8 Temmuz 2014 Salı

Doğumgünü Kutlamaları

Kültür dediğimiz şey tıpkı dil gibi, zamanla evriliyor, değişiyor, çağa ayak uyduruyor. Sürekli bir gelişim içinde, bizler gibi. Tabii gelişim derken bunun hep olumlu olduğu anlamı çıkmıyor buradan. Dünya üzerinde çok sayıda kültür olduğu için bir o kadar da farklılık var. Hemen her konuda hem de. Bir yerde "bol şans" dilerken başka bir yerde "bacağını kır" diyebiliyor insanlar şans dilemek için mesela.

Bir zamanlar çevremiz daha kısıtlı ve az kişiden oluşuyordu. Sürekli takıldığımız, birşeyler yaptığımız insanların sayısı çok da fazla olmadığından bu insanların doğumgünlerini de bilirdik. Sürekli aklımızdaydı. Zamanı gelmeden parti planlanır, yapılırdı organizasyon. Güzel de olurdu. Çevrenin kısıtlı ve az kişiden oluşmasının yaşla da çok fazla alakası yoktu. Yaş ilerledikçe, iş dünyasına girdikten sonra bile biraz artan sosyal çevremiz yine de şimdikine kıyasla çok daha kısıtlı idi. O zamanlar yakında değilsek ya da o gün o yakınımızla birlikte olamayacaksak arardık o kişiyi doğumgününü kutlamak amaçlı olarak. En azından sesimizi duyurmak için.. İçten sıcak ve güzel bir konuşma geçerdi.


Zaman geçti, doğumgününü hatırlatan internet siteleri peyda oldu. Bildiğimiz doğumgünlerini oraya yazdık. Bilmediklerimize de sorduk ve onlar yazdı doğumgünlerini. Bir süre bu şekilde hatırlatma servisleriyle idare ettik. Fena da olmadı hani. Eskisine göre daha çok kişinin doğumgününü "hatırlıyorduk" artık. Eskiden uzakta olduğumuzda kartpostalla ya da telefonla kutlama yaparken bu kez yöntem elektronik kartlara döndü. Ses azaldı. Sürekli yanımızda, yakınımızda olanların kutlamaları yine doğrudan yapılıyordu tabii.


Bir süre sonra da sosyal medya girdi hayatımıza. Ne olduğunu anlamadan sanal dünyaya en uzak olduğunu düşündüğümüz yakınlarımız bile sosyal medya sayfalarında görünmeye, yorumlar yapmaya, doğumgünlerimizi kutlamaya başladılar. Bizim de tabii bu arada çevremiz büyüdükçe büyüdü. Eskiden nispeten küçük olan arkadaş çevremiz büyümeye başladı. Büyürken tabii kutlama yapılması gerekenlerin sayısı da aynı oranla arttı.

Eskiden doğrudan ya da telefonla içten ve sıcak bir şekilde doğumgünü kutlarken sonraları bu kuru bir "doğumgünün kutlu olsun"a ya da "iyi ki doğdun"a döndü. Tabii o kuru kutlama mesajlarının karşılığı da kuru bir "beğen" tuşuna basmak ve toplu olarak bu mesajların bizi mutlu ettiğini yazmak oldu doğal olarak. Bazen daha içten, daha uzun, daha düşünce dolu mesajlar olsa da çevrenin büyümesi, ilişkilerin zayıflaması, daha çok sanalda kalması, kutlama yapılan insan sayısının fazlasıyla artması gibi nedenlerle yapılan kutlamanın derinliği de aynı oranda zayıfladı işte.. Ha, bazen çok içten, oldukça neşeli, güldüren, düşündüren, heyecanlandıran, sevindiren, eğlendiren mesajlar gelmiyor değil tabii.. Öyle mesajı yazmak zaman gerektiriyor, düşünmek gerektiriyor, duygu gerektiriyor.. Kuru olmuyor o zaman doğumgünü mesajı, sıcak ve içten oluyor.. Ses gibi olmasa da tabii..

