20 Mayıs 2010 Perşembe

Depresyon

Demek ki böyle bir şeymiş depresyon dedikleri.
İş güç yok...
Kalp hiç olmadığı kadar dolu ve hiç olmadığı kadar da boş...
Hayat yine de güzel.
Her zaman söyledim bu lafı. 'Hayat güzeldir'.
Sanırım senelerdir söylediğim bu lafın üstünde ilk defa düşünüyorum biraz daha detaylı.
Gözlerim doluyor. Ama akamıyor nedense. Akmalı mı akmamalı mı?
Gözyaşları gözümün burna en yakın kıyısına gelip oradan aşağı doğru inişe geçmeye hazırlanıyor. Yalnız birde kuruyor gözyaşları yine.
Tekrar geliyor kıyıya kadar ama akamıyor aşağıya doğru. Bir akabilse devamının da geleceğinden mi korkuyor acaba? Sanırım bunun cevabı 'Evet'.

Ben değil miydim kendi ufak tefek problemlerimizi dünyanın büyük sorunlarıyla, daha sonra evrenin büyüklüğüyle karşılaştırıp önemsiz olduklarına kanaat getiren. Ne oldu peki beni böylesine duygulandıran?
Yaklaşık 7 senenin bitme noktasında olması mı acaba?
Belki de...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Anayasa Değişikliği Tartışmaları

Biraz da siyaset...
Son günlerde gündemimiz bir anda değişti. Açılımlar (Kürt açılımı, Roman açılımı, Ermeni açılımı, Demokratik açılım, adına ne derseniz deyin), AB'yi bırakın ekonomik kriz, işsizlik gibi ülkemizin en önemli sorunlarının da ötesinde tartışılmaya başlandı anayasa değişikliği. Tartışma aslında bizim memlekete özel tartışma şeklinde gidiyor. Yani kimse karşısındakine kendi fikrini anlatmaya çalışmıyor. Tek yapılan kendi fikirlerini, kendi doğrularını empoze etmeye çalışmak, kendi doğrusunu tek ve geçerli doğru olarak kabul etmek. Tam da Türkiye'ye özel denebilecek bir yaklaşım.
'Neler getiriyor bu değişiklikler?' konusundan ziyade üstünde durduğum konu muhalefet yöntemi. Ne yapıyor muhalefet partileri, ya da yargı organları temsilcileri, ya da STK'lar? Doğrudan 'İstemezuk' tavrı takınıyorlar. Yapıcı eleştiri, yapıcı muhalefet yapmak nerdee... Herkes kendi derdinde. MHP katılmama gerekçesini, ki daha teklifi okumadan önce bile, bu meclisin değil de bir sonraki meclisin bunu yapması şeklinde ortaya koydu. Sanki şimdiki milletvekilleri öcü de yeni gelecekler melek. Ya da diğer bir tabirle, bir sonraki seçimle gelecekler şimdikilerden çok daha iyi olacak... Yok böyle bir şey.
Şimdiye kadar her gelen bir diğerini arattı. Her gelen çaldı, çırptı ve gitti. Memlekete fayda sağlayan çok az çıktı. Onları da zaten ülkede 'en güvenilen kurum' olan ordu tarafından alaşağı edildi. Ordu konusuna sonra geleceğim gerçi. CHP'ye gelirsek onların da dediği aslında MHP'ye paralel bir nevi. Birlikte oturup bir şeyler yapalım derken (belki de yakın bir gelecekte bir daha gelmeyecek) var olan paket üzerinde çalışmaya kesinlikle yanaşmıyor. Neymiş? AKP'nin paketiymiş. Kendileri bir öneri paketi getirip sundular sanki de şimdi de uzlaşmadan böyle bir şeyi yapmayın diyorlar. BDP kendi derdinde zaten. Aslında destek verecekler sanırım ama ön koşul sürüyorlar. Abdullah Öcalan da kendisi dahil olamadığı için BDP'nin hayırcılar arasında olmasını istiyor.
Geçende Ahmet Altan'dan okudum. Cumhuriyetin temelleri sarsılıyor, varsın yıkılsın diyordu. Kesinlikle katılıyorum. Türkiye ilk kurulduğunda 'Tek adam' üzerine kuruldu. Atatürk çok güçlü bir kişiydi. Bu yüzden de cumhuriyetin ilk seneleri nispeten daha rahat geçti. Muhalefet olarak sadece bazı halk önderleri olduğundan, tek parti iktidarı bunların rahatça üstesinden geldi. Zaman zaman katliam (Dersim katliamı) da yaparak. Yalnız Atatürk giderken arkasında bıraktığı halkın cumhuriyetinden ziyade ordunun cumhuriyeti olmuştu. Halk seçiyordu. Ordu ise işler istediği gibi gitmediğinde baştan indiriyordu halkın seçtiklerini. Ana neden hep bu ülkenin insanının güvenilmez olarak görülmesiydi aslında. Başka da bir nedeni yoktu. Bazıları hep bizim için iyi olanı bizden daha iyi biliyordu. İşte bu yüzden hep eğitimsiz bırakıldık. Doğuda halen daha ağaların egemenliği sürüyor. Bu şekildeki cumhuriyetin temellerinin sarsılması hatta yıkılmasını istemek çok da kötü gelmiyor bana. Halkın egemen olduğu bir cumhuriyete demokratik de denebilir ama şimdiki gibi birkaç adamın cumhuriyetine değil. Birkaç adam dediğim de başta ordu olmak üzere HSYK, Anayasa Mahkemesi vb. kurumlar. Onlar hep bizim için en iyi olanı bizden daha iyi bildiklerinden şimdi de onlar karar vermek istiyorlar. Eskisi gibi güçleri ellerinde olsun istiyorlar. Önerilen değişiklikler onların sultasını yıkmak anlamında olduğundan etekleri tutuşuyor tabii ki. Ordu'nun zaten geçmişi çok temiz olmadığından biraz daha sessiz duruyor. Göreve HSYK başkanvekili, Yargıtay başkanı ve Anayasa Mahkemesi geçmiş durumda. Yargının bağımsızlığının yapılması istenen değişikliklerle yok olacağını söylüyorlar Ordudan emir alan bir yargı sisteminin bağımsızlığı ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Bu akşam Kanal D'nin Avrupa yayınında Sabih Kanadoğlu konuk olarak yer aldığı 32. Gün'ü izledim. Yayında Mehmet Ali Birand'ın da sorularıyla yönlendirmesiyle Anayasa Mahkemesine 'Kardeşim size dava geldiğinde acele davranın, çabuk değerlendirin ve referandum olmasını beklemeden iptal edin'; Meclis'e, 'Sonuna kadar direnin ve onay vermeyin'; Halk'a, 'Yüce Türk Milleti, siz bir şeyden anlamazsınız, umarım size kadar gelmez anayasa değişikliği, gelirse de bir zahmet hayır deyin ki biz de sultamızı devam ettirelim' şeklindeydi. Bir mühendis hukuktan ne kadar anlarsa ben de o kadar anlarım. Ama bu konuşmadaki tavsiyeler, gösterilen yollar, bana göre bile hukuka aykırı. Daha devam eden bir sürece böylesine müdahil olmasının dışında bir de Türkiye'nin en yüksek yargı kurumuna işini nasıl ve ne kadar hızlı yapması gerektiğini söyleme cür'etini gösterebiliyor Yargıtay Onursal Başkanı. Bir şey daha söyledi Yargıtay Onursal Başkanı: Anayasa'nın geçici 15. maddesinin (12 Eylül uygulayıcılarına yargı zırhı getiren madde) iptaline kendisinin de olumlu oy vereceğini ama bunun gerekçesi darbe yapanları yargılamak değil de o maddenin artık orada durmasına gerek olmadığı. 12 Eylül darbecilerini koruyan bir Yargıtay Onursal Başkanı. Yorumsuz.
Ne duruma geldiklerinin açık resmidir alsında bunlar. Statükoyu korumaya yönelik son çabalar.
Zaten geçmişte de 411 oyla meclisin, dolayısıyla halkın, aldığı başörtüsüne dair kararı iptal etme cür'etini bile göstermişti Anayasa Mahkemesi. Dayandıkları da nedense hiç kimsenin beğenmediği ama değiştirmeye de çalışmadığı 82 Anayasası. Değiştirilmek istenen, beğenilmeyen anayasayı şimdi de önerilen değişikliklerin onaylanmasını, kesinleşmesini engellemek için kullanıyorlar.
Bütün bu tartışmalar süredursun Avrupa'dan da sürekli destekleyici açıklamala geliyor. AB'ye uyum çerçevesinde atılması gereken adımlardan bir kısmı da bu şekilde halledilmiş oluyor böylece.
Herkes kendi kararını verecek tabii ama bu yolu açmak lazım kanımca. Yani anayasanın toplu değişimin yolunu. Her ne kadar AKP'yi ve uygulamalarını çok fazla beğenmiyor olsam da bu konuda destekliyorum yapılacak her türlü değişikliği. Çünkü bu bir başlangıç olacak. Belki bir sonraki hükumet de, oy bakımından biraz nimetlenmek için, yeni bir anayasa tasarısı önümüze koyacak. Ve belki sonunda 82 Anayasası'ndan kurtulacağız tamamen.
Diğer senaryo ise bu paket onaylanmayacak. Ya daha meclisteyken, ya da referandum sırasında, ya da en son Anayasa Mahkemesi'nin iptaliyle. Ondan sonra da bir daha da yakın bir gelecekte anayasa değişikliği teklifi bile gelemeyecek.
Ben sonunda daha bilinçli bir halk ve daha demokrat bir ülke istiyorum. Bir de halkından korkmayan, tam tersine halkın gücünden faydalanan ve ondan destek alan bir devlet. Bazıları benden daha iyi bilememeli benim için en iyinin ne olacağını. Kendim için en iyi olanı kendim belirleyebilmeli, kendim uygulatabilmeliyim.
Çok şey istemiyorum sanırım. Ne olacağını da zaman gösterecek. Umarım sonunda kazığı yiyen değil de kazanan halk olur bu kez.

