13 Mart 2014 Perşembe

Yalnızlık

Bazen tek başınasındır.
Tüm etrafındaki onlarca,
belki de yüzlerce insana rağmen hem de,
Tek başınasındır.

Yalnız değilsindir birçoklarına göre.
Tek başına değilsindir.
Hatta tam tersine çok sosyalsindir.
Aşırı sosyal belki de.

Belki de bu sadece görünendir.
Buzdağının görünen kısmı gibi,
kimseye göstermediğin,
daha derin bir kısmı da vardır görünenin.
Daha derin ve daha büyük.

İlk anda, acil durumda, arayabileceğin insanların listesini sorsalar mesela,
ailen dışında yoktur belki de verecek isim.
Teksindir çünkü,
tek başınasındır.
Ve bunu sadece sen bilirsin... 

Sonra bir gün gelir.
Girer biri hayatına.
Kapıyı bile çalmadan hem de.
Farkına bile varmadan.
Ne olduğunu bile anlamadan.
Bir de bakmışsın, orada o,
orada işte..
Gelmiş,
seni izliyor muzır muzır gülümseyerek..

Sanki hiç tek başına kalan,
tek hisseden,
yalnız,
zorda kaldığında arayacak arkadaşı bile olmayan,
sen değilsindir.


Gerçekten de hissedersin bunu.
Çünkü hayatındaki tüm boşlukları doldurur varlığıyla.
İhtiyaç duymazsın bir başkasına.
Hatta belki de ailene bile.
En yakınım dediklerine bile.

'Hayatım' deriz ya bazen sevdiğimize,
öyle bir şey işte.
Hayatımız olur yeni gelen.
Hoş gelmiş,
sefa getirmiştir.
İstediği kadar kalabilir.
Hatta, dilerse tabii, sonsuza kadar bile,
kalabilir.

Kalır da,
uzuun bir süre hem de.
herşeyin olur.
Sinemaya onunla gidersin,
tiyatroya onunla.
Tatile onunla çıkarsın,
yürüyüşe onunla.
Öyle ki, berbere bile onunla gidersin bazen,
ya da gitmek istersin..

Ayrılamazsın ondan,
istemezsin bir anlığına bile,
ondan ayrı olmayı.
Her an seninle olsun istersin,
her an yanında,
içinde,
ruhunda..

Artık bir olmuşsunuzdur çünkü.
Tek olmuşsunuzdur.
İki ayrı beden,
tek ruh..

Yalnız hayatta, nedense, hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor.
Bir gün geliyor,
geldiği gibi gidiyor.
Geldiği yere mi
yoksa başka bir yere mi
yoksa cennete mi?
Kimseye bir haber vermeden hem de
gidebiliyor...

Bize kalan ise, 'İyi ki gelmiştin' demek oluyor..

11 Mart 2014 Salı

Berkin Elvan artık yok..

Evet, Berkin Elvan artık yok. Umut da onunla birlikte gitti..
15 yaşına hastanede, komada girmişti.. Zaten hepi topu 45 kiloydu. Ondan da 16 kiloya kadar düşmüştü. Kalmamıştı pek birşey bedeninden aslında. Umut hep vardı, onunla birlikteydi. İlk defa milyonlarca insan arkasındaydı ve bir çocuk için dua ediyordu. En solcusundan en sağcısına herkes dua ediyordu. İlk defa devlet/hükümet toplumun neredeyse bütün kesimleri için düşman olmuştu.
Başbakan çıkıp Suriyeli, Mısırlı çocuklar için ağlıyordu, dua ediyordu. Bir kere bile aklından geçmiş miydi acaba öldürdüğü Berkin? Pek zannetmiyorum.
Tek günahı sabah sabah, çatışmaların ortasında evinden ekmek almak için dışarı çıkmasıydı. Başka birşey değil. Gösteriye katılmamış, çatışmamıştı polisle. Ki yapsa dahi öldürülmesi için bir neden olabilir miydi?
Bir çocuk yahu! Ondördünde bir çocuktu o. Evine kahvaltı için ekmek alacaktı.
Emniyet orada hangi polislerin olduğunu bilmiyor. TİM şefinin orada kimlerin olduğundan haberi yok. Toplu hafıza kaybına uğramışlar.
Şimdi onlarca "keşke" ile başlayan cümle kurabilirim ama bunlar birşeyi değiştirir mi? Berkin geri gelir mi? Ne yazık ki cevap koskoca bir "hayır".Yaşanmıyor "keşke"lerle. Yoruyor insanı çünkü o kadar keşke demek.
Cumhurun başı dün aradı babasını. Babasının tek istediği hastane önünde polisin yaptığı baskının ve gaz bombalarının kaldırılmasıydı sadece. O bile olmadı.
Aciz bir milletiz, aciz. Kendimizden başkasını düşünmeyen, başımıza gelmedikçe hiçbir şeyin umrumuzda olmadığı, böyle şeylerin hep başkalarının başına geldiğini düşünen bir millet.
En çok bir şeye üzülüyorum. Haziran 2013'ten bu yana çok şey değişti. İnsanlar polisin ve devletin asıl yüzünü gördüler. Terörü asıl yaratanı gördüler. Yalnız 20 gün sonra yerel seçimler, Ağustos'ta da cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak. Üzüldüğüm şey ise insanların, halkımızın o zamana kadar tüm bu olanları unutacağına inanmam. Bir kesim unutmayacak, ama zaten onlar hiç unutmuyor.
Berkin de ne yazık ki yitenlerden biri kalacak.. Keşke öyle olmayacak olsaydı..
Kelimeler.. Kelimeler artık boş ve gereksiz.. 

