaşım.
'Neler getiriyor bu değişiklikler?' konusundan ziyade üstünde durduğum konu muhalefet yöntemi. Ne yapıyor muhalefet partileri, ya da yargı organları temsilcileri, ya da STK'lar? Doğrudan 'İstemezuk' tavrı takınıyorlar. Yapıcı eleştiri, yapıcı muhalefet yapmak nerdee... Herkes kendi derdinde. MHP katılmama gerekçesini, ki daha teklifi okumadan önce bile, bu meclisin değil de bir sonraki meclisin bunu yapması şeklinde ortaya koydu. Sanki şimdiki milletvekilleri öcü de yeni gelecekler melek. Ya da diğer bir tabirle, bir sonraki seçimle gelecekler şimdikilerden çok daha iyi olacak... Yok böyle bir şey.
Şimdiye kadar her gelen bir diğerini arattı. Her gelen çaldı, çırptı ve gitti. Memlekete fayda sağlayan çok az çıktı. Onları da zaten ülkede 'en güvenilen kurum' olan ordu tarafından alaşağı edildi. Ordu konusuna sonra geleceğim gerçi. CHP'ye gelirsek onların da dediği aslında MHP'ye paralel bir nevi. Birlikte oturup bir şeyler yapalım derken (belki de yakın bir gelecekte bir daha gelmeyecek) var olan paket üzerinde çalışmaya kesinlikle yanaşmıyor. Neymiş? AKP'nin paketiymiş. Kendileri bir öneri paketi getirip sundular sanki de şimdi de uzlaşmadan böyle bir şeyi yapmayın diyorlar. BDP kendi derdinde zaten. Aslında destek verecekler sanırım ama ön koşul sürüyorlar. Abdullah Öcalan da kendisi dahil olamadığı için BDP'nin hayırcılar arasında olmasını istiyor.
Geçende Ahmet Altan'dan okudum. Cumhuriyetin temelleri sarsılıyor, varsın yıkılsın diyordu. Kesinlikle katılıyorum. Türkiye ilk kurulduğunda 'Tek adam' üzerine kuruldu. Atatürk çok güçlü bir kişiydi. Bu yüzden de cumhuriyetin ilk seneleri nispeten daha rahat geçti. Muhalefet olarak sadece bazı halk önderleri olduğundan, tek parti iktidarı bunların rahatça üstesinden geldi. Zaman zaman katliam (Dersim katliamı) da yaparak. Yalnız Atatürk giderken arkasında bıraktığı halkın cumhuriyetinden ziyade ordunun cumhuriyeti olmuştu. Halk seçiyordu. Ordu ise işler istediği gibi gitmediğinde baştan indiriyordu halkın seçtiklerini. Ana neden hep bu ülkenin insanının güvenilmez olarak görülmesiydi aslında. Başka da bir nedeni yoktu. Bazıları hep bizim için iyi olanı bizden daha iyi biliyordu. İşte bu yüzden hep eğitimsiz bırakıldık. Doğuda halen daha ağaların egemenliği sürüyor. Bu şekildeki cumhuriyetin temellerinin sarsılması hatta yıkılmasını istemek çok da kötü gelmiyor bana. Halkın egemen olduğu bir cumhuriyete demokratik de denebilir ama şimdiki gibi birkaç adamın cumhuriyetine değil. Birkaç adam dediğim de başta ordu olmak üzere HSYK, Anayasa Mahkemesi vb. kurumlar. Onlar hep bizim için en iyi olanı bizden daha iyi bildiklerinden şimdi de onlar karar vermek istiyorlar. Eskisi gibi güçleri ellerinde olsun istiyorlar. Önerilen değişiklikler onların sultasını yıkmak anlamında olduğundan etekleri tutuşuyor tabii ki. Ordu'nun zaten geçmişi çok temiz olmadığından biraz daha sessiz duruyor. Göreve HSYK başkanvekili, Yargıtay başkanı ve Anayasa Mahkemesi geçmiş durumda. Yargının bağımsızlığının yapılması istenen değişikliklerle yok olacağını söylüyorlar Ordudan emir alan bir yargı sisteminin bağımsızlığı ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Bu akşam Kanal D'nin Avrupa yayınında Sabih Kanadoğlu konuk olarak yer aldığı 32. Gün'ü izledim. Yayında Mehmet Ali Birand'ın da sorularıyla yönlendirmesiyle Anayasa Mahkemesine 'Kardeşim size dava geldiğinde acele davranın, çabuk değerlendirin ve referandum olmasını beklemeden iptal edin'; Meclis'e, 'Sonuna kadar direnin ve onay vermeyin'; Halk'a, 'Yüce Türk Milleti, siz bir şeyden anlamazsınız, umarım size kadar gelmez anayasa değişikliği, gelirse de bir zahmet hayır deyin ki biz de sultamızı devam ettirelim' şeklindeydi. Bir mühendis hukuktan ne kadar anlarsa ben de o kadar anlarım. Ama bu konuşmadaki tavsiyeler, gösterilen yollar, bana göre bile hukuka aykırı. Daha devam eden bir sürece böylesine müdahil olmasının dışında bir de Türkiye'nin en yüksek yargı kurumuna işini nasıl ve ne kadar hızlı yapması gerektiğini söyleme cür'etini gösterebiliyor Yargıtay Onursal Başkanı. Bir şey daha söyledi Yargıtay Onursal Başkanı: Anayasa'nın geçici 15. maddesinin (12 Eylül uygulayıcılarına yargı zırhı getiren madde) iptaline kendisinin de olumlu oy vereceğini ama bunun gerekçesi darbe yapanları yargılamak değil de o maddenin artık orada durmasına gerek olmadığı. 12 Eylül darbecilerini koruyan bir Yargıtay Onursal Başkanı. Yorumsuz.
Ne duruma geldiklerinin açık resmidir alsında bunlar. Statükoyu korumaya yönelik son çabalar.
Zaten geçmişte de 411 oyla meclisin, dolayısıyla halkın, aldığı başörtüsüne dair kararı iptal etme cür'etini bile göstermişti Anayasa Mahkemesi. Dayandıkları da nedense hiç kimsenin beğenmediği ama değiştirmeye de çalışmadığı 82 Anayasası. Değiştirilmek istenen, beğenilmeyen anayasayı şimdi de önerilen değişikliklerin onaylanmasını, kesinleşmesini engellemek için kullanıyorlar.
Bütün bu tartışmalar süredursun Avrupa'dan da sürekli destekleyici açıklamala geliyor. AB'ye uyum çerçevesinde atılması gereken adımlardan bir kısmı da bu şekilde halledilmiş oluyor böylece.
Herkes kendi kararını verecek tabii ama bu yolu açmak lazım kanımca. Yani anayasanın toplu değişimin yolunu. Her ne kadar AKP'yi ve uygulamalarını çok fazla beğenmiyor olsam da bu konuda destekliyorum yapılacak her türlü değişikliği. Çünkü bu bir başlangıç olacak. Belki bir sonraki hükumet de, oy bakımından biraz nimetlenmek için, yeni bir anayasa tasarısı önümüze koyacak. Ve belki sonunda 82 Anayasası'ndan kurtulacağız tamamen.
Diğer senaryo ise bu paket onaylanmayacak. Ya daha meclisteyken, ya da referandum sırasında, ya da en son Anayasa Mahkemesi'nin iptaliyle. Ondan sonra da bir daha da yakın bir gelecekte anayasa değişikliği teklifi bile gelemeyecek.
Ben sonunda daha bilinçli bir halk ve daha demokrat bir ülke istiyorum. Bir de halkından korkmayan, tam tersine halkın gücünden faydalanan ve ondan destek alan bir devlet. Bazıları benden daha iyi bilememeli benim için en iyinin ne olacağını. Kendim için en iyi olanı kendim belirleyebilmeli, kendim uygulatabilmeliyim.
Çok şey istemiyorum sanırım. Ne olacağını da zaman gösterecek. Umarım sonunda kazığı yiyen değil de kazanan halk olur bu kez.