11 Aralık 2009 Cuma

Alışmak...

Evet, başlıktan da anlaşılacağı üzere bugünkü konumuz 'Alışmak'.
Niye peki? Nedenleri var aslında ama burada anlatmak çok da gerekli değil sanki. Burada önemli olan 'Alışmak'ın benim için ne olduğu. Etkileri ve tepkileri...

Alışmak her ne kadar zor olsa da alışkanlıklardan kurtulmak çok daha fazla zorlayabiliyor insanı. Bazı değerleri kaybetmek pahasına korumak isteyebiliyor insan alışkanlıklarını korumak uğruna. Peki neden?

Önce işin bilimsel boyutuna gelelim. Insanoğlunun herhangi bir şeye alışması için 21 gün yapması gerekiyormuş aynı işi/hareketi/sporu vs. 21 gün içinde beynin içinde oluşan bölüm o alışkanlık unutulsa bile hatırlatıyor insana o alışkanlığını. En basit olarak diş fırçalamayı örnek gösterebiliriz buna. 21 gün boyunca her gece uyumadan önce dişinizi fırçaladığınız takdirde bu sürenin sonunu takiben her fırçalamayı unuttuğunuzda yataktayken, uykuya dalmadan hemen önce de olsa dişlerinizi fırçalamadığınız aklınıza gelir ve yataktan çıkarsınız. Bunu, yani diş fırçalamayı, külfet olarak görüyorsanız yapmanız gereken bikaç gün üstüste dişinizi fırçalamak aklınıza geldikçe, kendinizi rahatsız hissettikçe, bu alışkanlığın gereğini yerine getirmemektir. Bu şekilde bikaç günden sonra artık gece uyurken aklınıza gelmez diş fırçalamak.

Hayatın başka aşamalarında da sözkonusudur bu. Yalnız bazı alışkanlıklar da var ki onları bırakmak o kadar da kolay değil. Mesela evlilikler. Hani derler ya, evlilik aşkı öldürür diye. Peki nedir aşkın bitmesine rağmen evliliğin devam etmesinin nedeni? (Yalnız son yıllarda oldukça yaygınlaşan erken boşanmaların şimdiki konumuzla çok doğrudan bağlantısı olmadığı ayrıntısına girmeye gerke duymuyorum bu konunun). Ben söyleyeyim: Alışkanlık. Nasıl yani diye bir soru gelebilir doğal olarak. Ama düşününce o çiftin sürekli beraber uyuyup beraber uyanmaya alışması, canı sıkıldığında başvurduğu kişi olması diğerinin, birlikte yemek yemeye alışması vs. gibi nedenlerden dolayı ayrılıp, sonra da o ayrılığa alışmaktansa insanlar beraber kalmayı tercih edebiliyorlar. Bazen ilişki ilerleyen yıllarda çok aşırı dayanılmaz boyutlarda rahatsız etmediği sürece de iki taraf da diğeriyle birlikte bir hayata alıştığından dolayı devam ederler bi şekilde.