5 Mart 2014 Çarşamba

Tangoya Başlangıcım

Senelerden bir sene..

Salsa dersine gitmiştim. Dersin bitiminde normalde yapmadığım birşeyi yaptım, biraz daha kaldım. Bir bira içip oturdum barda. Bar ile sahne mekanın ortasında arka arkaya duruyordu. Pist de sahnenin önündeydi.

Yarım saat kadar sonra bir de baktım ders yaptığımız yerde yeni bir grup toplanmıştı. Ben de o tarafa döndüm içkimi alarak. Sonraki bir saat boyunca tango dersi olduğunu öğrendim. Kafamda başlama planı vardı ama yakın bir gelecekte değil. İzledim dersin tamamını. Sonradan öğrendiğim kadarıyla başlangıç denebilecek seviyede öğreniyorlardı. Eğitmen Avrupalı olduğunu tahmin ettiğim güzel bir kadındı. Kıyafeti ise daha çok İspanyollar gibi gelmişti o anda bana.

Ders başladı ve bir saat kadar devam etti. Sonradan çok düşündüm o anda derse başlamalı mıydım diye. Tabii haberim olmadığından başlamamıştım. Meğerse her derse yeni insanlar da katılabildiği için sürekli başlangıç hareketlerini, yürüme, dönüşler ve pivotları öğretiyorlarmış. Sonradan öğrendim tüm bunları.

Ders bitiminde biraz daha kalıp derse katılanlarla ve eğitmenle konuşmak istiyordum. Sonlara doğru, adının Richard Garcia olduğunu öğrendiğim ve sonradan benim ilk tango hocam olacak kişi geldi. Ders bittikten sonra ışıklar kısıldı. İçerisi oldukça loş bir ışık altındaydı. Müziğin hangisi olduğunu hatırlamıyorum ne yazık ki. Hatırladığım çok yavaş ve sakin bir tango parçasının çaldığıydı. Richard görüntü itibariyle tam bir tango erkeğiydi. Dik duruşu, bakışları, belden hafif geniş gibi ama paçaları nispeten dar sayılabilecek kumaş pantalonu ve dar gömleğiyle, kadını kollarında sarması ve hareketleri ile tam bir tango erkeği görüntüsü veriyordu.

Adını bilmediğim kadın ise ilk bakışta biraz daha flamenko yapan kadınlar gibi giyinmişti. Tek farkı eteğinin nispeten sade sayılabilecek hafif desenleriydi. Eteği ayak bileği seviyesinde ve oldukça genişti. Üstünde ise siyah renkli rahat bir bluz vardı. Saçları upuzun ve çok güzel olmasına rağmen arkada toplanmıştı. Ders sırasında ayaklarının görünmesi için sık sık eteğini kaldırıyordu diz seviyesine kadar. Görüntü itibariyle oldukça etkileyiciydi yani..

