3 Eylül 2015 Perşembe

İşyerleriyle Olan Duygusal Bağ

Zamanla her konuda olduğu gibi bu konuda da insanlar doğruyu buluyor sanırım. Benim öğrenmem biraz daha pratik bir tecrübe ile olmuştu.

2009, kriz dönemi. ABD vizesi için şirketten orada çalıştığımıza dair yazı almak istemiştik başka bir arkadaşla birlikte. Bize verilen cevap:

''Şirket bu halde iken, iş yapamıyorken, kriz varken kalkmış vize yazısı mı istiyorsunuz? Olmaz!''

Halbuki talebimiz sadece hakkımız olan, hali hazırda yaptığımız işin kağıt üzerinde de kanıtlarıydı. Başka birşey değil. Bu da şirketin durumuyla ilgili değildi.

Sanırım insanlar gençken, 20li yaşlarında biraz daha saf ve önyargısız, daha duygusal davranıp hareket ederken yaş ilerledikçe daha bi gerçekçi olabiliyor. Deneyim dediğimiz hayatta yediğimiz kazıkların birleşim kümesi değil midir zaten?

İş hayatıyla  ilk tanıştığım zamanlar çok önce olmasına rağmen asıl profesyonel hayata girişim üniversiteden mezuniyetimden sonra oldu.

İlk başlarda şirketin işi için, iş yürüsün diye, birçok defa kendi cebimden harcadığım zaman da oldu. Telefon masraflarımı mesela, kendim veriyordum. İş için arama yapmama rağmen cepten harcamak zorunda kalıyordum. Çünkü şirket cep telefonunu ödemiyordu. Müdürler hariç. Bir de sahadaki bazı mühendisler hariç. Ben o bazı mühendislerden biri değildim. İş için arabayla bir yere gittiğimde de park ücretini cepten verirdim. 1-2 liranın hesabını yapmak istemezdim. Maksat ''iş yürüsün''dü.

Sonraları ise, başka birşeyi farkettim: Başka iş arkadaşlarım en ufak masrafını dahi talep edip alıyordu. Çok elzem olmadığı sürece cep telefonunu kullanmıyordu. 1 liralık dahi park ücretini alıyordu. Bu kişiler benden çok kazandığı halde bunu yapıyordu. Bazı şeyler kafama dank etmeye başlıyordu böylece. Budala'daki Mişkin gibi davrandığımı farkettim.

Zaman geçtikçe öğreniyordum biraz daha. Şirketimden daha zengin olmadığımı farkettim bir süre sonra. Bir süpermarketin paradan altı sıfır atılmadan önce müşterilere vermediği küsüratlardan dolayı günlük kazancının o zamanki asgari  ücretin yarısından fazla olduğunu farkettim. Buna rağmen adamlar aynı politikayla devam ediyorlardı. Bana 1-2 kuruş ödemek için bozukluğu yoktu ama o paradan ciddi anlamda kar elde ediyordu. Hem de kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmadan. Sormuştum o parayı çalışanlara dağıtıp dağıtmadığını orada çalışan arkadaşıma. Dağıtmıyordu. Her ay en az 10 çalışanının maaşını küsüratlardan kazanıyordu.

Çeşitli markaların alışverişler veya çeşitli çekilişlerle verdiği hediye puanlar/paralar aklıma geldi. Birçok defa o paraların kullanılmadan iptal olduğunu hatırladım. Ya da kredi kartıma 10 günde kullanılmak üzere yüklenen paraları. İptal oluyorlardı tam da son gününde. Ve kimse de itiraz etmiyordu bu duruma. ''Bedava''ya geldiği için o hediye, almasa da oluyordu insanlar. Şirket adına gayet güzel bir durum. Çünkü insanımız çok bonkör. Hakkı olan parayı kullanmaktansa zaten zengin olan şirket sahibini daha da zengin yapmayı tercih edebiliyordu.

İnsanlar kimi zaman evde, sosyal çevrelerinde bulamadıklarını işyerlerinde daha fazla zaman harcayarak, daha çok çalışarak bulmaya, böylece kendilerini kanıtlamaya çalışabiliyorlar. Akşam mesailere kalmalar, haftasonu çalışmalar, tatilde dahi çalan telefonlar da cabası. Birçoğunun derdi işini korumak ve çalışıyor olmak. Böyle olunca da sömüren patronlar daha çok sömürmek için yol buluyor.