En yakınımızda gördüğümüz arkadaşlarımızın, yakınlarımızın, ailemizin doğumgünlerini nerede olurlarsa olsunlar bir ölçüde yine eskisi gibi kutluyoruz aslında. Tercih bizim.. İster öyle, ister böyle..

7 Temmuz 2014 Pazartesi

'Kimseye Güvenme'


 Bu isimde kitap bile var. Gerçi polisiye, aksiyon dolu ama işin sonunda güvenmemeyi telkin eden bir kitap.

'Babana bile güvenmeyeceksin!' sözü bizim kültüre ait. Bizim derken aslında kastettiğim biraz daha Ortadoğu denen coğrafya, sadece Türkiye değil.

Sürekli bir güvensizlik pompalanması sözkonusu. Aile içinde bile güvensizlik pompalanıyor sürekli. Bir insan ailesindekilere güvenmezse kime güvenebilir ki?

Bu yazıyı okuduğunuza göre okuma yazmanız vardır. Buna göre büyük olasılıkla ilkokulu, ortaokulu ya da liseyi bitirdiğinizde bir üst okula girmek için düzenlenen ulusal çaptaki sınavlara bir şekilde girmişsinizdir. Bu sınavların en ortak yanlarından biri ne peki? Ters köşeye yatıran soruları bence. A'yı gösterirken aslında B'yi sormak. En basit sanırım bu şekilde açıklanabilir bu durum.

Cüzdanınız çalınıyor. Polise gidiyorsunuz. Kaybolduğuna dair tutanak tutturacaksınız. Polisin ilk yaklaşımı 'Git yeni kimlik, kart vs. çıkar. Eskisi zaten iptal olur.' şeklinde. Biraz kurcalayınca sorularla, asıl nedenin cüzdanınızı çaldırmamış/kaybetmemiş olma ihtimaliniz, bunu farklı şekilde kullanma ihtimaliniz. Söylediğinin en açık tercümesi (hatta bunu doğrudan da söyleyebiliyorlar):
- Ben nereden bileyim cüzdanını çaldırdığını!
'Cüzdanım çalınmasa niye buraya geleyim!' diye kendinizi savunmaya kalktığınızda da cevap 'Orasını ben bilemem!' şeklinde oluyor. Yani sizi korumakla, kollamakla görevli polis sizi potansiyel şüpheli durumuna düşürüyor.

Evlenen çiftte kadın maaşını birlikte yaşamları için kullanmaktansa kendine ayırmayı hak olarak kabul edebiliyor. Nedeni sorunca da 'Maaşım benim geleceğimin güvencesi. Ona dokundurtmam!' şeklinde olabiliyor.

İlişkilerde ne erkek kadına yeterince güven veriyor, ne de kadın erkeğe. Erkek kültürel aldığı gücü de kullanarak çapkınlığın doğal hakkı olduğunu düşününce güvensiz bir ilişki doğuyor. 

Devletin bir kurumuna yanlış yapılan bir uygulamayı şikayet ediyorsunuz. Şikayet konusu yer sorgulanacağı, soruşturulacağı yerde şikayetçi kişi soruşturuluyor. Yalan söyleme ya da alakasız olma ihtimaline karşı.

Devletin başındaki kişi komşunuzu ihbar edin diyor. Devletin istihbarat ve polis örgütü sürekli kendi vatandaşlarını siyasi görüşü, dini görüşü, kişiliği gibi konularda fişliyor ve bu fişlemeler de sürekli açığa çıkmasına rağmen devam ediliyor. Fişlemeden muzdarip olan, mağdur olanlar başa geçince, onlar da aynısını devam ettiriyor.

Bunlar gibi daha bir çok örnek verilebilir memleketimizdeki, daha doğrusu kültürümüzdeki güvensizlik meselesiyle ilgili. Bu güvensizlik ne yazık ki bir yandan çatışmaları, güven bunalımlarını getirirken, diğer yandan da ilerlememizi, gelişmemizi engelliyor. Sonuç: Kimsenin kimseye güvenmediği, güvensiz bir toplum.

