5 Mart 2013 Salı

Erbil'den 1

Yaklaşık 3 hafta kadar önceydi. Öğlen konuştuk, alelacele bilet bulundu, alındı..  12 saat geçmeden uçaktaydım. İstikamet Erbil/Irak.

Merak ediyordum. Nasıl bir yerdi acaba. Çok değil, 10 gün kadar önceydi. Bir gazeteciden okumuştum Erbil'in durumunu. Erbil'e gitmişti tekrar. 4 sene sonra tekrar gitmişti. Çok değişmiş diyordu Erbil için. Gelişmiş diyordu. Havaalanı oldukça büyük inşa edilmiş. İleride büyük kargo uçaklarının da inişine müsaade edecek şekilde hem de. İlginçti, merak etmiştim. O kadar kısa sürede gideceğimi ise hayal bile edemezdim.

Facebook üzerinden yazdım hemen. Soranlara, şakayla karışık 'Allah büyük' diyordum, 'inşallah sağ salim geri dönebilirim.' Ben her ne kadar şakaya alsam da ölüm pek de şaka olmayan bir durum. İnsanlar, arkadaşlarım sevmedi bu sözü. Ben de zaten abartma yanlısı değilim.

Kafamda bin bir türlü düşünceyle, neler olacağı, nasıl bir yer olduğuna dair kafamdan birbiri ardına düşünceler geçiyordu. Acaba güvenli miydi? Acaba gidip dönebilecek miydim? Bomba patlayacak mıydı yakınımda? Pek de sevimli düşünceler olmasa gerek bütün bunlar.

Diğer yandan ise, zaten karamsar, negatif bir insan olmadığım için, gezmeyi de çok sevdiğimden, neler yapabileceğim geçiyordu kafamdan. Düşünüyordum, ne yapsam diye. Orada kalma sürem de 3,5 gün olarak belli olduğu için artık plan yapma zamanıydı. Fakat zaten akşam nasıl geldi, ben nasıl eve geçip hazırlanıp sonra havaalanına gittim vb. hiç bilmiyorum. Çok hızlı oldu herşey ve ben havaalanındaydım. Bir yandan elimdeki lirayı dolara çevirme telaşı, diğer yandan çıkış harcı pulu vb. derken kısa bir süre kala vardım uçağın oraya ve bindim.

Uçakta ağırlıkla Kürtçe konuşuluyordu. İlk defa denk gelmiştim buna. Kendi anadilim konuşuluyordu. Her ne kadar memnun olmasa da bazıları durum buydu. Yolda biraz yazdım. Heyecanımı bu şekilde yatıştırmak istedim. İşe de yaradı hani. Daha uçakta biraz Kürtçe konuşmaya başladık. Ben de çok iyi olmayan Kürtçemi kullanmaya çalışıyordum. 2,5 saat süren yolculuktan sonra vardım Erbil'e.

Havaalanı gerçekten de büyüktü. Belliydi. Çok uçak yoktu henüz daha. Bilgi panosunda 7-8 uçak bilgisi vardı. Gerçi gece varmıştık ama dönüşteki yoğunluk da pek olmadığından henüz daha yeterince aktif olmadığını anlıyordum. Yalnız yine de ileriye dönük, oldukça büyük çaplı bir havaalanı yapılmıştı. Türk mütaahitler yapmıştı havaalanını da. Girişte, biraz yürüdükten sonra beni karşılayan ilk reklam panosunun üstüne 'Welcome to Kurdistan' yazıyordu. Bir anda memleketime geldim gibi düşündüm. Bir haber bülteninde görmüştüm. Sanırım Kemal Burkay'dı. Canlı yayında sunucu Kuzey Irak Kürt Yönetimi diye başlayınca söze, araya girip oranın resmi adı 'Kürtistan Bölgesel Yönetimi'dir. Niye bu kadar kelimelerden kaçıyorsunuz?' demişti. Sunucu cevap vermeyip geçiştirmeyi, Kürdistan yerine de Kürt Yönetimi demeyi tercih etmişti. Kemal Burkay da uzatmamıştı konuyu. Şimdi işte karşımdaydı. Welcome to Kurdistan. Hoşgeldik bakalım. Ne göstereceksin bana?