Zaman geçiyor. Bir gün geliyor, bir departman kapanıyor. Normal şartlarda bir departman kapandığında, ya da şirkettte küçülme olduğunda, ilk başta en çok çalışanlar çıkarılıyor. Daha düne kadar en çok emek verenler, bir gün sonra ''Persona non grata'', yani ''istenmeyen insan'' ilan edilebiliyor. Tabii şirketler bu gibi ayrılmaları olabildiğince az maliyetli bitirmeyi tercih ettiği için kimi zaman tazminatsız çıkarmak için en çirkef yöntemler dahi kullanılabiliyor. Yüzmilyondolara satılmak istenen şirket 5-6 yıllık 1500 lira maaşlı çalışanına ödeyeceği 10.000 liradan kaçınabiliyor.

Çalıştığınız departmanda sizden daha az kazanan bir arkadaşınıza ufak bir zam vermektense sizi işten çıkarmayı düşünenler birkaç ay sonra siz çıkmak istediğinizde yüzünüze ''Onları yarı yolda bıraktığınızı'' söyleyebiliyorlar. ''Yahu beni çıkarmak isteyen siz değil miydiniz?'' diye soramıyor işte insan o durumda.

Zaman geçtikçe insan öğreniyor, daha az duygusal, daha çok profesyonel olmaya başlıyor. Daha sonra da işini çok sevmeyi, şirketi ile ilişkisini ise daha işveren-çalışan çerçeversinde düşünmeye başlıyor.

Tabii bu durum cumhuriyet tarihinin en büyük internet sitesi satışını yapmış olan şirket sahibinin gelirinin 27 milyon dolarını 114 çalışanına dağıtan yemeksepeti.com gibi firmalar için geçerli değil. Ya da fabrikada çalışanının kredi almasının önüne geçmek için tazminatını vererek işten çıkarıp sonradan tekrar işe alan patron için hiç değil. Ya da kalkıp da Avusturalya'dan gelip Türkiye'de müthiş derecede güvenli madencilik şirketi kurup çalışanlarının hayatını değerli kılan maden şirketi için geçerli değil.

İnsanın işini sevmesi lazımdır. Ya da başka bir deyimle mesleğini. Çünkü meslek kişiliğimizi de oluşturan en önemli parçalardan birini oluşturur. Hayatımızın önemli bir kısmında icra ettiğimiz mesleğimiz. Sevmek lazım. Fakat iş çalışılan şirkete gelince, onda duygusal davranmaya çok da gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü şirket bugün var, yarın yok. Meslek ise her daim sizinledir. 

Budala - Dostoyevski

Saint Petersburg. Dostoyevski'nin mekanı. Romanlarının hep içinde geçtiği şehir. Deli Petro'nun gözbebeği..

Gitmeden önceydi, Dostoyevski'nin bir romanını okumaya karar verişim. Çok uzun zaman olmuştu Dostoyevski okumayalı. Unutmuşum biraz tadını. O tadı damakta, insanın ruhunda güzel bir yer tutan üslubunu, anlatımını..

Annemin son senelerde okuduğu kitaplardan biriydi Budala. Zaten ilk annem önerdi Dostoyevski okumak istediğimi söylediğim zaman. Nedense Dostoyevski denince aklıma ilk Suç ve Ceza gelir. Daha sonra ise Karamazof Kardeşler. Bazı eleştirmenler Karamazof Kardeşler'in daha iyi olduğunu dahi söyler kimi zaman, Suç ve Ceza'dan. Yine de benim için Suç ve Ceza'nın yeri başkadır.

İşte öyle bir ruh halinde aldım elime Budala'yı. Delikanlı vardı bir de. İkisi de iki ciltti. Onu ablam okuyordu. Ben de bu durumda başladım Budala'ya. Budala, daha ilk sayfalarından itibaren beni bir anda içine alarak kendine çekti. Hani durmadan okumaya kalksam, arada yemek aralarını da dahil edersek, uyumadan bir de, bir günde biterdi. Belki biraz daha fazla. Çünkü Dostoyevski'nin dili bir anda insanı içine çekip götürebiliyordu. Bende biraz daha okumak için harcadığım sürenin uzaması gerektiği hissini uyandırdı. Çünkü okumak o kadar zevkli geliyordu ki bitmesini istemiyordum kitabın. Bu yüzden belki de St. Petersburg'a gittiğimde halen daha ikinci cildi bitirememiştim.