Bazen de insan yalnızlığa alışır. Benim ilk olarak Köln'deyken alıştığım gibi. Daha yeni inmiştim havaalanında. Tutorumla mentorum beni havaalanından alıp kalacağım yere götürmüşlerdi. Beni sonraki bir yıl boyunca kalacağım yurda beni yerleştirdikten sonra tutorum sonraki gün görüşünceye kadar ayrılmıştı beni mentorumla bırakıp. Çok şeker olan ve gayet de iyi Türkçe konuşan mentorum beni kendi evine götürüp birkaç ev eşyası, kap kacak verdikten sonra o da yurda bırakmış beni ve iyi akşamlar dileyerek gitmişti. Bir de telefon bırakmıştı bana. Hayatımda ilk defa tamamen bir başıma kalmıştım. Yaşadığım aşk acımı da sayarsak heralde o gün bendne daha dertlisi yoktu yeryüzünde. Dilini bikaç kelime dışında bilmediğim bir memlekette daha akşam altıda bir başıma kalınca yalnızlığın nasıl birşey olduğu konusunda düşünmeye başladım. Gerçekten de çok zordu. Sonraki dört gece daha aynı şekilde geçecekti. Gündüz işte geçiyor ama geceleri bir başımaydım. Alışıncaya kadar çektiğim zorluğu bir ben bilirim. Yalnızlığa alışmak yani. Tek başına yaşamak. Ilk alışkanlık dönemi ne kadar zorsa, sonraki dönem, alıştıktan sonraki günler, bir o kadar kolay geçiyordu. Tek başıma kitabımı okuyordum, odanın içinde işlerimi hallediyordum, yemek yapıyordum...

Bir süre sonra ise olayın rengi değişiyor ama. Normalde hayatımda sürekli yanımda birileriyle sohbet eden, arkadaşlık eden ben, yalnızlığa alıştıktan sonra değişmiştim. Bir otobüste bile giderken sıkılıp yanımdakiyle sohbet ederdim Istanbul'dayken. Ama yalnızlık tek bir kelime bile konuşmadan arkadaşlarımla saatlerce oturmama, oturabilmeme neden olmuştu. Iyi mi peki bu? Yoksa kötü mü? Belki ikisi de değil.

Şunu biliyorum ama, o zamanlar alışmam lazımdı bu yalnızlığa. Sonraki dört yıllık Dubai maceramda çok işime yaradı bu alışkanlığım. Çünkü sürekli dedikodularla dolu bir ortamda en iyisi dinlemektir konuşmaktansa. Söylediğin her kelime sana yol, su, elektrik olarak geri dönebiliyordu çünkü.

Yani hayatın bazı dönemlerinde bir takım alışkanlıklar geliştiririz. Bunlar o zaman için gerekli olabilir. Yalnız unutmamamız gereken bir nokta var: Bu alışkanlıklar gerektiği zaman değiştirilmezse, güncelleşmezse, güne uymazsa, bundan dolayı kaybedebiliriz de. En çok sevdiklerimizi bile kaybedebiliriz bunlardan dolayı. Peki kaybetmek mi yoksa kaybetmemek mi? İşte bütün mesele de burada yatıyor. Bazılarımız sevdiklerimizi kaybetmek pahasına da olsa alışkanlıkları tutmayı tercih ediyor. O halde onlara hayatta başarılar dilemek lazım sanki.... Ne dersiniz?

Bir noktayı da belirtmeden geçmek çok da doğru olmaz sanırım. Her zaman insanları olduğu gibi kabul etmek, değiştirmemeye çalışmak en iyisidir ve doğrusudur (her ne kadar 'doğru' kelimesi bana doğru gelmese de) diye düşünüyorum. Yalnız değiştirmektense kabul etmek de yetmeyebiliyor bazen. Bu durumda koşullar insanları seçim yapmaya teşfik edebilir. Seçimler konusunda çok iyi olmadığımı kabul etsem de bir özeleştiri olarak, yine de bu konuda seçim yapmak yanlısıyım. Doğru ya da yanlış herhangi bir seçim. Hem en kötü karar bile kararsızlıktan daha iyi değil midir?

Hayat güzeldir, onu daha güzel yapanlarla birlikte...

El Azem...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Ermenistan-Gürcistan Yolculuğu - Istanbul-Kars-Gürcistan-Ermenistan sınırı...

