6 Ağustos 2014 Çarşamba

Soledad Bravo - Yaşayan Bir Efsane

Duyanınız var mıdır Soledad Bravo'yu? Peki ya Che Guavera'ya ithaf  edilen Hasta Siempre de Commandante Che Guavera şarkısını? Birçoğunuz duymuştur bunu sanırım.

Birkaç sene önceydi sanırım ilk adını duyduğumda. Tangoya ilgim şarkısının güzelliği ile birleşince hayranı oldum bu sanatçının. İlk duyduğum şarkısı El Violin De Becho müthiş güzel bir tango. Hatta şimdi telefonumun melodisi bu tango, Mercedes Sosa yorumuyla.. Alfredo Zitarrossa'nın olan bu şarkıyı nedendir bilmem Soledad Bravo'dan dinlemeyi çok daha fazla seviyorum.. 


Asıl ünlenmesi Hasta Siempre'yi yorumlamasıyla olmuş ve o zamandan bu yana, yani neredeyse 50 yıldır Latin Amerika'nın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir.. Devrim sanatçılarındandır aynı zamanda Venezuela'nın..

Beni asıl yazmaya teşvik eden ise Ay Carmela adlı şarkısı oldu..Alttaki şarkı yani..Son birkaç gündür sabahları güne başlarken çok güzel gelen bir şarkı.. O kadar eğlenceli ki günümü daha güzel kılmaya tek başına gücü yetebiliyor.. Öyle ki günde birkaç defa üst üste dinlediğim bile oluyor. İspanyolca şarkı dinlemeyi sevenlere kesinlikle diğer şarkılarını da dinlemesini tavsiye ederim..


Müzik, hani denir ya, ruhun gıdasıdır diye. Bu benim için fazlasıyla geçerli. Böyle güzel ve özel şarkıları da bir şekilde paylaşmak gerek..

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Özgürlüğün Sınırları Gerçekten Nerede Biter?

Her zaman denir ya, 'Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.' diye. Özgürlüğün sınırları hep bu şekilde çizilir. Halbuki burada ciddi bir eksiklik var. Buradan doğrudan anladığım başkasının sınırlarına girmedikten, başkalarına (doğrudan) zarar vermedikten sonra, istediğim herşeyi yapmak konusunda özgürüm!

Özgürlüğün başka sınırları yok mudur? Ya da olmalı mıdır başka sınırları özgürlüğün? Ne dersiniz? Çünkü diğer türlüsü bir anlamda sınırsız özgürlük gibi birşey. Mesela hiçbir insanın olmadığı, yaşamadığı bir yerde istediğim herşeyi yapabilirim! Bu mümkün mü peki? Başka bir soru: Bu doğru mu? Gerçekten de özgürlük böyle birşey mi?

Bence özgürlüğün sınırları tabii ki olmalıdır. Sınırsız özgürlük olamaz, olmamalı. Yalnız burada kastettiğim özgürlüklerin devlet tarafından sınırlandırılması değil kesinlikle. Devletler, yapıları gereği, halktan da ciddi bir aksi yönde hareket olmadığı sürece özgürlükleri sınırlamak yönünde görüşte oluyor çoğu zaman. Bu durum gelişmemiş ülkelerde gelişmişlere göre çok daha fazla tabii ki. Bu yazının ana amacı devletin sınırlamaları dışında kalan alanda insanların özgürlüklerinin sınırı..

Özgürlüğün asıl sınırları doğaya karşı olan sınırlardır bence. Bazı doğu, Hint felsefeleri/dinleri haricinde insan hemen hemen her toplumda en fazla kutsanan, yüceltilen varlık olmuştur. Durum böyle olunca özgürlük gibi bir konuda insanın ne yapıp ne yapamayacağı meselesinde biraz durmak gerekiyor. Ön planda olan insan olunca da sadece diğer insanlara karşı sınırların varlığından söz ediliyor. Varlığımızın ana nedeni olan doğaya karşı sınırlarımıza bir şey söylenmiyor. Bu nedenledir ki diğer insanlara karşı sorumluluğumuz olduğu kadar doğaya karşı da sorumluluğumuz var. Doğa derken kastettiğim hem çevremiz, yeşil alanlar, ormanlık alanlar, hem de buralarda ve çevremizde yaşayan hayvanlar. Onlar da bu dünyanın sahipleri çünkü.. 