Son senelerde kitap okuma sırasında odaklanamama, dikkatimin dağılması sorunlarını sürekli yaşar olmuştum. Budala bunlara derman niteliğinde gibiydi. Budala Prens Mişkin'in yaptıkları, yaşadıkları.. Aynen Raskolnikov gibi, yine gerçek ötesi bir insan, bir kahraman yaratmıştı Dostoyevski. Aynı zamanda da gayet günlük hayatta tanıdığımız birçok insana benzeyen biri. Tüm özellikleri ile değil ama. Parça parça. Kitap hakkında biraz okuyunca, ikinci başyapıtı dendiğini de duymuş ve hak vermiştim.

Dostoyevski'nin hayatından birçok detay, kendi kişiliği, hep romanda yer alır. Bir insan düşünün. Siyasi bir suçtan dolayı tutuklanıp sonrasında mahkemeye çıkarılıyor. Verilen ceza çok ağır: İdam! Böyle bir insanın ruh halini düşünün.

 İdam hemen gerçekleşmediği için bir süre hapiste kalır. Daha sonra idam günü gelip çatar. Arkadaşlarıyla birlikte üçerli gruplar halinde idam mangasının karşısına çıkarılır. Dostoyevski son beş dakikasının kaldığını hesaplar. İki dakikası dostlarına veda etmek için. İki dakikası düşünmek için. Son bir dakikası ise sonuncu kez dünyaya bakmak için. Tüfeklerin hazırlık sesleri gelip de her an bir asır gibi geçmeye başladığı sırada bir ses duyuluyor, bir duyuru yapılır. Yüce çar affetmiştir mahkumları. 4 yıl kürek 4 yıl da askerlik cezasına çarptırılır Dostoyevski. Budala'da bunlar da yer alır, bizzat Dostoyevski'nin hayatından kesitler yani.

Prens Mişkin, toplumda tam anlamıyla budala denebilecek, fakat aynı zamanda resmi olarak da prens ünvanı taşıyan soylu bir insan. Çünkü oldukça dürüst, yalan söylemeyen, ikiyüzlü olmayan, saf bir insan. Hayatının önemli bir kısmını sara hastalığıdan dolayı yurtdışında geçirmiş, ülkesine dönen bir insan. Budala denmesinin asıl amacı budala olması değil yani.

Bir de Nastasya Filipovna var tabii ki. Argo deyişle 'hiç kimseye eyvallahı olmayan', yine Prens Mişkin gibi, gerçek ötesi bir insan, bir kadın. Kaybedeceğini bile bile yapabiliyor bazı şeyleri. Hiç sakınmadan. Kadınlığının, dillere destan güzelliğinin, baştan çıkarıcılığının, erkeklere istediğini yaptırabileceğinin farkında olan bir kadın. Dostoyevski'nin en müthiş kadın kahramanı kimilerine göre.

Verem hastası 17 yaşındaki İppolit var bir de. Hastalığından dolayı bir yandan erken olgunlaşmış, diğer taraftan da halen daha ergen olan bir genç. Neden bilmem, Dostoyevski İppolit'e söyletir prensin ''Dünyayı güzellik kurtaracak'' dediğini. 1800'lerde yaşayan bir insan düşünün. Dünyayı güzelliğin kurtaracağını düşünen hem de. Böyle biri ancak Dostoyevski olabilir tabii ki. İdamdan son anda bağışlanan bir insan. Hayatı, sağlığı bozulmuş, fakat yaşama sevinci dolu bir insan. Teknik eğitim almış, fakat edebiyatçı olmayı tercih etmiş bir insan.

Genelde Budala'dan bahsederken kitabın arkasındaki yazılar, özellikle birkaç kişiyi öldürmüş bir kişinin içinde bulunduğu koşullar ve bu durumun yarattığı baskıdan böyle cinayetleri gerçekleştirmiş olduğu ve bu yüzden de affedilmesi gerektiğinin kitabın ana konusu olduğunu yazar. Gerçekten de buna dair konuşmalar geçiyor kitapta. Kimi adamın (katilin) içinde bulunduğu durumdan dolayı suçlu olmadığını dahi söyler. Bir tartışma başlar. ''Kişinin içinde bulunduğu durum cinayet işlemesine mazeret/kılıf olabilir mi?'' Güncel olaylara dair tartışmalarla geçer kimi sayfalar. Toplum eleştirilerini buralardan okuruz. İnsan ruhunun derinliklerini ne kadar iyi anladığına dair bir kere daha emin oluruz böylece. Rus insanını anlatır, Dostoyevski, kendi insanını.