11 Kasım'da Ermenistan'a gitmek üzere yola çıktım. Güzel ve maceralı bir yolculuk oldu bu. Belki de hayatımın en büyük macerası şimdiye kadar. Tabii daha önce Şubat ayında Sofya'ya giderken gece yarısından sonra 3 saat kışın ayazında trende kalorifersiz kalmayı da saymazsak. Bu başka bi blog konusu aslında...
Normal şartlarda yolculuk İstanbul'dan 14.10'da başlayacak ve gece olmadan varacaktık Gümrü'ye. Ermenistan'ın ikinci büyük şehri Erivan'dan sonra. Türkiye-Ermenistan sınırına göre Kars'ın simetriğinde kalan bu şehir oldukça da güzel bir Ermeni şehri. Iki şehri de kuran Ruslar'dan dolayı birbirlerine benzer özellikleri de yok değil.
'Gece olmadan' derken aslında tam varış saatimizi bilmememize rağmen tahmini gece yarısından önce varma gibi bi düşünce vardı kafamda. Tabii olaylar hiç de öyle gelişmedi...
Normalde yurtdışı olduğunda daha erken gitmeme rağmen bu sefer yurtiçi olduğundan biraz daha rahat davrandım ve uçağın kalkmasına bir saat kala evden çıktım.
(Yalnız bu arada bir önceki geceden de bazı konuları bahsetmem gerek. Ankara'dan gelecek arkadaşlarla Kars'ta buluşacakken sınırın 18.00'de bizim taraftan kapanacağını öğrendikten sonra mecburen Ankara'dan gelecek arkadaşlar önce Istanbul'a geldiler, sonra hepberaber gittik Kars'a; bir sürü mail trafiğinden sonra aldığımız bir kararla birlikte)
Özge'yle gitmeden bir hafta kadar önce tanıştık internette. Abdurrahman (Apo) ve Ulaş'la da. Sanem'le ise sadece gidiş öncesi havaalanında tanışma fırsatımız oldu. 4 erkek 4 kız gitmemiz gereken projeye 3 erkek 2 kızla gidecektik.
Kars'a kadar olan yolculuk gayet normal geçti. Sonrası ise macera başlıyordu:
Kars'ta indiğimizde zaten rötarlı kalkan uçağımızdan (14.35 civarı ancak kalkabildik) dolayı biraz acele hareket etmeliydik. 15.45'te indik Kars'a ve şehre uğramadan doğrudan Posof/Vale sınırına doğru yola çıktık. Bir taksiyle pazarlık sonucu 240 liraya anlaşıp yola çıktık. Yolda şöförümüzün isteksizliğinden midir, yoksa gerçek bir sorundan dolayı mı bilinmez ama araba sıkıntı çıkarınca sınıra varmadan önceki son kasaba olan Posof'da durduk. O arada tabii bir sürü telefon trafiği ortaya çıktı. Herkes birilerine ulaşıp bizi sınıra götürme derdindeydi çünkü. Aklıma ilk gelen Çağlar oldu. Posof Ardahan'ın ilçesi. Aslında Ardahan'a gidip oradan geçmek gibi bir düşünce vardı aklımda ama sonra Apo AKP'deki bağlantıları sayesinde Posof belediye başkanına ulaşıp da bize bir araba ayarlatınca rahatladık biraz daha. Ben de Çağlar'ın amcaoğlunu arayıp yine teşekkür ettim. Posof'da belediye başkanı ile kaymakam karşıladı bizi. Ufak bi sohbetten sonra geldiğimiz gibi bir Doblo ayarlandı ve ufak bi alışveriş sonunda yola çıktık. Yola daha tam çıkamadan dükkanvari bir benzinciden yakıt almayı saymazsak tabii...
Sınırın kapanış saati gittikçe yaklaşıyordu. 18.00'den önce orada olmalıydık. Iki sınırı birden geçeceğimizi düşününce en geç 17.30'da orada olmak gerekti aslında. Neyse ki ikinci araba sıkıntısız bir şekilde bizi sınır kapısına kadar bırakabildi. Sınırda yüklerimizi toparlayıp çıktık arabadan ve yaya olarak ilerledik sınır karakoluna. Orada, Türkgözü'nde, pasaportlarımıza çıkış işlemleri yaptırdıktan sonra yürüyerek geçtik Vale'ye doğru.
Onca çantayla yaya sınır geçmeyi de ilk defa yaşıyordum. Garip bir duygu. Sanki yeniden gençleşiyorum. Dört sene Dubai maceramdan sonra yeniden eski gençlik çalışmalarına adım atıyordum işte. Aktif olarak ve grubun koordinatörü olarak bir yandan da... Ne koordinatör ama... Gençlik ateşinden tamamen olmasa da kısmen uzaklaşmış bir koordinatör...
Gürcü sınırı ile Türk sınırının arasında 20km kadar bir mesafe olduğuna dair bir konuşma geçmişti yoldayken. Kim ilk söylemişti acaba? Sınırlar arasının sadece 100m kadar olduğunu gördük orada. Türkgözü'nde görevli polislere Gürcistan sınırına gitmek için taksi var mı diye sorduğumuzda göstermişti o 100m uzaktaki Gürcü sınır kapısını...
Girişte sıkıntısız geçtik yine. Benim dışımda tabii ki. Cebimde gezmekten ve benimle bayaa bi seyahat etmiş olan pasaportum içi neredeyse düşmek üzereydi. Gürcü polisi yapıştırıp getirmemi istedi oraya. Ben de Türkgözü'ndeki polislere götürdüm hemen. O ara ilk anda koşarak geçtiğim sırada çok yanlış bir şey yaptığımın farkına vardım. İki sınır arasındaydım ve koşuyordum. Yanlış anlamaya çok açık bir yerdi burası. Hatta herhangi bir polis beni vurabilirdi de koştuğum sırada, şüpheli olduğumu düşünerek. Neyse ki bütün bunlar kafamın içinde şimşek hızıyla geçer geçmez bikaç saniye önce başlamış olduğum koşuyu hızlı yürümeye, sonra da normal yürümeye çevirdim. Asker olmasa bile civarda çok sayıda köpek vardı güvenlik güçlerine yardımcı olmak üzere çalışan. Tehlikeli bir durumdu bu da. Genç