Ve dans başladı. Hepi topu bir şarkı. Işıklar loş, müzik yavaş, ritim yavaş, ortamda başka hiçbir ses yok. Kapalı tutuşta dans ettiler. Üst beden sürekli temas halinde yani. Kadının kafası hafif sola doğru dönük, biraz aşağı eğilmiş ve erkeğin kafasının yanındaydı. Bir şarkılık dans boyunca o gözler bir kere olsun açılmadı. Güven ve sorumluluk vardı işin içinde. Kendini tamamen erkeğin kollarına bırakmış, erkek nereye yönlendirse, nasıl enerjiler veriyorsa karşılık veriyordu. Zaten erkek de sert denebileceğik duruş ve bakışlarıyla 'Bu işi biliyorum ben' diyor gibiydi. Dans ettiler. Bir şarkı boyunca. Belkide ilk defa bir şarkının bitmesini istememiştim. Dans ediyorlardı. Danslarının içinde ne atma-tutmalar, ne abartı seviyede hızlı hareketler, ne de çok fazla figür vardı. Tek yaptıkları basit bir şekilde yürüyerek müziğe eşlik etmekti. Onu da mükemmel derecede güzel yaptılar. Müzik bazen biraz hızlanıyor, sonra tekrar yavaşlıyordu. Onlar ise müziğe kendilerini bırakmış, danslarına odaklanmışlardı. Birkaç yerde kapalı tutuştan ayrılıp tekrar birleştiler. Kadının gözleri bir an için olsa da açılmadı. Müziğin sonuna gelindiğinde ise erkek birkaç biraz gösterişli hareket yaparak pozlarını verip dansı bitirdi. Belki de şimdilerde her dansın sonunda poz vermeye çalışmamın arka planında da bu yatıyordur. Kim bilir?

Dans bitti. Ben ise halen daha etkisinden kurtulamamıştım. Müthiş derecede etkilemişti bu dans beni. Sonraki senelerde, şimdiye kadar, o kadar etkileyici bir dans daha izlemedim.

Dans sonunda gidip eğitmen kadınla konuştum ve her hafta Pazar günü o saatlerde yapıldığını öğrendim kursun. Sonraki birkaç hafta gitmeme rağmen bir türlü denk gelemedik. Hep bir aksilik çıkıyordu. Ya hastalanıyor, ya da başka bir işi çıkıyor ya da şehir dışında oluyordu. Bir hafta da benim işim çıkmış, o hafta ders olmuştu. Yalnız son ders. Yani oradan hiç ders almadım. Birkaç hafta sonra ise o gün orada gördüğüm Richard Garcia'dan ders almaya başlamıştım.




Tango - 2

Tango hayat gibidir aslında.
Nasıl hayatın ritmi içinde birşeyler yapmaya çalışırsın, tangoda da müziğin ritmi eşliğinde yaparsın aynı şeyleri...
Nasıl hayatın ritmi dışına çıkarsan işler karışabilirse tangoda da öyledir.
Dans ederken müziğin seni yönlendirmesine izin verirsin.
Bırakırsın müzik söylesin nasıl adım atacağını.
Nereye adım atacağını.
Adımının ne kadar uzun ya da ne kadar kısa olacağını.
Adımlar arasında uzun beklemelerin olacağını.
Ya da çok hızlı adımların birbirini takip edeceğini.
Bir hızlanıp bir yavaşlaman gerektiğini de müzik söyler.
Hepsi parçasıdır tangonun.
Birbirinin devamıdır hepsi.
İleri doğru bir adım atarsın.
Beklersin müziğin beklediği gibi.
Sonra ilerlersin.
Birden geri dönersin, müzik öyle demiştir çünkü.
Dönersin etrafında.
Hızlanırsın bir anda, herşeyi üst üste yapman gerekir.
Sonra daha da hızlanırsın.
Hızlanıp yavaşlarsın ara ara.
İşte o zaman müziğin, ritmin, tangonun tepe noktasıdır.
Tabii her tepenin olduğu gibi her hızlı ritmin de bir yavaşlaması, inişi vardır.
Yavaşlarsın, sakinleşirsin,
Sonra..
İyice yavaşlarsın.
Ve son pozunu vererek dansını bitirirsin..

26 Şubat 2014 Çarşamba

Mesafeler

Mesafeler, iki noktanın birbirinden uzaklığı yani.

Tabii ki bu sadece matematiksel bir ifadeyle sınırlandırılamayacak kadar geniş bir konu bu. Mesafeler, hayatımızda birçok alanda karşımıza çıkıyor. Seçeceğimiz işten tutun, çıkmayı düşündüğümüz/hoşlandığımız insanın oturduğu yere, bireysel ilişikilerden, insanların bize yaklaşabilecekleri miktara kadar hepsine mesafe diyoruz aslında.

Can Yücel demiş ya zamanında, 'En uzak mesafe, iki kafa arasındadır, birbirini anlamayan.'.
Biraz düşününce şairin haklılığı da ortaya çıkıyor aslında.