Budala, Dostoyevski'nin olmazsa olmaz okunması gereken kitaplarından. İnsanın ne kadar saf, ne kadar kalbi temiz, ne kadar affedici, ne kadar bensiz olabileceğine örnek sunar bize. İnsan olmanın da, aslında çok kolay olmadığını, bir sanat olduğunu anlatır. Aşkı anlatır bize Budala. Bir insanını aşkı için neler yapabileceğini anlatır. Aşkın karşılıksız olmasını, iki insanı sevmenin, sevebilmenin nasıl bir duygu olduğunu..

Budala aynı zamanda bir toplum eleştirisidir. İkiyüzlülüğün normal, dürüstlüğün ise budalalık olarak görüldüğü bir toplumun eleştirisi. 

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Toms Ayakkabı - One For One

 
Aranızda Toms marka ayakkabısı olan var mı?

Peki kutusunun yan tarafında yazan "One for One" yazısının anlamını bilen var mı? İngilizce'de doğrudan çeviri ile anlaşılabilecek anlamından söz etmiyorum. Gerçekten de firmanın niye böyle birşey yazdığını bilen var mı?

"Toms'larımı mı giysem yarın?"
"Bu Toms'lar çok rahat"
"Yeni Toms'larımı gördün mü?"

Bu ve benzeri konuşmalara şahit olmuşuzdur. Geçende sokakta geçerken birinden duydum. "Toms'larımı tatile götürsem mi?" diye konuşuyordu. Nedir peki Toms ayakkabıları bu kadar ünlü yapan? Birçok markanın benzer ürünler üretmesine neden olan Toms'un ne özelliği var? Bir yandan onlarca farklı markanın (kimi ünlü markalar da dahil) bir yandan ise taklitlerinin dolaştığı Toms ne işe yarar?

Gördüğüm kadarıyla Beymen, Boyner, Vakkorama gibi büyük ve lüks perakendeciler başta olmak üzere birçok farklı dağıtıcı Toms ayakkabılarını Türkiye'ye getiriyor. En ucuzu ise 200 liranın üstünde olan modelleri yüzünden Toms'a lüks ayakkabı gözüyle bakabiliriz.

Toms ayakkabılarının kökeninin ise lüks ile pek alakası yok aslında. Bildiğimiz ayakkabıların geçmişi Pireneler'deki çobanların yerel Jute denen bitki lifinden yapılma malzemesi olan bir ayakkabıya kadar gidiyor. 4000 yıllık geçmişi var bu ayakkabıların. Alpargatas ya da Espardille deniyor. Dediğim gibi, son dönemde bu kadar moda olan ayakkabılar aslında çobanların ayakkabıları. 

Gelelim Toms'un hikayesine: Blake Mycoskie, Toms'un kurucusu, 2006 yılında Arjantin'e gidiyor. Orada ayakkabısı olmayan çocukları ve bu ayakkabı yoksunluğunun yarattığı özellikle sağlık sorunlarını görüyor. Ayakkabısı olanların ise "alpargata" denen yerel ayakkabılar giydiklerini farkediyor. Oldukça basit ve maliyeti düşük olan bu ayakkabılar ilgisini çekiyor. Orada bu fikir aklına geliyor. Yani Toms'un çıkış fikri. Oradan dönmeden önce de 250 tane örnek yapıp ABD'ye geri dönüyor.

Döndükten sonra biraz da ailesi ve arkadaşları ile üstünde uğraşıyor ve Toms, yani ''Tomorrow's Shoes'' ortaya çıkıyor. Yalnız asıl amaç sosyal bir probleme çözüm sağlamak olduğu için Maycoskie ''One For One'' diye çıkışını yapıyor. Aldığınız her ayakkabı için aynısından bir taneyi Arjantin'de ihtiyacı olan düşük gelirli kesimdeki insanlara, çocuklara hediye ediyor. Diğer bir deyişle o giyilen ayakkabıların aynılarını başta Arjantin olmak üzere dünyanın birçok yerindeki fakir insanlar da giyiyor bu proje sayesinde.

49$ fiyatı olan klasik model Toms ayakkabının aynısını dünyanın bir yerindeki ihtiyacı olan insanlara veren bu projedeki güzel olgu firmanın, yani Toms'un reklam yapmıyor olması. Birçok Adidas, Puma, Nike gibi ayakkabı markaları milyonlarca dolar parayı reklama harcarken Toms'un reklamını kullananlar ve projedenu haberdar olanlar yapıyor. Ben mesela ''Sosyal Girişmcilik'' ile ilgili Barış Üniversitesi'nin online eğitim programı sırasında öğrendim. Sonraki hedefim bir adet bu ayakkabılardan alarak projeye katkı sağlamak oldu.