bir polis pasaportumu plastik yapıştırıcısıyla yapıştırdı sağolsun. Yalnız plastik yapıştırıcısı olduğundan çok çabuk bir şekilde yayılıyordu bu yapıştırıcı. Pasaportumu değiştirmemi de böylece biraz daha erkene aldım bu yüzden. Sınır görevlisi bu sefer yine sorunlu olmasına rağmen birşey demedi ve bastı mühürü. Özge diğer arkadaşlar geçmiş olmasına rağmen beni beklemişti geride kalıp. Bense işim biter bitmez hemen çantamı da alıp geçtim diğer tarafa. Gerçi tam giderken arada kaldım gidip gitmeme konusunda ama sonra gitmeye karar verdim. Doğru bir hareket olmamasına rağmen. Hani beni beklemişse benim de onu beklemem gerekirdi doğal olarak... Özge'nin pasaportu yeşil olduğundan, üstünde de 'Special Passport' yazdığından dolayı Gürcü polisi biraz dikkatli baktı pasaportuna Özge'nin. Sonra durumu anlatınca biz, sorun çıkarmadan onayladı girişimizi...
Gürcü polisi önce pasaporttaki fotoğraf kısmını tarıyor, sonra hemen önünceki kamera aracılığıyla fotoğrafımızı çekiyor ondan sonra ise kaydımızı giriyordu sistemine. Gayet doğru ve mantıklı geldi bi yaklaşımları. Akıllı bir sistem kurmuşlar. Ruslar'dan almış olabilirler belki... Kim bilir?
Daha Kars'a varmadan itibaren Karen mesaj atıp durumumuzu kontrol ediyordu. Bizim saatimize göre 17.00'de varmıştı şöför sınırın Gürcistan tarafına. 777 Plakalı kırmızı bir Ford minibüs gelecekti. Garik adında şöförüyle birlikte. Sınırda Garik'e attığım mesaj minibüse vardıktan sonra ulaştı gerçi...
Gürcü polisleri geçtikten sonra bir de valiz kontrolünün olduğunu öğrendik. Türk sınırında olmamıştı valiz kontrolü. X-ray kontrolünden geçirdikten sonra çantalarımızı 200-250m daha gideceğimizi anladık. Gürcü sınırı biraz daha uzuyordu. Yol biraz da taşlı, çamurlu olunca o ara yol da biraz zorlu oldu ama sorunsuz bir şekilde geçtik orayı da. Hemen çıkışta bekliyordu bizi arabasıyla Garik. 1.80 boylarında, oldukça iri yapılı ama bir o kadar da güler yüzlü biriydi Garik. Sonraki 15 saati de onunla geçireceğimizi bilmiyordum henüz daha...
Sınırda iki kişi biraz zayıf bir Ingilizce ile bizden yardım istedi. Bizimle gelmek ve yakın bi kasabaya götürmemiz için bize para verebileceklerini söylemelerine rağmen bu konudaki en doğru kararı Garik'in vereceğini düşünüp ona sorduk. Garik ise kabul etmedi. Sonra ihtiyaç molasını mükatiben yola çıktık yine. Hava kararmıştı bu arada. Gürcistan saatiyle 20.30'u biraz geçiyordu o sırada. 2 saat zaman farkı olduğunu orada öğrenmiştim. Minibüse binip yola çıktık. Ben sözümona koordinatörü olduğumdan grubun, beni ön tarafa oturttular. Sanem de aldığı kararla yanıma oturdu. Yolda daha önce pek de bilmediğim uluslararası siyaset konusunda güzel bilgiler öğrendim 3 siyaset bilimi öğrencisinden... Oldukça eğiticiydi benim açımdan yolculuğun bu kısmı...
20km olduğuna dair bilgi aldığımız yol 3 saat kadar sürecekti. Tabii bunu yolda giderken farkettik. İçinden geçtiğimiz kasabalardan birinde gördüğüm bara girmeyi o kadar istiyordum ki. Birşeyler yememiz gerekiyordu. Posof'dayken almış olduğum eti cini yedik önce. Sonra da çekirdeklere başladık. Hani bi başladın mı bitirmeden duramazsın ya, onun gibi olmasa da yine de yiyorduk hızlı bir şekilde. Yalnız bedenlerimiz yine de düzgün yemek istiyordu. O yemeği de sonraki 20 saat kadar yiyemeceğimi de bilmiyordum henüz daha. Öğrenmeme 3 saat kadar vardı. Gürcistan parası olmadığından yanımızda, mecburen devam ediyorduk yola. Yolda bir yerde Garik yol kenarındaki kaleyi gösterdi. Hava kararmış ve kale aydınlatmanın verdiği güçü etkiyle çok güzel görünüyordu. Hemen arabayı durdurmasını istedik Garik'ten ve fotoğraf çektik kenarda. 50mm sağolsun demem lazım burada tabii ki... Güzel fotoğraflar verdi bana... Bir de ben ihtiyaç giderirken arkamdan çekilden fotoğraf da var tabii ki :)
Yola çıkarken annemle Vefa'nın tavsiyelerine uyup sadece tek bir çantayla yola çıktım. Ne mi vardı bu çantanın içinde? Çok basit: Traş takımı, diş fırçası ve macunu, iki gömlek, bir kazak, bir pantalon, iki çift iç çamaşırı, bikaç çorap bir de gece giymek için eşofman ile bi svit. Çantanın asıl büyük ağırlığı fotoğraf makinem ile 3 lensiydi. Yalnız ayarlaması kolay olduğundan dolayı hemen çıkarabiliyordum makinemi. Ilk olarak Kars'tan hemen sonra yolda durup beklediğimiz sırada çektim birkaç kare. Arabada giderken çektiğim birkaç karenin haricindeki ilk kullanışım Gürcistan'ın içindeki kalede durduğumuzda oldu. Ondan sonra arabanın içindeki loş ışıkta güsel kareler çekmeye devam ettim. Işık çok zayıf olmasına rağmen yine de iyiydi ve 50mm kalitesini gösteriyordu bir kere daha. birkaç güzel fotoğraf çektim. Sonra dinlenmeye geçtik yine. Nihayet 3 saati biraz aşan bir süreden sonra varabildik Ermenistan sınırına....