11 Aralık 2009 Cuma

Alışmak...

Evet, başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü konumuz 'Alışmak'.
Niye peki? Nedenleri var aslında ama burada anlatmak çok da gerekli değil sanki. Burada önemli olan 'Alışmak'ın benim için ne olduğu. Etkileri ve tepkileri...

Alışmak her ne kadar zor olsa da alışkanlıklardan kurtulmak çok daha fazla zorlayabiliyor insanı. Bazı değerleri kaybetmek pahasına korumak isteyebiliyor insan alışkanlıklarını korumak uğruna. Peki neden?

Önce işin bilimsel boyutuna gelelim. Insanoğlunun herhangi bir şeye alışması için 21 gün yapması gerekiyormuş aynı işi/hareketi/sporu vs. 21 gün içinde beynin içinde oluşan bölüm o alışkanlık unutulsa bile hatırlatıyor insana o alışkanlığını. En basit olarak diş fırçalamayı örnek gösterebiliriz buna. 21 gün boyunca her gece uyumadan önce dişinizi fırçaladığınız takdirde bu sürenin sonunu takiben her fırçalamayı unuttuğunuzda yataktayken, uykuya dalmadan hemen önce de olsa dişlerinizi fırçalamadığınız aklınıza gelir ve yataktan çıkarsınız. Bunu, yani diş fırçalamayı, külfet olarak görüyorsanız yapmanız gereken bikaç gün üstüste dişinizi fırçalamak aklınıza geldikçe, kendinizi rahatsız hissettikçe, bu alışkanlığın gereğini yerine getirmemektir. Bu şekilde bikaç günden sonra artık gece uyurken aklınıza gelmez diş fırçalamak.