Proje ayakkabı olarak başlamasına rağmen sonrasında gözlük, çanta, aksesuar gibi ürünlerle zenginleşerek büyüdü. Birçok firma tarafından reklama harcanan para ise zenginleri daha da zenginleştirmek yerine ihtiyacı olan insanlara doğru gitti.

Kurucu Blake Maycoskie bir röportajında ilk zamanlarda havaalanında karşılaştığı, ayağında Toms ayakkabılardan olan bir kadına sormasının hikayesini anlatıyor. Söylediğine göre kadın kendi öz annesinden bile çok daha heyecanlı ve istekli bir şekilde Toms'un hikayesini anlatmış.


Müthiş birşey bu gerçekten de. Düşünsenize yaptığınız birşeyi başka biri ailenizden, en yakınlarınızdan dahi daha büyük bir heyecan ile anlatıyor. Toms'un asıl gücü de burada sanırım.

Sonrasında yerel ekonomilere kötü etki ettiği yönünde ciddi eleştiriler almış Toms. Çünkü ücretsiz dağıttığı ayakkabılar yüzünden yerel ayakkabıcılar ayakkabı satamaz olmuş. Bir yandan iyi yapmaya çalışırken diğer yandan zarar verdiklerini farkedince ayakkabıları yerel üreticilerden temin etmeye başlamış Toms. Böylece yerel ekonomiye de katkı sağlamış.

İlk yıl 10.000 (onbin) ayakkabı dağıtan Toms'un ikinci yıl dağıttığı ayakkabı sayısı 200.000 (ikiyüzbin). Evet, yanlış duymadınız. 200.000 çift ayakkabı dağıtmış Toms ikinci yılında. Kurulduğu 2006 yılından bu yana 37.000.000 çift ayakkabı dağıtmış dünyada birçok ülkedeki ihtiyaç sahiplerine. Ayakkabının dışında başlattığı gözlük satışı işinden kazancının bir kısmını ihtiyacı olan insanlara görme yetisini tekrar kazandırmaya harcamış.


Müthiş bir hikaye, değil mi? Yani o aldığınız Toms ayakkabılar sıradan birer ayakkabı değil. Dünyanın başka bir yerinde bir insana yardım ettiğinizi de bilerek almak lazım. Blake Maycoskie, ilham alınması gereken bir girişimci. Hikayesinin bir kısmını ve aldığı ödülleri kendi sitesinden okuyabilirsiniz. Toms

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Farkındalık, Farkında Olmak

Öğrenciydim. AEGEE-İstanbul'a katılmıştım ve güzel şeyler yapıyorduk. Bir sene kadar yoğun çalıştıktan sonra diğer arkadaşların da destek ve yönlendirmeleriyle yönetim kuruluna üye olmaya karar vermiştim. Başkan yardımcılığıydı istediğim görev.

İki başkan yardımcılığı pozisyonu vardı ve biz üç adaydık. Ben, Burak ve Levent. Herkes ayağa kalkıp üyelerin karşısına diziliyor, sonra da neler önerdiğiyle, neler yapacağı, neler yapmayı planladığıyla ilgili soruları cevaplıyordu. Sıra bana gelmişti. Alper bana ''Nedir Avrupalılık?'' diye sormuştu. Evet, ''Nedir Avrupalılık?''

O zaman gelişime açık olmak, eğitim, topluma fayda sağlamak gibi şeyler söylemiştim. Sonradan öğrendiğim kadarıyla asıl beklediği cevap bu değildi Alper'in. Ona göre ''Avrupalı olmak'' demek ''Farkında olmak'' demekti. Farkında olmak etrafında, yaşadığın şehirde, ülkende ve dünyada. Neyin olup bittiğinin farkında olmak ve yanlış ve/veya eksik gördüğü konularda birşeyler yapmak, elini taşın altına koymaktı. Ya da ben öyle hatırlıyorum.

Bazen düşünürken aklıma gelir. Şimdi de düşünürken aklıma geldi. Hayatımın son on seneden fazla bir zamanını ''farkında olmak'' için kendimi geliştirme çabalarıyla geçirdim. ''Farkında olmak''tan kastım herşeyin, her olup bitenin neden ve nasıl olduğunu düşünüp anlamaktan geçiyordu. Kimi zaman çok basit konuları dahi anlayamayabiliyordum. Özellikle de hayat ve insan ilişkileri konusunda. Ya da insanların tartışmaları, kavgaları ve bunların nedenleri konusunda.