27 Ocak 2013 Pazar

Mühendis Olmak

Evet, bu seferki konu mühendis olmak.

Peki nedir mühendis? Ya da kimdir mühendis diye sormak sanırım daha doğru. Kimdir mühendis? Mühendis en genel haliyle problemlere/sorunlara analitik bir açıdan bakarak çözüm üreten kişidir. Bu bakış açısı biraz dar gibi görünebilir ama aslında oldukça geniştir. Mühendislik sadece iş olarak görülmemelidir. İşten çok daha öte, bir hayat biçimidir aynı zamanda. Avukatlar gibi düşünebilirsiniz belki. Hani bir avukatla tartışma yapmak çok zordur ya. Ya da bir avukatla sevgili/evli olmak gibi. Her zaman avukat haklıdır. Çünkü adı üstünde: Avukat. Adamın/kadının işi bu. Mühendislik de böyle birşey işte. Bir mühendisle evlenirseniz, sonuçlarına da katlanırsınız. Bu olumsuz gibi görünse de aslında aynı zamanda oldukça olumlu bir sonuçtur.

Mühendis ne yapar peki? Mesela bir mühendis çözüm üretir. Hem de hemen hemen her koşulda. Çözüm adamı/kadınıdır o. Başka türlüsü olmaz, olamaz. Kendisine sunulan, anlatılan sorunlara karşı sadece dinlemekle duramaz. Bir şekilde yardım etmek ister, çözmek ister, çözüm sunmak ister. Bazen bu çözümü karşısındaki istemiyordur aslında. Tek istediği dinlenmektir karşısındakinin. Ama o illaki çözümü sunmak ister ve sunar da bir şekilde. Söyledikleri doğrudur, gayet mantıklıdır, ama sorunun sahibinin bu çözümü uygulamayı isteyip istemediğiyle ilgilenmez mühendis.

Analiz yapar mühendis. Herşeyi en ince detayına kadar analiz eder. Analiz edince içindeki değişkenleri de çok daha açık bir şekilde görme fırsatını bulur. Bu da tabii ki herhangi bir sorunu çok daha rahat görebilmesine ve çözebilmesine yardımcı olur.

İş ilanlarında yazar mesela:
 - .... Mühendisi alınacak. İstenen nitelikler:
   1- Analitik düşünme,
   2- Çözüm odaklı olma,
   3- vs. vs.

Halbuki bu iki temel olgu zaten mühendis olmanın ana şartlarındandır. Yan şartı değildir. Zaten bunlar olmadan mühendis olunmaz ki. İşin nasıl yapıldığını mühendis kadar iyi bilir ustalar ve kalfalar ve formenler. Mühendisi mühendis yapan zaten bu düşünce tarzları ve kafa yapılarıdır.

Özetle, mühendis olmak insan olmaktan ötedir. Ayrı bir ırk ya da cins gibi bile düşünülebilir. 

Son bir fıkra:
- Bir gün yolda giderken adamın biri bir kurbağa bulur. Kurbağa, 'Merhaba, ben aslında kurbağa değil, çok güzel bir prensesim, der. Eğer beni öpersen yeniden insan olabileceğim'
Adam ilgilenir, gülümser ama kurbağayı alıp cebine koyar ve yoluna devam eder. Biraz sonra kurbağa bağırır: 'Bak sana söyledim, der. Eğer beni öper ve insana çevirirsen beni prensesken de öpmene izin vereceğim'.
Adam gülümser, tekrar cebine koyar kurbağayı ve devam eder. Biraz sonra kurbağa bir daha bağırır: 'Tamam, der. Eğer beni öper ve yeniden insana çevirirsen seninle yatacağım'.
Adam gülümser ve kurbağayı tekrar cebine koyar ve yoluna devam eder. Birazdan yine kurbağa bir daha bağırır: 'Eğer beni öper ve yeniden insana çevirirsen istediğin herşeyi yaparım. Yeterki beni kurbağa olmaktan kurtar'. Adam gülümser ve tekrar kurbağayı cebine koymak isterken kurbağa tekrar bağırır: 'Yahu prenses olduğumu, seninle yatacağımı ve istediğin herşeyi yapacağımı söyledim, der. Daha ne istersin?'.
Adam kurbağaya: 'Bak kurbağa prenses, ben bir mühendisim. Hayat oldukça sıkıcı. Açıkcası bir kurbağayı öpüp prensese çevirmek ve onunla yatmaktansa konuşan bir kurbağa daha çok ilgimi çekiyor :)

Yaşasın mühendisler!