Araştırmalar Türkiye'de insanların birbirine güveninin %12 iken Danimarka'da bu oran %76'ya çıkıyor.* Yani 10 kişiden ancak biri güveniyor bir diğerine. Almanya'dayken güven konusunun ne kadar önemli olduğunu, insanların, kurumların, herkesin bir şekilde birbirine güveniyor olduğunu görmek beni ciddi anlamda şaşırtmıştı. Çünkü bu benim çok olmasa da birçok insanın yetiştirilme biçimine aykırı bir durumdu.

Çözüm ne peki? Çözüm aslında çok basit. Kimseye, en başta da çocuklara, 'Babana bile güvenmeyeceksin!' gibi güvensizlik aşılamamak. İçten olup güvenmek karşındakine. Bunun altyapısı ise insanların iyi niyeti ile başlayabilir ama bana göre devletin kendi halkına güvenini esas alması olmazsa olmazdır. Güvenin olmadığı yerde her tür sorun ortaya çıkabiliyor çünkü..

* Türkiye Değerler Atlası 2012'den alınmıştır

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kartpostal Gönderme Kültürü

Çocukken hatırlarım bayram, yılbaşı kutlama kartlarını. Ya da doğumgünü kartlarını. O zamanlar şimdiki gibi facebook, eposta, twitter gibi elektronik iletişim yolları ve sosyal medya yoktu tabii ki. Bilgisayarı bile çok sonradan, lisede okurken okulumuzun fi tarihinden kalma sabit diski bile olmayan Windows 3.1 kullanan bilgisayar laboratuvarında görmüştüm ilk olarak.

O zamanlar insanlar birbirlerine kart gönderirdi. Dedim ya, hemen her türlü kutlama için gönderilirdi bu kartlar. Severdim sanırım ben de o kart göndermeleri. Gelen kartları okumaları. Sonra, yine sanırım benim lise dönemime denk geliyor, 90ların sonlarına doğru, elektronik kartlar ortaya çıktı. Sesli olanı, hareketli görüntülü olanları, kar yağanı, oyuncak ayıcıklı, barbie bebekli gibi pek çok çeşidi ortaya çıktı. Hepsi elektronikti ama. Yani bilgisayar başında bakılabiliyordu, dokunarak değil. Kartondan yapılan kartpostalların iki katlısı, içinde çeşitli şekilde katlanmış figürlerin olduğu modeller de vardı tabii ki. Bunlar birbirleriyle yarışırken kartpostal göndermek yerine elektronik kartpostal göndermeyi tercih etmeye başlamıştım. Daha modaydı hem elektronik kartpostal. Özellikle doğumgünü kutlamalarında. Hele de tüm arkadaşlarının doğumgünlerini tek bir yerde toplayıp sene boyunca sana hatırlatma lüksünü de ekleyince bu duruma, değme keyfime. Tabii sene 2000'lerin başları olmuştu bile o arada.

Zaman geçtikçe bir de baktım insanlar geziyor. Hem de çok. Gezdiğin, gittiğin memleketten göndermesi en kolay ve en az masraflı hediye de sanırım kartpostal oluyordu. Yıldız'da öğrenci asistanken gelen bir misafirimizin, Alman bir profesörün, yaptığı hediyelik alışverişinde kartpostal alması dikkatimi ciddi anlamda çekmişti. Arakdaşlarına, yakınlarına göndereceğini söylemişti sorduğum zaman.

Birkaç sene sonra Mısır'da yaşayan bir arkadaşım Avusturya'dan aldığı kartı Mısır'dan Türkçe olarak gönderince müthiş hoşuma gitti bu durum. Galiba o zamandı kartpostal göndermeye ve bir yerlere giden arkadaşlarımdan kartpostal istemeye başlamam. En başta ailem olmak üzere başladım bir liste oluşturmaya. O dönemden sonra hemen her gittiğim yerden gönderdim kart bu arkadaşlarıma. Liste büyümeye başladı tabii sonraları. Benim gönderdiğim arkadaşlardan kartlar gelmeye başladı. Hem yurtdışındayken hem de İstanbul'da. Daha önce Mısır'da yaşayan arkadaşımın Brezilya'dan Kasım ayında gönderdiği kart elime ancak Nisan gibi ulaşmıştı. En uzun yolculuğu yapan kartımdı sanırım bu.