Benim ''farkında olmam'' biraz daha farklı sanırım. Mesleğim olan mühendislik, hobim olan fotoğraf ve dans hep etrafımda olup bitenle, dünyada yaşananlarla ilgili daha bi farkında olmama ciddi anlamda katkı sağladı. Neden-sonuç ilişkisi içinde herşeyi düşündüm. Her yargıdan, her olaydan, kazadan, yaşanandan sonra ''neden?'' sorusunu sordum. Sonrasında ise bu ''neden''in nasıl bir ''sonuç'' doğurduğunu.

Hayatta yaşadığımız herşeyin bir nedeni ve bir sonucu var. Dündü sanırım, Radikal.com.tr'de bir yazı okumuştum. Doktora öğrencisi olan yazar terörün hepimizin sorunu olduğunu, hepimizin terör konusunda sorumlu ve problemin bir parçası olduğumuzu istesek de istemesek de kabul etmemiz gerektiğini anlatıyordu. Yine neden-sonuç ilişkisi içinde düşündüğümde onun kadar bilimsel ve doğru kelimelerle ifade edememiş dahi olsam onun gibi düşünmüş olduğumu gördüm. Farkında olduğumu bir kez daha hatırlattı bu durum bana.

Hayatta farkında olmak lazım birşeylerin.

Mesela sokakta, açık havada dahi sigara içtiğimizde o dumanın sadece bizi değil çevredeki diğer insanları da etkilediğinin farkında olmamız lazım.

Sigara içtikten en erken onbeş dakika sonra çocuklarımızın yanına yaklaşmamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Trafikte karşıdan karşıya geçerken yolun kimin hakkı olduğunu düşünerek, yaya geçidinde yayalar beklerken arabamızla geçerken aslında onların yol hakkını çaldığımızın farkında olmamız lazım.

Bir yerde sıra beklerken aradan ''kaynak'' yaptığımızda başkalarının zamanını çaldığımızın farkında olmamız lazım. Ve zamanın çalındığında asla geri verilemeyen tek şey olduğunun da farkında olmamız lazım.

Karşımızdaki ile konuşurken onu kırmama konusunda azami özen göstererek kırılan bir kalbin ne kadar çalışsak, çabalasak da kolay kolay eski haline gelmeyeceğinin farkında olmamız lazım.

Birilerine sinirlendiğimiz için bağırıp çağırdığımızda başkalarını da rahatsız ediyor olduğumuzun farkında olmamız lazım.

Çevremizde olan biten haksızlıklara konu bizimle ilgili olmasa dahi karşı çıkma ve gerekli mercileri uyarma konusunda farkında olmamız lazım.

Her zaman duygusal değil gerektiği yerde akılcı kararlar da almamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Güvenin talep edilebilecek birşey olmadığının, ancak kazanılabilecek birşey olduğunun farkında olmamız lazım.

İnsanların doğruyu duyma hakkının farkında olup onlara yalan söylemememiz gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Bazen maddi bazen manevi çıkarlarımız için yolumuzdan çıkınca kazandığımızın kaybettiğimizin yanında cüce kaldığının farkında olmamız lazım.

Dünyada bizden bir tek olduğunu, aynı durumun tüm diğer insanlar için geçerli olduğunu farketmemiz lazım. Bu yüzden de hiçkimsenin, hiçbir başka kişiden, hiçbir ırkın bir diğerinden, hiçbir dinin bir diğerinden üstünlüğü ya da aşağılığı olmadığının bilincinde, farkında olmamız lazım.

Herkese asgari sevgi ve saygıyı gösterme konusunda farkında olmamız lazım.

İnsanların gösterdiği iyi niyetin onların aptal olduğu anlamına değil, iyi niyetli olduğu anlamına geldiğinin farkında olmamız lazım.

İster kabul edelim ister etmeyelim etrafımızda doğrudan olmasa da dolaylı olarak birçok konuda nedenlerin bir parçası olduğumuzu unutmayalım.

Şüpheli birşey olduğunda ''kimin yararına?'' sorusunu sorarak doğruyu bulmaya çalışmamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Bize akıl verildiğini, bu aklın bizim kullanımımız için verildiğini, israf etmek için verilmediğini bilerek buna göre davranmak lazım.