15 Ekim 2009 Perşembe

Istanbul ve dönüş sonrası...

Geldim Istanbul'a. 2 haftayı geçti bile.
Seviyorum ben Istanbul'u. Dünya üzerindeki en güzel şehirler listemin en başında yer alır her zaman. Hani çok fazla şehir görmemiş olmama rağmen bildiklerim ve okuduklarım içinde Istanbul'un yeri başka.
Dubai'den gelirken çok fazla kafa karışıklığıyla gelmiştim. Ilk günlerde de bu böyleydi. Son zamanlarda yavaş yavaş azalıyor bu olgu. Bundan sonra daha da iyileşecek. Sonra da iş arayışım başlayacak. Gerçi ön hazırlıkları yapıp bazı görüşmelere de gittim bu dönemde. Durum çok da fena değil. Istediğim gibi bir iş bulamadım henüz daha ama umudum var (bu da bana "Issız Adam"dan kaldı). Önümüzdeki günlerde biraz daha yoğun bir şekilde iş arayışlarımı artırmayı da planlıyorum. Herşey güzel olacak yani.
Dönüşten sonra bana garip gelen olgulardan biri önceden Renatım bana sürekli artık dönmem yönünde telkinlerde bulunurken şimdilerde rahatsız olduğunu iyiden iyiye belli etmeye başladı. Gerçi bu daha ilk hafta belli olmuştu. Alışması biraz sürecek gerçi. Benim kalıcı dönüşümden dolayı evdeki düzen de oldukça değişti. Renatım annemle birlikte büyük yatak odasına geçti uyumak için. Eski odam bana kaldı bir yerde. Halen daha Renatım derslerini burada yapıyor olmasına, kitaplıkları ortak kullanmamıza rağmen yine de oda bana geçti gibi...
4 yıldan sonra, herkes sensiz bir dünya kurmuş ve bunu yürütüyorken, bir anda tekrar ortaya çıkıp "Ben geldim" demek kolay değil tabii. Ki bu 4 yılın öncesi de var. Yaklaşık 6 yıldır bu durum yaşanıyor. Almanya'dan döndükten sonraki dönemde kalıcı yerleşemeden Dubai'ye gitmiştim çünkü.
Insanlar ben yokken kendi düzenlerini de buna göre kurmuşlar. Benim yokluğuma göre herşey ayarlanmış. Sonra ben ortaya çıkmışım ve geri döndüm demişim. Kolay değil gerçekten de.
Hiçkimse açısından hem de.
Dönüşümü geciktirmemek istememdeki en önemli neden de buydu aslında. Insanlar beni sadece yılda 2 kere (normal şartlarda) gelip sonrasındaki dönemde ortada görünmeyen biri olarak benimsemesin diye. Daha önceki Köln maceramdaki durum daha farklıydı. Bir yıl kalıp dönecektim ki öyle de oldu. Yalnız Dubai'deki durum aynı değildi. Ne zaman döneceğim belli değildi. Askerlik işim bittikten sonraki dönemde dönecektim. Tek bilinen buydu. Bu da uzun süreceği için (yani en az 3 yıl) arkamda bıraktıklarımın da kendi düzenlerini bensiz olarak düşünmeleri ve ayarlamaları gerekiyordu.
Dubai'deki yaşantım boyunca çok farklı insanlarla tanıştım. Hele de ilk zamanlar tanıştığım insanlardan birçoğu hayatının 15-20 yılını yurtdışında, ailesinden ve sevdiklerinden uzak geçirmiş olanlardı. En çok aklımda kalan da Münir Kalfa'nın oğlunun lafıydı: "Ben babamı hayatım boyunca en çok burada gördüm". Bunu söyleyen Münir Kalfa'nın 25 yaşındaki oğluydu. Adamın bütün hayatı yurtdışında, Arabistan, Libya, Dubai vs. geçmiş çalışarak. Ne beklenebilir ki? Mühendislerde de durum çok farklı değildi. Proje müdürü dahil olmak üzere... Bu yüzden işte, dönmek lazımdı ve döndüm.
Artık hayat Istanbul'da akacak. Ne kadar sürer? Kim bilir? Tek bildiğim buraya yerleşmek istediğim. Ingilizce'deki "settle down" gibi ama. Içinde yuva kurmak da dahil olmak üzere yani.

Şimdilik bu kadar.

21 Eylül 2009 Pazartesi

Insan Hakları ve Dubai

Bu seferki başlık biraz farklı. Aslında Dubai'de insan hakları da denebilirdi belki.

Dubai monarşi ile yönetilen bir ülkenin (en büyük) şehri olmasına rağmen insan hakları oldukça gelişiktir.

Tabii farklı yönleri de yok değil. Hani bir laf vardır, 'Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir' diye, işte buradaki insan haklarını anlatmak için de bu deyim yerinde olacaktır diye düşünüyorum. Burada herkes eşit ama bazıları biraz daha eşit. Bu bazılarının içinde öncelikli olanlar tabii ki Dubaililer diye düşündüğünüzü tahmin ediyorum. Çok haksız da sayılmaz bu düşünce ama tam olarak buradaki durumu da yansıtmıyor. Bir örnekle açıklamam sanırım daha aydınlatıcı olacaktır:

1 yıldan daha önceydi sanırım. Lokal (Dubaililere günlük hayatta Ingilizce ya da Türkçe 'lokaller' dediğimizden burada da aynı terimi kullanmak yanlış olmayacaktır) bir erkeğin Alman bir kız arkadaşına civardaki bir alışveriş merkezine yakın bir yerde tecavüz ettiğine dair bir haber okumuştum ingilizce lokal gazetelerden birinde. Kız olaydan 2 gün sonra karakola gidip şikayet etmişti lokali. Kızın anlattığına göre lokal kişinin arabasındayken (camlar da tamamen karartılmış olduğundan dışarıdan da belli olmuyor) erkek kıza tecavüz etmiş. Psikolojik bunalımda olduğundan dolayı hemen değil de 2 gün sonra karakola gidip şikayet etmiş. Sonuçta lokal erkek 1 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanırım bir miktar da para cezası sözkonusuydu.

Şimdi bir de erkeğin avukatının anlattığını dinleyelim: Kız zaten müvekkilinin kız arkadaşıymış ve olay günü de cinsel ilişkide bulunmuşlar. Buraya kadarki kısım iki taraf için de aynı. Yalnız avukatın dediğine göre kızın 15bin dirhem (yaklaşık 4000 dolar) kira borcu olduğundan erkek arkadaşından bu borcunu ödemesini istemiş. Erkek arkadaşı da ödemek istemeyince kız da böyle bir şikayete başvurmuş intikam almak için. Bu yüzden de beratını talep ediyordu müvekkilinin.

Sonuç hapis.

Burayı biraz bilenler bu tarz olaylara adlarının karışmasına bile katlanmak istemeyen lokallerin bu tavrını normal karşılar. Yani ceza verilmesini. Yalnız yine burayı biraz bilenler yine Dubai'deki ilişkilerin derecesini de biraz açıklayan bir olay bu aslında. Buraya gelen herkes para kazanmak için geldiğinden dolayı ilişkilere de yansıyor bu durum. Hani ilişkiler çoğunlukla çıkarların üzerine kurulu. Çıkar derken erkekler para kaynağı oluyor genelde.

Bu olayda geçen durumda da yine aynı durumdan kaynaklanıyor gibi benim açımdan bakınca.

Peki bu kızın milliyeti Ingiliz olsa ne olurdu? Lokal kişi yine cezalandırılırdı ve belki de 1 yıldan daha uzun bir ceza alması da sözkonusu olabilirdi.