Herşeyin hızlandığı günümüzde bazı şeylerin hızlanmayıp normal hızında gelmesini beklemek.. Kartpostal konusunda en sevdiğim şey sanırım bu.

Evde buzdolabımın üstünde Brezilya, İspanya, Belize, ABD, Singapur, Almanya, Fransa, Dubai, Avusturalya, Avusturya, Macaristan ve daha farklı bazı ülkelerden gelen kartlar var. İşin güzel yanı ise tüm bunların ben hatırlamadığım, aklımın ucundan bile geçmediği bir zamanda gelmeleri. Bazı insanlar için kart göndermek dediğinde akla ilk gelen bunun kartı göndereceği insanda yaşatacağı mutluluktan ziyade göndermek için yaşayacağını düşündüğü külfet ne yazık ki. Benim için ise bu külfetten ziyade bir mutluluk kaynağı. Çünkü kartı gönderdiğim kişinin o kartı alırken yaşadığı mutluluk, bunu bana ifade ederken yansıttığı mutluluk, paha biçilmez..

Bu yüzden, bence, kartpostal dediğin elden verilmez, çünkü adı üstünde: Kartpostal. Yani postalanan kart :) Elden verilen değil.

Diyeceğim o ki kartpostal postalanmak içindir.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Şeker Portakalı ve Filmi

 
Çok zaman önceydi. Ortaokul 2. ya da 3. sınıftaydım. Sınıf arkadaşlarımdan, kitap okumayı da çok seven Rojan elinde bu kitapla gelmişti bir gün okula. Merak etmiştim. O dönemde neredeyse sadece dünya klasiklerini okuyup onları bildiğim için farklı gelmişti bu kitap. Yazarı da Jose Mauro de Vasconcelos.

Kitabı okumam bundan çok sonra oldu. Lise sonları ya da üniversitenin başlarıydı. Yine bir kitapçıda gezerken görüp almıştım. Bir çırpıda da okumuştum tüm kitabı. Müthiş etkilemişti beni. Benzer hikayeler belki hayatımızın içinde çok olduğundan belki de. Nedeninden çok emin değilim. Sonra Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek. Yazarın kendi hayatını çocukluk, ergenlik ve gençlik olarak düzenleyen üç kitabı. Şeker Portakalı'ndan sonra diğerlerini de alıp okumuştum çok kısa zamanda.

Üç kitap da, özellikle de Şeker Portakalı, beni müthiş derecede etkileyen sayılı kitaplar oldular. O kadar ki "İleride çocuğum olunca adını Zeze koyacağım." derdim, halen daha diyorum. Bu nedenle birkaç gün önce Şeker Portakalı'nın 2012 yapımı filminin sonunda vizyona girdiğini duyunca hemen kontrol etmiştim hangi salonlarda oynayacağını. Böyle bir filmin çok fazla salonda oynayacak olmasını tahmin etmiyordum aslında ama Avrupa yakasında sadece 4 salonda gösterimde olması benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Tabii Spiderman, X-Men gibi yapımlar dururken kim küçük bir çocuğun hayatını ve çektiği acılarını izlemek istesin ki? Gösterimde olduğu salon sayısı az olunca gösterimde kalma süresinin de bununla paralel olacağını hissedip erkenden görmek istedim filmi ve dün akşam izledim.

Kitaptan uyarlama filmlerde genelde kendi çapımda bir dünya oluşturmuş olduğum için filmini kitaptan sonra izlemeyi tercih ederim. Kitabı okumamın üstünden de çok zaman geçmiş olduğu için tekrar okuyup sonra giderim diyordum. Fakat dün akşam denk geldi ve gittim filme, kitabı ikinci kez okuyamadan.