28 Haziran 2012 Perşembe

UConn'dan Notlar

Bu yaziyi Connecticut Universitesi'nin bunyesindeki otelden yaziyorum. Geleli 12 gun olmus bile. Eglenceli gecti aslinda bu 12 gun. Bir de mouse pad surekli engellemese beni yazarken harika olacak cidden.

Neyse, istedigim gibi yazamiyorum. Iyisi mi uyuyayim. Uyandiktan sonra daha duzgun yazarim.

Guzel geceler..

15 Haziran 2012 Cuma

İşyerinde Yaşananlar

Böylece bir yer daha bitti kafamda. Aslında ne umutlarla başlamıştım buraya. Hep böyle olmak zorunda mı? İnsanlar hep patrondan çok patronluk yapmak zorunda mı? Niye böyle oluyor?
Bugün İstanbul'daki son günüm. Yarın sabah erkenden New York'a uçmak üzere buradan ayrılıyorum. Bu projenin başvurusunu daha Şubat ayında yapmıştım. Taa Şubat ayında. Düşünsenize, 5 ay olmuş. Ve daha o zaman konuşmuşum şefimle, 3 hafta olmayacağımı. Nedense son güne gelince herkes bir başka alemde oluyor. Verilen sözler, konuşulan konular hep unutuluyor. İnsanların kafasında sadece gideceğin var. Şirket ne yapar sen gidersen? Telefon almak lazım oraya gidince. Ulaşması lazım insanların sana. Zor işler bunlar. Çok zor. İnsanın kendi işini yapması lazım. Kendi tatilini de seçmesinin ana yolu bu! Diğer türlü olmuyor bu işler. kendi tatilini seçemiyorsun. Aylar önceden konuşuyor haber veriyorsun. Son ana bırakmıyorsun hiçbir şeyi. Fakat son anda ne oluyorsa oluyor ve insanlar niye gidiyorsun diyor. 3 hafta uzun değil mi diyor. Ya da gelecek sene de olmasın böyle diyor. Sanki eğlenmeye gidiyorum 3 haftalığına? Ki eğlenmeye de gitsem kime ne? Benim zamanım, benim param, benim izinim.

Derdiniz ne be kardeşim?

Eğer bir yerde çalışıyorsam, zamanı geldiğinde izin de kullanmak en doğal hakkımdır. Yok bundan sonra iki hafta üstüste izin kullanmayacakmışım. Niye? Çünkü patron öyle istiyor. Çünkü sen gidersen müşterilere kimse cevap veremez. Sorunlar yaşıyoruz. Bir firma bu kadar mı aciz olur?

Gitmek lazım, yaşamak lazım, istediğin gibi gezebilmek lazım...

Patrondan daha çok patroncu olan yerde durmamak lazım. Ne kadar çok patron o kadar büyük problem. Bir yerde bir patron olur, bir sürü değil. İş hayatında en sevmediğim durumlara düştüm yine. Ne kadar çabalarsan çabala olmuyor. İnsanlara aylar öncesinden haber veriyorsun, olmuyor. Anlatıyorsun, söylüyorsun. Bak bu kadar kalacağım diyorsun. Yok, olmuyor kardeşim, olmuyor işte. Niye zorluyorsun ki? Anlamayan anlamıyor. Daha doğrusu anlamak istemeyen anlamıyor. İnsanlar böyle programlara katılabilmek için ne paralar akıtıyor. Nasıl çabalar sarfediyor. Para akıtarak bile yapamayanlar var. Ama o aşamaların hepsini geçmişsin, son aşamaya gelmişsin. Gerçi ne son aşaması, herşey tamam. Bir gitmek kalmış. Onda da gidemiyorsun. Niye? Çünkü insanlar senin ne dediğin dinlememiş ki. Dinlemeyince ne oluyor peki? Böyle son an golleri atılıyor işte.