Peki Filipinli olsaydı bu kız? Lokal kişi büyük bir ihtimalle sadece para cezasıyla da sıyrılabilirdi. Gerçi lokal biri bir Filipinliye tecavüz bile etmiş olsa, kız bu durumu yargıya götürmeye çekinirdi ve lokalin yaptığı yanına kar kalırdı.

Tecavüz eden Hintli ya da Pakistanlı olsaydı peki? İşte bu durumda mağdurun memleketinin önemi biraz daha azalırdı. Zira tecavüz eden Hindistan ya da Pakistan gibi burada pasaportu en değersiz memleketlerden gelmiş olduğundan kesinlikle suçu çok daha ağır bir şekilde cezalandırılırdı.

Aslında bu da biraz farklı bir yazının konusu ama insan hakları ve eşit(siz)lik konusu açılmışken bahsetmem lazım:

Bir keresinde buradaki hayat kadınlarının pazarlamasının oldukça aktif olduğu otellerin önünden geçerken polisin birini yaka paça gözaltına aldığını görmüştüm. Kıyafetinden anladığım kadarıyla Pakistanlı olma ihtimali yüksekti. Polis gayet sert bir şekilde bu şahsı götürürken oldukça sarhoş olduğu her halinden belli olan, kıyafetinden Arap olduğu rahatlıkla anlaşılan, biri de bu gözaltına alınan kişiye habire tekme atıyordu bir yandan. İçtiği alkolün etkisiyle ayakta bile durmakta zorlanan bu kişiye polisin müdahalesi de sözkonusu değildi.

Dedim ya biraz yukarıda, burada herkes eşit ama bazıları daha eşit.

Yine başka bir örnek var. Bu sefer örnek Abu Dhabi'den, başkentten: Etihad Havayolları'yla Abu Dhabi'ye gelen bir grup Avusturalyalı işadamı uçakta aşırı derecede alkol alıp sarhoş olunca hosteslere sarkıntılık etmişler, hatta biri hosteslerden birinin eteğini kaldırmıştı. Peki bu kişilere ne oldu? Birkaç gün hapiste tutulduktan sonra hostesin eteğini kaldıranın dışındakiler sınırdışı edildiler (Normalde bir daha gelememeleri gerekir ama ben o kadar da iyimser olamıyorum buradaki paranın gücünü gördükten sonra). Hapis dediğim de büyük ihtimalle karakola götürülmüşlerdir, hapisaneye değil. En aşırıya kaçan işadamı ise sanırım 1 ay kadar

hapiste tutulduktan sonra Avusturalya hükümetinin de baskısıyla sınırdışı edildi. Yine aynı noktaya geliyoruz.

Bu kişiler işadamı sınıfında değil de ekonomi sınıfında seyahat eden sıradan insanlar olasalardı ve bu tarz bir şekilde hareket etselerdi o durumda sonuç çok daha ağır olurdu onların açısından. Hapis, ve çeşitli işkencelerle geçebilirdi bu süre. Yine miliyetine bağlı olarak bu durum da değişirdi tabii ki.

Bu ve bunlar gibi birçok örnek daha verilebilir burada.

Son söz: "Dubai'de herkes eşittir ama bazıları daha eşittir".