Tamamını altyazı okumakla geçirmek çok da çekici gelmese de film harikaydı. Zeze, şeker portakalı Minguinho, Louis, Manuel Valadares ya da nam-ı diğer Portuga, Totoca, Gloria, Mangaratiba treni ve daha birçoğu. İzledikçe kitaptaki ana hikaye de aklıma geliyordu ve sonrasında neler olacağını tahmin ediyordum. Kitaba oldukça bağlı kalınmış olması filmi daha da çekici kıldı sanki gözümde.

Birini öldürmek onu sevmekten vazgeçmek değil midir? Bu sözün anlamını insan daha çok anlıyor bu hikayenin içinde. 6 yaşındaki bir çocuğun kendisine sevgi gösteren başka birinden babası olmasını istemesi bunun en temel örneği olabilir sanırım.

Zeze'nin müthiş yaramazlığı, zekiliği, masumluğu, zarifliği, cesurluğu.. Sevgiyle yaklaşıldığında nasıl da çiçek gibi açtığı.. Fakirliği ve daha 6 yaşında fakirliği iliklerine kadar hissedişi.. Bunun için birşeyler yapma isteği, ayakkabı boyacılığı yapması.. Tipik maço erkek olan babasının eksikliğini çocuğu üstünde güç gösterisi ile kapatmaya çalışması.. Her fırsatta kendisini, varolduğunu, hem kendi yaşıtlarına, hem de kendisinden büyüklerine ispatlama gayreti içinde oluşu.. Portuga'nın arabasının arkasına asılmanın hayattaki herşeyden daha önemli oluşu.. Minguinho'nun dallarına binmenin ata binmek gibi oluşu.. Bir ağacın insanın en önemli sırdaşı olabildiği.. Ve daha birçok şey vardı bu filmde..

Şeker Portakalı beni bir kez daha büyüledi kısacası. Gitmeyenler varsa, tavsiye ederim. Vizyonda çok kalacağını sanmadığım bu filmi gidip görün..

28 Mayıs 2014 Çarşamba

İstanbul, Trafik ve Otopark Sorunsalı Analizi


İstanbul hep söylediğimiz gibi dünyanın en büyük metropollerinden biri. Megapol de deniyor kimi zaman. malum kent böyle büyük olunca en büyük sıkıntılardan biri de trafik oluyor. Hele de İstanbul gibi metro ağı kentin büyüklüğü ve nüfus yoğunluğu bu kadar zayıf bir kent için daha büyük bir sıkıntı bu trafik sıkıntısı. Deniz taşımacılığımızın ne kadar zayıf olduğu da hepimizin malumu. Çünkü metro olmayınca, deniz yolu da çok kullanılmayınca, karayolu kalıyor geriye.

Karayolu denince akla ilk gelen otobüslerle toplu ulaşımın sağlanması. Taksiler ve dolmuşlar da var tabii ki. Trafik kurallarına uyma konusunda en isteksiz kesimin bu toplu taşıma araçları olduğu da gün gibi ortada tabii. Tüm bunlar birleşince sonuç olarak trafik çilesi günlük hayatın bir parçası olan bir şehrimiz oluyor elimizde. Şikayet eden milyonlar konu çözüme gelince hep mahalli idarelerden hayıflanıyor ve onlardan çözüm bekliyor. Kültürümüzle de alakalı olmakla birlikte bu sorunun ana çözümünün de bilinçlenmenin dışında mahalli idarelerden gelmesi gerekiyor bence.

Sorunun detaylı analizini yapmak çok da zor değil. En büyük sorun, bence, park yeri eksiği ve insanların araçlarını park etmek için para vermemek istemeleri. Tabii binaların kaldırıma sıfır yükselmesi, kaldırımların oldukça dar olması, bundan dolayı insanların kaldırımda yürümek yerine sokaktan, yoldan yürümeleri ve araç trafiğinin yavaşlamasına neden olmaları gibi birçok konu da sorun olarak önümüzde bulunuyor. 