Hayatta her kararımızın başkaları kararımızı etkilese de aslında biz onlara etkileme izni verdiğimiz için o kararların bizim kararlarımız olduğunun farkına varmamız lazım. İyi ya da kötü sonuçların hep bizim kararımız sonucunda ortaya çıktığını bilmemiz lazım.

Kendimiz için istediğimiz şeylerin aynısını başkaları için de isteme yürekliliğini gösterme konusunda farkında olmamız lazım.

''Bazıları'' sözkonusu olduğunda normalde kabul edeceğimiz şeyleri reddetmememiz lazım. ''Tamam, ama...'', ''Haklısın, ama...'' ile başlayan cümle kurmamamız gerektiğinin farkında olmamız lazım.

Yere attığımız çöpün kanalizasyonun içine gidip diğer insanların attığı çöplerle birlikte birleşerek kanalları, su yollarını tıkayabileceğinin farkında olmamız lazım.

Aynı zamanda yere attığımız çöpün onlarca, belki binlerce sene yerde kalabileceğinin farkında olup ona göre çöp kovalarını kullanmamız lazım.

Bilgisi olmayıp fikri olanlardan olmamamız lazım.

İnsanları bilgili-bilgisiz, eğitimli-eğitimsiz diye ayrımlara sokmadan herkesin eşit olduğunu kabul etmemiz gerek. 

Bu liste daha uzar gider..

Amaç belli ama. İnsanların biraz daha farkında olmalarını sağlamak. Farkındaysak ne mutlu bize. Değilsek de acilen farkında olma çalışmaları yapmak lazım..

21 Temmuz 2015 Salı

Tane Hesabı İle İnsan

Son dönemde iyice duyar oldum. İnsanlar tane ile sayılıyor.

''24 tane asker'', ''301 tane madenci'', ''30 tane genç'' gibi.. İnsanlar taneyle söyleniyor. Özellikle de ölen ya da yaralanan varsa ''tane'' ifadesi kullanılıyor. Sanki insan ölü ya da yaralı olunca taneyle kafa hesabı yapılabilir gibi.

İnsanlardan ''tane'' hesabıyla bahsetmek bana müthiş derecede insanlık dışı ve gayri ahlaki geliyor. Sanki arka planında ölenleri boş, değersiz gösterme çabası var gibi geliyor. Halbuki ''ateş düştüğü yeri yakıyor'', her yeri değil.

Dünyada ve memleketimizde en yaygın olan İngilizce, Almanca, Fransızca ve İspanyolca'da tane diye bir kavram olmadığını biliyorum. Yani ''3 persons'' ya da ''3 people'' denir, ''3 pieces person'' denmez. Aynı şekilde ''3 Menschen'' denir, ''3 stück Personen'' gibi bir kullanım yoktur!

İnsan oralarda adetle hesaplanmaz çünkü.

İnsan oralarda değerlidir çünkü.

İnsan oralarda memleketin temel unsurudur çünkü.

Biraz daha geri kalmış memleketlere bakalım desem. Oralarda nasıl olduğunu araştırsam.. Afrika dediğimizde orada da yerli dillerden çok İngilizce ve Fransızca yaygın. Bir de kuzeyde Arapça. Arapça'da yok öyle bir kullanım. Farsça ve Çince'de de. Şimdi o dilleri öğrenen ve konuşan bir arkadaşımdan öğrendim.

Peki bizde niye durum farklı?

Niye bizde insanlar tane hesabı yapılabiliyor?

Kıymetimiz adet hesabına göre mi yapılıyor acep?

İnsanlar oralarda, gelişmiş denen ülkelerde değerli demiştik yukarıda. Acep bizde değersiz mi?

Cevap sanırım koskoca bir EVET. Bizde insan hayatı değersiz. İstatistiksel değerlerden öteye geçemiyor insan hayatı. Gezi'de 8 can gitti. Soma'da 301 can. Suruç'ta 32 can. Adıyamanda 1 can. Reyhanlı'da 52 can.. Bu liste daha uzar gider. Çünkü o 'can'ların adları sanları yok. Onlar tane hesabı yapılabilen insanlardan.

Ne zaman ki siyasetçiler insanlar için ''tane'' demeyi bırakır,
Ne zaman ki bir cana dahi zarar geldiğinde tüm memleket ayağa kalkar,
İşte o zaman bu memlekette de insan değerli olur.

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Kaderin İlginç Döngüsü


Bir patron düşünün. Çalışanlarına asgari ücret verip bunun dışında da herhangi bir ek gelir/imkan vermeyen bir patron bu patron.