16 Eylül 2009 Çarşamba

Sigara

Sigara şu güzel dünyada en sevmediğim insan icatlarının başında geliyor sanırım. Ya da ilk üçün içinde. Düşündüğüm zaman nedenini kestiremiyorum. Niye olabilir acaba?
Biraz geçmişe gidelim. Bizim evde annem de babam da sigara içer. Babamın günlük tüketimi ortalama bir paket kadardı. Hiç istisnasız içerdi her gün. Evin içinde de hani bizim rahatsız olup olmamamız sanki çok da umrunda değil gibiydi. Koltukta oturur ve bir yandan gazete ya da kitap okurken, tv izlerken ya da bizimle konuşurken, bazen yemek masasında yemekteyken... Her zaman içerdi sigarasını.
Anneme gelince annem de içerdi. Yaklaşık bir paket kadar yine. Gerçi ucuzundan seçmesi gerekiyordu sigarayı. Çünkü gizli gizli alıyor ve içiyordu. Babam biliyordu ve kesinlikle içmesini istemiyordu annemin. Yalnız daha nişanlılık döneminden itibaren annemin sigara içtiğini biliyor ve o zaman sesini çıkarmıyordu. Sonradan istemiyorum içmeni demiş anneme. Ama tiryakilere bunu nasıl anlatabilirsin ki? Bir de tehdit edince annemi, o zamandan sonra annem hep gizli gizli içmeye başlamış. Annem de civarımızda içerdi sigarasını. Yalnız yine de babamdan daha anlayışlıydı ve abartmazdı üstüste sigara yakarak.
Ağrı'yı bilen var mıdır? En son geçende yaşanılır şehirler listesinde memleketim sonuncu geldi tüm Türkiye'de. Her zamanki gibi. Yalnız şimdiki konu Ağrı olmadığından dolayı fazla detaya girmemek lazım. Şu kadarını bilmek yeterli, Ağrı aşırı yokluk, yoksunluk, yoksulluk yaşayan bir şehir. Sanırım sekiz yaşındaydım. Ağrı'da, sokaklarda kardeşim Vefa'yla dolaşırken yerde daha yeni yakılıp atılmış bir sigara görmüştüm. Yerini bile halen daha hatırlarım bu ilk sigarayı bulduğum zamanın. O zamanki Atatürk Ortaokulu'na inen bir yokuş vardı. Onun üstündeki sol taraftaki ara sokağın girişindeydi. Hikayenin en can alıcı noktası bu atılan sigaranın Parliament olmasıydı. Ağrı gibi bir şehirde Parliament sigarası içen pek bulunmazdı. Bakkallarda da pek bulamazdınız. Çünkü en pahalı sigaraydı o zamanlar. Tekel'in 3 katına yakın bir fiyatı vardı sanırım. Atılan da daha yeni yakılmış bu sigara olduğundan dolayı daha da değerliydi. Aldım yerden ve ağzıma götürdüm. Hafiften bir nefes çeker çekmez müthiş bir öksürük başladı. Çok ağırdı bu sigara. Gerçi o zamanki hassas ve zayıf ciğerlerimin de etkisi var bu öksürükte. Hemen atmıştım aldığım gibi. Benden sonra Vefa da denedi ve benim gibi öksürerek fırlatıp attı sigarayı. Ondan sonra başladı belki de nefretim sigaraya karşı. O kadar ki istediği kadar güzel ve çekici olsun, sigara içen bir kadın bende hiç istek uyandırmaz. Elinde o sigarayı gördükten sonra soğurum birden.
Sekiz yaşımdaki o deneyimim bana sigaradan uzak durmayı öğretmişti. Sonraki yıllarda önce Muş, daha sonra Van'da devam eden ilk ve orta okullar en son yine Ağrı'da devam etti. Bu arada bizim evin olduğu mahallenin çocuklarından farklı ve bağımsız büyüdüm. Belki bu da sigaraya daha sonra başlamamamın nedenlerindendir. Bir başka nedeni de hiç heves etmemem oldu sanırım. Bunun da nedeni belki de o zamanlar çocukların bu tarz şeylere heves etmeleriydi. Çok popüler olan herhangi bir uğraş bana itici gelebiliyordu. Bu da o konulardan biri olup çıktı işte.
Ilerleyen yıllarda, Ağrı'ya geri döndükten sonra halaoğullarının içtiğini farketmiştim bir keresinde. Niye içiyorsunuz, iğrenç bişi dememe rağmen onların yaklaşımı farklıydı. "Sigara içmeyen erkek değildir" diyorlardı. Ben de "Tamam o zaman, sigara içen erkekse ben değilim" diyordum. İçinde bulunduğum yaşı ve ortamı düşününce bu aslında tehlikeli bir yaklaşım ve konuşma biçimiydi. Ama erkekliğin sigara içmekle kanıtlanamayacağını daha o zamandan farketmiştim belki. Kim bilir? Aslında bu cevabın altında kişilik yapım da yatıyor bir nebze.
Tehditvari hiçbirşeyi yapmazdım ben. Buradaki -di'li geçmiş zaman kipi aslında çok da doğru değil. Çünkü halen daha tehdit edildiğimde kaybedeceğimi, doğru olmadığını bilsem bile geri adım atmam. Belki beni güçlü yapıyor belki de zayıf. Bu yönümü bilenler daha farklı yaklaşabilir bana ama böyle işte.
Sonraları ortaokul, lisede falan da yine sigara içen arkadaşlar vardı ama benim yakın arkadaş çevremde yoktu hiç. Büyüdükçe sigarayı da hayatımdan iyiden iyiye uzaklaştırıyordum. Çevremden de sigara içenleri. Üniversitede sınıfın içinde oturduğu yerden sigara içenleri uyarıp pencere kenarında ya da sınıfın dışında içmelerini söylediğim çok olmuştur. Köln'deyken pek de bi sorun olmadı sigarayla ilgili. Sadece bir olay. 2004 yılı eylül ayıydı sanırım. Ya da ekim. Yahya kendi projesine başlamıştı. Ben de ona çevreyi, Köln'ü gösteriyordum boş zamanlarımda. Üniversitenin içindeki Asta Kafe'ye gitmiş ve şansa parti olduğun öğrenmiştik. İçeride içkiler de ücretsizdi sonradan öğrendiğimiz kadarıyla. İçerken bir Alman'la tanıştık. Adam otuzbir yaşındaydı ve başka Türk arkadaşlarının da olduğunu söyleyerek bize sigara ikram etti. Hani büyüklere saygıdan dolayı kabul etmek gerekir ya kendimize birşey uzatıldığında, biz de aldık. Sonra yakmak da gerekti. Gerçi ben sigara yandıktan sonra elimde tutmakla yetindim. Yahya biraz içti de. Aslında orada sigarayı yakmamın ana nedeni karşımdakini kırmamaktı. Aynı zamanda da kendi inandıklarımdan taviz vermemek. En kolay yolu bu geldiğinden sigarayı alıp yaktım ama içmeden elimde tuttum.
Döndükten sonra Dubai'ye geldiğimde de. Özellikle Cihat abim işçi kampında kalacağım sıralardaki oda arkadaşımı seçerken sigara içmeyen Levent'i seçmişti. Bu da benim açımdan çok iyi oldu. Yoksa sürekli bir tartışma ortamı doğacaktı. Gerçi kendisi villada yakın arkadaşı ve adaşı Cihat'la aynı odada kalıyordu ve bu yakın arkadaşından dolayı da odası baya bi sigara dumanı altında kalıyordu sık sık. Sigarayı sevmiyor olmasına rağmen benim kadar da nefret boyutunda değildi onunki. Bu yüzden katlanması daha kolay oluyordu. 1,5 yıl sonra ben de villaya geçmiştim ve Tolga'nın yanı boş olmasına rağmen geçmemiştim onun odasına sigaradan dolayı. Aşağıda salondan bozma odada sigarasız ortamda kalmak daha iyi gelmişti. Staff kampı yapıldıktan ve oraya taşındıktan sonra abimin arkadaşı Cihat'la aynı villaya düşmüştük. Ben sigaradan rahatsız olmama rağmen hiç de keyfini bozmazdı Cihat. Bu yüzden de birlikte çok fazla zaman geçirmezdik. Zaten günde iki paketi rahat bitirirdi. İki-üç sigaradan sonra içerisi dumanaltı olduğundan dış kapıyı açmak gerekiyordu. Bir süre sonra ben artık salona pek fazla uğramaz olmuştum. Şimdiki durumda rahatım gayet yerinde. Ev arkadaşım sigara içmiyor.
Yalnız son oniki günüm Dubai'de. Belki de onbir gün. Şimdiki ana amaçlarımdan biri anneme sigarayı bıraktırmak. Vefa da geçen yıllarda başladı sigaraya. Onun da bırakması lazım. Bakalım nasıl olacak? Başarmalıyım bunu, başaracağım da. Hem ne güzel memlekette her yerde sigara da yasaklandı. Barlarda bile sigara içilmiyor. Bi de şu meşhur zam gelse herşey çok daha güzel olacak bizimkilere o zamana kadar sigarayı bıraktırabilirsem :)

Yukarıda bahsettiğim iki olayın dışında sigara hep benden uzak durdu, ben de ondan. Hayatımın bundan sonraki kısmında da aynı şekilde devam edecek.