Gel gelelim çözüm önerime:

1- Öncelikle tüm yeni yapılan binalara uluslararası standartlara uygun, pratik kullanımı mümkün olan (birçok bina otoparkı pratik kullanıma uygun olmadığından daha sonra bir şekilde iskan alınarak daire olarak satışa sunuluyor çünkü) otopark yapımının müteahhitlere zorunlu kılınarak gerekli takibinin yapılması.

2- Sokağa park etmenin önüne geçmek amaçlı merkezi yerlerde de, nispeten uzak mahallelerde de yer mümkün olduğunca yer altına, mümkün olmayan yerlerde yer üstüne otopark yapılması.

3- Park cezalarının iki tür yapılarak ana yollara park etmenin cezasının caydırıcı seviyeye çıkarılması (örneğin 500 lira gibi).

4- Tüm otoparkların mahalli idareler tarafından tavan ücret uygulamasına sahip olması ve bir saatlik otopark kullanım ücretinin oldukça cüzi (mesela 1-2 lira) seviyede tutulması.

5- Trafik polislerinin kural ihlali yapan sürücülere göz açtırmaması ve cezaları tam anlamıyla uygulaması.


10 sene önce Köln'deyken farketmiştim. Şehrin her yerinde katlı otoparklar ve hangisinde kaç araçlık yer olduğu yön tabelalarında yazıyordu ve sokağa park etme ciddi anlamda oldukça azdı. Durum böyle olunca trafiğin ana nedeni araç fazlalığı oluyordu sadece.

Çözüm, istedikten sonra çok kolay yöntemlerle bulmak kolay. Fakat bunun için ciddi bir irade gerekiyor ve bizim eksiğimiz de bu irade bence.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Alo 170 Hattı, Yani Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çağrı Hattı


 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın acil çağrı hattı var: 170.

Diyelim bir işyerinde iş sağlığı ve işçi güvenliğine aykırı bir durum gördünüz. Arıyorsunuz bu numarayı ve şikayette bulunuyorsunuz. Sizinle konuşan 'müşteri temsilcisi' önce adınızı soyadınızı soruyor. Sonra TC kimlik numaranızı. Sonra doğduğunuz yeri. Sonra.... Sonrasını bilmiyorum çünkü sordurmadım. Muhtemelen ana adı, baba adı diye devam eder.. Nedeni mi sormadım? Çünkü İSG kurallarına aykırı davranan bir işyerini şikayet etmek istiyorsunuz, şerecenizin soruşturulmasını değil. Sinirlenince soruları bırakıp konuyu öğrenmek konusunda nispeten daha olumlu bir tavır değişikliği seziyorsunuz.

Bu aşamadan sonra şikayet konusunun ne olduğu soruluyor. .... sokak ... numarada şu anda yapılan çalışma uygunsuz. İnsan hayatını tehlikeye atacak durum var diyorsunuz. Gelen cevap yine sorulardan ibaret: Şirketin tam adı ne?, Firma yetkilisi kim? Nereden anladınız uygun olmadığını? gibi şikayet için yaptığınız aramayı uzatıp bıktırmaya yönelik yepyeni sorular geliyor. Buranın bir şirket olmadığını, bir binanın dış cephe kaplama çalışması yapıldığını ve ciddi anlamda tehlikeli koşullarda insanların güvenlik önlemleri alınmadan yüksekte çalıştığını söylüyorsunuz. Tamam deniyor. Bir takip numarası veriliyor ve 3 işgünü sonrasında geri dönüş yapılarak konunun takip edilebileceği bildiriliyor. Sorunun o anda yaşandığı bilgisi hiç kimse için önemli değil tabii ki. O kişi yüksekten düşüp öldüğü takdirde, Soma'da yaşanan gibi, kimsenin umrunda olmayacak zaten.