Çalışanlarından Saliha, küçük bir çocuk sahibi. 3 yaşında henüz kızı. Saliha bizim patronun yanında çalışıyor. Haftada 6 gün hem de. Cumartesi öğlene kadar. Kimi zaman akşam vardiyasında da çalıştığı oluyor. Arada sık sık biraz daha fazla para kazanabilmesi için mesai yapmak zorunda kalması da cabası.

Saliha'nın eşi de başka bir işyerinde yine asgari ücretle çalışan bir işçi. Aileleri de uzakta olduğundan çocuklarına bakacak kimse yok. Kreşe vermek için yeterli paraları da olmadığı için çocuğu ücretsiz, gönüllülerin görev aldığı bir dernek bünyesindeki kreşe bırakıyorlar her sabah. Gönüllüler çocuk bakım konusundaki profesyonellerden değil, çeşitli farklı sektörlerde çalışan profesyonellerden, emeklilerden ve pek çok üniversite öğrencisinden oluşuyor. Kreş akşama kadar açık olmadığından oradakilerden yardım istiyor Saliha ve her akşam kızını kapıdaki güvenlik görevlisinden alıyor. Kreş nispeten iyi olmasına rağmen işine çok da yakın olmadığı için akşamları kızına daha erken kavuşmak için biraz fazla koşturması gerekiyor. Çocuğu ufak olduğu için kimi zaman diğer çocuklarla kavga edildiğinde patronundan izin alarak kreşe gitmesi gerekiyor. Bu gidişler kimi zaman maaşından kesintiye dahi yol açabiliyor.

Yukarıda bahsettiğimiz patron sadece iş odaklı değil, aynı zamanda sosyal olarak da aktif zaman geçirmeyi seven bir patron. Aynı zamanda çeşitli dernek/kurumlarda gönüllü olarak çalışmaları da var. Hem de ciddi anlamda zaman harcıyor bu gönüllü çalışmalarına ve çalışanlarını da teşvik etmeye çalışıyor. Yalnız gönüllü çalışmayla yetinmeyip her ay sürekli olarak bu gönüllü çalıştığı kurumlara da maddi yardımda bulunuyor bizim patron. Vermenin önemli olduğunu biliyor. Hatta bu yaptığı bağışları vergiden dahi düşürmeye çalışmıyor.

Bizim Saliha bir Cumartesi günü öğlen iş çıkışında kızını almaya kreşe gittiğinde orada patronunu görüyor. Selamlaştıktan sonra patronu çocuğunu oraya bıraktığını öğreniyor. Biraz ayaküstü sohbet ettiklerinde patron Saliha'nın gelirinin az olduğu için kızını oraya bırakmak durumunda kaldığını ve kimi zaman arada izin alarak kızıyla ilgilenmeye gittiğini öğreniyor. Eşinin de çalıştığını, fakat onun da asgari ücret aldığı için geçimlerini sağlayamadıklarını, gelen paranın anca yeme içme ve kirayla bittiğini öğreniyor. Üzülüyor ama elinden birşey gelmeyeceğini düşünüyor.

Bir de diğer açıdan bakalım:

Saliha çalıştığı işine göre hakkı olduğunu düşündüğü (mesela asgari ücretin 1,5-2 katı kadar) maaş alan bir çalışandır. 3 yaşındaki kızını işyerinin yakınındaki bir kreşe vermektedir. Her gün öğlen arasında, hatta bazen arada kızını görme fırsatı da oluyor. Maaşı zaten iyi olduğundan mesaiye kalması da gerekmediği için normal mesaisinde de oldukça efektif ve mutlu çalışıyor.

Patron ise sosyal hayatına daha çok zaman harcayacak zaman buluyor ve daha mutlu oluyor.

Hangisi sizce hem bireyler hem toplum için daha iyi? Çalışanlarına az maaş verip parayı dernek/vakıf/kar amacı gütmeyen kurumlara vermek mi? Yoksa çalışanlarına hakkını verip gönüllü kurumlara daha az vakit/para vermek mi?

Görsel: http://www.ozguryazilim.com.tr/wp-content/uploads/2013/03/dongu.jpg 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Kadınlar

Kadın bir çiçektir,
Hem de en güzeli,
En renklisi,
En mutlusu.

Siz hiç siyah renkli bir çiçek gördünüz mü?
Ben görmedim.
Bilmiyorum nasıl olduğunu,
olabileceğini.
Bildiğim tek şey,
milyonlarca renk varken
karalar bağlamak yakışmıyor kadına..