Bu saçmalıklar hep beni mi bulmak zorunda? Nereye kadar? Aslında belli nereye kadar olduğu. Kendi işimin patronu oluncaya kadar. Kendi işim. Ne yapacağım peki iş olarak? Asıl soru da orada ortaya çıkıyor.Yapılacak belli olduktan sonra nasılını ve ne olduğunu belirlemek o kadar da zor değil aslında.

Bunu bana yapmaya hakları yoktu. Beni son anda böyle germeye hakları yoktu. Hiç kimsenin hem de. Şimdi yukarı eski müdürümle de konuşmaya çıkıyorum. 

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tangoya Nasıl Başladım?

Ilk ne zaman başladığımı hatırlamıyorum tam olarak. Sanırım 2008 sonlarındaydık.. Yalnız Berna'nın sevdiğini ve yaptığını biliyordum. Başlamayı da düşünüyor olmama rağmen bir kursa gitmem biraz zaman aldı. Bir pazar akşamı Malecon'da 22.00'e kadar salsa dersinden sonra biraz daha kalmıştım. Hafta içi olduğundan normalde fazla kalmıyordum ders sonrasında. Fakat o gün bir değişiklik yapıp kaldım ve 22.30'da tango dersinin olduğunu öğrendim. Daha önce hiç o kadar kalmadığımdan bilmiyordum. Kimse de söylememişti. O gün tango dersini sonuna kadar izledim. Oldukça ilgimi çekmişti. 23.30'da bitti. Kız-erkek dengesi fena değildi birkaç erkek eksiği dışında. Yani o gün bile başlayabilirmişim meğerse, ama izlemekle yetinmiştim. Dersin bitiminde dersi veren kadın ile daha sonrasında ilk tango hocam olacak Richard Garcia bir şarkı tango yaptılar.

Kadın Kokusu adlı filmde Al Pacino'nun tango yaptığı sahneyi izledikten sonra tangoya başlayan ve bunu hayatının önemli bir yerine yerleştirenleri çok okumuştum ama benimki biraz daha farklı oldu.

Önce ışıklar kısıldı. Hafif bir tango çalmaya başladı. İkisi sahnenin tam ortasında, tangocuların "kapalı tutuş" dedikleri şekilde sarılarak durmuş, sanki müziğin biraz daha yerleşmesini, içlerine nüfuz etmesini bekliyor gibiydi. Daha sonra yavaş yavaş hareket ederek başladılar dans etmeye. O dans, çıplak gözle izlediğim ilk tango dansıydı. Müziğin yavaşlığından da kaynaklı, oldukça yavaş adımlarla, sahnede yürüyorlardı sanki. Kadın, uzun eteğinin de etkisiyle, sanki yürümüyor, yerde su misali akıyor gibiydi.. Dans sırasında gözlerini bir kere olsun açmadı. Yüzünde müthiş bir rahatlık ve o an müzikle dans ediyor gibi değil de, uçuyormuşçasına özgür olduğuna dair bir ifade vardı sanki.. Gerçekten de dansları bir yandan yürüme olsa da diğer yandan uçuyor oldukları izlenmini veriyordu bana..Dans, müzikle ve partnerle birleşip bir olduğunda, en güzel halini alıyor.. Karşımda bu üçlünün en güzel hali vardı..

Tutkunun, aşkın dansı denen tangoyu işte o sırada sevdim. Ve o günkü derse girmediğime sonradan çok pişman oldum. Meğerse her dersin başında önce temel 8'li temel adım denen hareketin üstünden geçilip, sonrasında bir figür öğreniliyormuş. O günü kaçırmıştım ama başka kaçıramazdım. Dersi veren kadınla konuştum ve haftada bir ders verdiğini öğrendim. Bir sonraki hafta oradaydım ama eğitmen gelmemişti. Sonraki hafta yine bekledim ama eğitmen bu kez de hastalandığından gelememişti. Birkaç hafta böyle geçtikten sonra benim gidemediğim bir pazar gecesinde ders yapılmıştı. Bir sonraki hafta gittiğimde son dersin yapılmış olduğunu, bir daha da tango dersi yapılmayacağını öğrendim. Müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım bunun üzerine. O kadar istemiştim tango öğrenmeye başlamayı, ama olmamıştı.