Aradan bir hafta geçiyor ve 170 hattından aranıyorsunuz. Geri dönüş yapacaklar yapılan şikayetle ilgili. Konu Beyoğlu'ndaki ilgili bakanlığa bağlı birime yönlendirilmiş ve onlar da gerekli çalışmayı yapıp sonucu iletiyorlar: .... şirketinde çalışıyorsunuz. Şikayet konusu .... şirketiyle ilgili herhangi bir bağlantınız tespit edilememiştir. Bu yüzden soruşturma yapılmamıştır.. gibisinden bir cevapla muhattap olmak durumunda kalıyorsunuz. Türkçesi şu: İnsan hayatını ilgilendiren bir konuda devlet yetkilerini bilgilendirme yapmaya çalışan kişi soruşturuluyor. Kurum belirtilen adreste yapılan çalışmayı soruşturacağı yerde şikayet yapan kişiyi soruşturuyor. Tekrarlıyorum, o şikayet yapılan yerde çalışanlardan birinin başına birşey gelmesi kimsenin umrunda değil!!!

Ki bu yaşanan da daha acısı taze olan Soma'dan sonra oluyor. Devletin bakanlığı işte iş sağlığına ve işçi güvenliğine bu kadar önem veriyor.

En yetkili ağızlar istedikleri kadar konuşsun, insanları ikna etmeye çalışsın. Bunun pratik karşılığı olmadıktan sonra nasıl güvenebiliriz ki?

 Sorunun yanı sıra bir de çözüm önerisinde bulunmak lazım. Çok basit aslında. Bu gibi şikayetlerin kontrolü çok geç yapılabiliyor yeterli denetim görevlisi olmadığı için. Ya daha fazla denetçi istihdam edilebilir devlet tarafından. Ki bu denetçilerin maliyetleri de ilgili kurumlara yansıtılacak cezalarla çok rahat karşılanabilir. Alternatif ise belediyelerin zabıta birimleri bu konuda yetkilendirilip şikayetlere oldukça hızlı müdahale edilebilir. 

13 Mayıs 2014 Salı

Gözlerinin İçi Gülen İnsanlar

İki tür insan vardır:

Birincisi gülenler. Bu gruba giriyorsanız gülersiniz, evet. Yalnız sadece gülersiniz. Çok da hissetmeniz gerekmez. İçten olması da gerekmez. Yüzünüze yapışmıştır o gülümse. Hissetmeden, yaşamadan o anı, gülümsersiniz sadece.

İkincisi ise gözlerinin içi gülenler. İşte bu gruptaysanız, gerçekten gülersiniz. İçinizden gülersiniz, sadece görünüşte değil. Bazen ağlarsınız da. Bazen ama, içten gülersiniz. Öyle ki, o kadar içten ki, gözlerinizin içi güler. İşte bunu sahte yapamazsınız. Olmaz. Çıkmaz öyle her istediğinde. İçten hissetmek gerekir o mutluluğu, neşeyi..

Karşınızda ikinci gruptan biri varsa, siz de ister istemez gülersiniz. İçten yine. Aynı şekilde. Çünkü başka türlüsü elden gelmez. Çıkmaz yani. Gülmek gerekir ve gülersiniz. Mutlu olursunuz..

Bir gün okulda yürürken bir arkadaşınızla karşılaşırsınız. Size şunu söyler:
- .... seni görünce mutlu oluyorum.
- Niye? diye sorarsınız gülerek.
- Çünkü seni ne zaman görsem yüzün gülüyor, gözlerin gülüyor.
Böyle bir söz karşısında içten, gözlerinizle gülmeye devam ederek teşekkür eder ve insanları mutlu etmenin tarif edilemez iç tatminiyle yolunuza devam edersiniz..

Hayatta her tür insan var. Çevremizde de her tür insan var. Yalnız bu ikinci gruba girenler var ya, onlardan çok da fazla yok. Onları yakınlardan eksik etmemek lazım..


Bu konuda da pek çok konuda olduğu gibi sanırım çocukların üstüne yok... :)