Hayatın başka aşamalarında da sözkonusudur bu. Yalnız bazı alışkanlıklar da var ki onları bırakmak o kadar da kolay değil. Mesela evlilikler. Hani derler ya, evlilik aşkı öldürür diye. Peki nedir aşkın bitmesine rağmen evliliğin devam etmesinin nedeni? (Yalnız son yıllarda oldukça yaygınlaşan erken boşanmaların şimdiki konumuzla çok doğrudan bağlantısı olmadığı ayrıntısına girmeye gerke duymuyorum bu konunun). Ben söyleyeyim: Alışkanlık. Nasıl yani diye bir soru gelebilir doğal olarak. Ama düşününce o çiftin sürekli beraber uyuyup beraber uyanmaya alışması, canı sıkıldığında başvurduğu kişi olması diğerinin, birlikte yemek yemeye alışması vs. gibi nedenlerden dolayı ayrılıp, sonra da o ayrılığa alışmaktansa insanlar beraber kalmayı tercih edebiliyorlar. Bazen ilişki ilerleyen yıllarda çok aşırı dayanılmaz boyutlarda rahatsız etmediği sürece de iki taraf da diğeriyle birlikte bir hayata alıştığından dolayı devam ederler bi şekilde.

Bazen de insan yalnızlığa alışır. Benim ilk olarak Köln'deyken alıştığım gibi. Daha yeni inmiştim havaalanında. Tutorumla mentorum beni havaalanından alıp kalacağım yere götürmüşlerdi. Beni sonraki bir yıl boyunca kalacağım yurda beni yerleştirdikten sonra tutorum sonraki gün görüşünceye kadar ayrılmıştı beni mentorumla bırakıp. Çok şeker olan ve gayet de iyi Türkçe konuşan mentorum beni kendi evine götürüp birkaç ev eşyası, kap kacak verdikten sonra o da yurda bırakmış beni ve iyi akşamlar dileyerek gitmişti. Bir de telefon bırakmıştı bana. Hayatımda ilk defa tamamen bir başıma kalmıştım. Yaşadığım aşk acımı da sayarsak heralde o gün bendne daha dertlisi yoktu yeryüzünde. Dilini bikaç kelime dışında bilmediğim bir memlekette daha akşam altıda bir başıma kalınca yalnızlığın nasıl birşey olduğu konusunda düşünmeye başladım. Gerçekten de çok zordu. Sonraki dört gece daha aynı şekilde geçecekti. Gündüz işte geçiyor ama geceleri bir başımaydım. Alışıncaya kadar çektiğim zorluğu bir ben bilirim. Yalnızlığa alışmak yani. Tek başına yaşamak. Ilk alışkanlık dönemi ne kadar zorsa, sonraki dönem, alıştıktan sonraki günler, bir o kadar kolay geçiyordu. Tek başıma kitabımı okuyordum, odanın içinde işlerimi hallediyordum, yemek yapıyordum...

Bir süre sonra ise olayın rengi değişiyor ama. Normalde hayatımda sürekli yanımda birileriyle sohbet eden, arkadaşlık eden ben, yalnızlığa alıştıktan sonra değişmiştim. Bir otobüste bile giderken sıkılıp yanımdakiyle sohbet ederdim Istanbul'dayken. Ama yalnızlık tek bir kelime bile konuşmadan arkadaşlarımla saatlerce oturmama, oturabilmeme neden olmuştu. Iyi mi peki bu? Yoksa kötü mü? Belki ikisi de değil.

Şunu biliyorum ama, o zamanlar alışmam lazımdı bu yalnızlığa. Sonraki dört yıllık Dubai maceramda çok işime yaradı bu alışkanlığım. Çünkü sürekli dedikodularla dolu bir ortamda en iyisi dinlemektir konuşmaktansa. Söylediğin her kelime sana yol, su, elektrik olarak geri dönebiliyordu çünkü.

Yani hayatın bazı dönemlerinde bir takım alışkanlıklar geliştiririz. Bunlar o zaman için gerekli olabilir. Yalnız unutmamamız gereken bir nokta var: Bu alışkanlıklar gerektiği zaman değiştirilmezse, güncelleşmezse, güne uymazsa, bundan dolayı kaybedebiliriz de. En çok sevdiklerimizi bile kaybedebiliriz bunlardan dolayı. Peki kaybetmek mi yoksa kaybetmemek mi? İşte bütün mesele de burada yatıyor. Bazılarımız sevdiklerimizi kaybetmek pahasına da olsa alışkanlıkları tutmayı tercih ediyor. O halde onlara hayatta başarılar dilemek lazım sanki.... Ne dersiniz?

Bir noktayı da belirtmeden geçmek çok da doğru olmaz sanırım. Her zaman insanları olduğu gibi kabul etmek, değiştirmemeye çalışmak en iyisidir ve doğrusudur (her ne kadar 'doğru' kelimesi bana doğru gelmese de) diye düşünüyorum. Yalnız değiştirmektense kabul etmek de yetmeyebiliyor bazen. Bu durumda koşullar insanları seçim yapmaya teşfik edebilir. Seçimler konusunda çok iyi olmadığımı kabul etsem de bir özeleştiri olarak, yine de bu konuda seçim yapmak yanlısıyım. Doğru ya da yanlış herhangi bir seçim. Hem en kötü karar bile kararsızlıktan daha iyi değil midir?

Hayat güzeldir, onu daha güzel yapanlarla birlikte...

El Azem...