Bir yandan mecazi olarak kullanıyoruz. Diğer yandan gerçek.

Her anımız bir mesafeyi aşmak, aşabilmek için çabalamakla geçiyor.

(Devamı gelecek..)

Hayat

Hayat öyle birşey ki, bir an çok yoğun stres içinde birkaç saatte bir sene yaşlanırken diğer yandan sadece bir gülüş, bir bakış, ya da fiziksel olarak görmesek de bir sıcak söz, bir teşekkür, sadece teşekkür etmek için açılmış bir telefon ile bambaşka bir yöne dönebiliyor..

Bir an çok mutsuzsundur, bir an sonra dünyanın en mutlu insanı gibi hisserdersin..
Bir an streslisindir, bir an sonra dünyanın en rahat insanı oluverirsin..
Bir an ağlarsın, bir an sonra dünyanın en keyifli kahkahasını atarsın..
Hep o bir kişiyle alakalıdır bu..

Hayat mı?
O gerçekten çok güzell.. 

24 Şubat 2014 Pazartesi

Hayat ve Hedefler

İnsanın hedefleri olmalı hayatta.
Hem de herkesin.
7'den 70'e herkesin.
7 yaşındaki için olmasa da 5 yaşındaki bir çocuk için mesela, etrafa ve üstüne sıçratmadan tuvalette işini görmek,  maharet ister. Bu hedefi olabilir ufacık çocuğun. Ya da 70 yaşındaki bir ortayaşlının.
Yabancı dil öğrenmek mesela. Hedef konabilir. En az 5 dili ana dilde konuşacağım. Bunu 30 yaşına kadar yapacağım.
Burada iki konu var. Biri hedefin ne olduğu. Yani ulaşılabilir, başarılabilir olması. Diğeri ise hedefi belli bir zaman içinde gerçekleştirmek. Koyduğun hedefe 5 değil de 20 sene içinde ulaşırsan bunda başarı var denemez. Ya da hedef koyup bunun için belli bir zaman dilimi öngörmezsek.
5 dil öğreneceğim. Ne zamana kadar? Ömrümün sonuna kadar. Bunu gerçekten de hedef olarak düşünebilir miyiz? Bana pek de mümkün gelmiyor. Hedefler koymalı. Ulaşılabilir ve gerçekleştirilebilir.
Bu dediklerim her ne kadar sayısal görünse de aslında değil. Bu hayatın gerçeği.
Hedefler aynı zamanda hayata anlam da katar. Amaç katar. Hani en bilinmez sorudur ya, hayatın anlamı. Bu hedefler hayatın anlamı olabilir. Hayatın anlamını bu hedeflerle belirleyebiliriz. Benim için dil öğrenmek, bir başkası için gezmek, daha bir başkası için de fotoğraf olabilir. Ya da daha da yaygın, ailemiz olabilir hayatın anlamı. Annem için mesela hedefi bizim hepimizi evlendirmek. En kısa zamanda. Bunun için de elinden geleni yapıyor.
Gezmek mesela. Bu yıl bitinceye kadar 5 yeni ülkeye gitmek. Bu bir hedeftir. Hem de gayet elle tutulur ve gerçekçi bir hedef. Tek yapmam gereken yıl sonuna kadar 5 yeni ülkeye gitmek. Bunun için programımı önceden organize edebilir ve bunu gerçekleştirebilirim.
Şimdiye kadar benim de hedefim var sanıyordum bu konuda. 100 ülkeye ve bunlardaki 1000 şehre gitmekti hedefim. Düşününce bunun çok da gerçekçi ve doğru bir hedef olmadığını anladım. Neden peki? Çünkü bir zaman sınırım yok. Bunu 3 senede de, 5 senede de 30 senede de gerçekleştirebilirim. Bana bağlı herşey. Fakat 2014 yılında 5 yeni ülkeye gideceğim dediğim zaman burada herşey var. Zaman sınırı da, belli bir hedef de. Herşey belli. Bana düşen bu hedefe nasıl ulaşabileceğimi organize etmek.

10 yıl içinde dünyaya barış getirme hedefi mesela, çok da mümkün değil. Nedeni ise savaşı oluşturan koşulların 10 senede ortadan kaldırılamayacağı. Bu sadece sebeplerle de alakalı değil. Sebep olması gerekmiyor bir ülkenin bir diğerine saldırması için.
Silahların %50 oranında azaltılması, 20 sene içinde, nispeten daha mümkün görünen bir hedef olabilir pekala.
Demem o ki, hedefler lazım. Dünya için de, kendimiz için de.