Dubai'de internet kullanımı oradan beklendiği gibi çok yaygın değildi o zamanlar.  Ama şansa dans dünyası biraz daha farklı. Sonraki günlerde biraz araştırma yapınca Richard'a, yani o günkü kızın partnerine ulaştım. Bu şekilde ilk tango derslerim başlamış oldu. Haftada sadece bir gün vardı dersler ve ücreti de derste ödendiğinden tam benlikti.

Böylece tango serüvenim başlamış oldu.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Olasılıksız - Adam Fawer

Sadece kitabı okumuş olanlar okusun bunu. Yoksa kitabın keyfi kaçabilir!!!!


Şu anda halen daha okuyor olduğum ve büyük ihtimalle yarın bitecek olan Olasılıksız kitabını okurken kafam bir yerde karıştı. Aslında gerçekten de çok sürükleyici, TV/sinema'da gördüğümüz Amerikan filmlerindeki hikayelere benzer, ama aynı zamanda içinde de çok fazla bilimsel detay bulunduran, çeşitli araştırmalar ve bilimsel teorilerle ilgili bilgiler veren bir roman.

Benim kafamı karıştıran ise kitapta yapıldığını farkettiğim bir hata. Bir yerinde Dr. Tversky daha fazla fon alabilmek için UGA'nın başındaki Dr. Forsythe ile görüşmeye gidiyor. Sonra istediğini alamadan çıkıyor oradan.
Sonra Doc, sonradan Dr. Tversky olduğunu öğreniyoruz, Caine ile bir restorana giderken oraya Peter geliyor. Ve sanki Forsythe ile fon görüşmesinden çıkan kendisiymiş gibi "Heisenberg" hakkında konuştuğu biriyle olan dialogunun kötü geçtiğini söylüyor.
Doc'un sinirli olması, Forsythe ile konuşmasının sonucu olarak görülebilir ama Caine ile ders çıkışı o restorana gittiğinden bu da çok mantıklı gelmedi. Bir önceki gün olduğuna dair de bir detay göremedim.
En son gerçekçi gelmeyen ise Forsythe ile Doc'un, yani Tversky'nin gayet arkadaşça ve birlikte çalışıyormuşçasına olan konuşmaları. Sanki birkaç gün öncesinde tartışan ve diğerini öldürüp bilimsel çalışmalarına sahiplenmeyi planlayan Forsythe değilmiş gibi. Neyse görücez bakalım ...

El Azem...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Depresyon

Demek ki böyle bir şeymiş depresyon dedikleri.
İş güç yok...
Kalp hiç olmadığı kadar dolu ve hiç olmadığı kadar da boş...
Hayat yine de güzel.
Her zaman söyledim bu lafı. 'Hayat güzeldir'.
Sanırım senelerdir söylediğim bu lafın üstünde ilk defa düşünüyorum biraz daha detaylı.
Gözlerim doluyor. Ama akamıyor nedense. Akmalı mı akmamalı mı?
Gözyaşları gözümün burna en yakın kıyısına gelip oradan aşağı doğru inişe geçmeye hazırlanıyor. Yalnız birde kuruyor gözyaşları yine.
Tekrar geliyor kıyıya kadar ama akamıyor aşağıya doğru. Bir akabilse devamının da geleceğinden mi korkuyor acaba? Sanırım bunun cevabı 'Evet'.

Ben değil miydim kendi ufak tefek problemlerimizi dünyanın büyük sorunlarıyla, daha sonra evrenin büyüklüğüyle karşılaştırıp önemsiz olduklarına kanaat getiren. Ne oldu peki beni böylesine duygulandıran?
Yaklaşık 7 senenin bitme noktasında olması mı acaba?
Belki de...