Sorumluluk doğaya karşı olunca birçoğumuz bunu önemsemiyoruz. Halbuki doğa kendinden alınanı bir şekilde geri alıyor. Er ya da geç. Örneğin birçok insanın yere attığı çöpler. Bu çöplere ne oluyor? Çöpçüler mi topluyor hepsini? Hayır tabii ki. O çöplerin toplanmayan, toplanamayan kısmı ya kaldırım kenarlarında birikiyor, ya kanalizasyon kapaklarının ağzını tıkıyor, ya da kanalizasyon boruları içinde birikiyor. Daha sonra yağmur olduğunda kaldırım kenarında biriken çöpler suyun yolun kenarından değil, yolun üstünden akarak geçişimize engel oluyor. Kanalizasyon kapaklarını tıkayanlar yağmur suyunun kanalizasyona akmasını engelleyerek zeminde olması gerekenden çok daha fazla yol almasına ve birikmesine neden oluyor. Kanalizasyon borularının içinde özellikle filtrelerde birikenler ise kanalizasyonun su atımına faydalı olmak yerine kanalizasyonun çok daha hızlı şekilde dolmasına neden olarak yağmur sırasında suyun zeminde kalmasına neden oluyor. Durum böyle olunca da en ufak şiddetli bir yağmurda ortalığı sel götürüyor. Aslında en çok zararı da yine biz görüyoruz.

Özellikle Avrupa'ya gittiğimizde şehirlerin içinden akan irili ufaklı ırmaklar vardır birçok yerde. Bu ırmaklar bizde, özellikle de İstanbul'da kalmadı. Suların güzergahları değiştirilip bu derelerin yataklarına evler, binalar yapıldı, yaptırıldı. Sonuç: Ciddi anlamda şiddetli yağmur olduğunda bu alanlarda kalan evler su altında kalıyor. Boşuna dememiş büyüklerimiz, 'Su akar, yatağını bulur!' diye.. Özgürlük yani, herkese lazım.. Sınırlarını iyi bilerek.. Çevreye saygıyı ihmal etmeden..

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Lütfen Çimlere Basmayınız!

Görsel ararken bunu buldum. İki soru aklıma geldi, birincisi Atatürk gerçekten de çimlerle ilgili konuşmuş mu? İkincisi Atatürk'ün imzası bundan biraz daha farklı gibi sanki. Bu da bonus soru: Niye? Aklıma iki bonus soru daha geldi son anda: Birincisi 'İzmir Büyükşehir Belediyesi bu yazının altına niye Atatürk'ün adını yazma gereği duydu?', ikincisi ise 'Bu tabela gerçek mi?'

Bu yazıyı ufak çocuğa bile sorsak görmeyeni yoktur. Bu bir uyarı yazısıdır ve insanı hizaya almaya çalışır. Bunu yaparken iki konuya dikkat eder tabii ki.
 
Birincisi ve en önemlisi 'Lütfen' der. Kibarca rica etmektir bu. 'Emretmiyorum!' der, 'rica ediyorum' sadece.

İkincisi ise basmak fiilinin sonundaki ek olan '-mayınız' kısmı. Şimdi burada hem olumsuzluk var hem de 'Siz' diye bir hitap var. Burada da kastedilen ''Bak 'sen' değil 'siz' diye hitap ediyorum!''dur.

Halbuki içinde kibarca bir emir vardır. Basmayınız!

Basarsan eğer, konunun boyutları değişir. Basmaman için elinden geleni yapar idare. Mesela çimlerin etrafına çit örer. Yarım metreden fazla olmaz genelde bu çitler ama her seferinde üstünden atlama gereksiniminden dolayı bazı insanları vazgeçirebilir bu durum.

Diğerlerini peki? Onları nasıl uzaklaştırabiliriz? İkinci çözüm devreye girer bu durumda. O da sulamak çimleri. Çimler normalde akşam saatlerinde sulanır ki sudan azami fayda elde edilebilsin. Buharlaşmadan dolayı su kaybı olmasın. Dökülen su köklere insin ve güçlendirsin çimleri diye. Fakat insanlar daha çok gündüz dolaşır. Gündüz dolaşmayı engelleme yöntemi ise tabii ki çimleri gündüz sulamaktan geçer. Çok basit matematiktir bu. İki kere iki dört yani.

Burada asıl amaç insanların, halkın, çimlere basmasını engellemektir. Bu şekilde onlara 'doğru' yolu göstermek, onları hizaya almak en doğrusu. Çünkü halk nereden yürüyeceğini, nereden geçeceğini bilmez, bilemez. Öğretmek gerekir. Ki bu da idarenin görevidir. Bu uyarı tabelasının oraya konma nedeni de tamamen budur. Bizleri hizaya getirmek.

Tabii bizim gibi sürekli, kendi çapında, idareye karşı çıkanlardan oluşan halk ne yapar bu durumda? O çimlere itinayla basar tabii ki. Hatta üstünden hep aynı yoldan, kestirme yoldan, geçerek patika bile oluşturur çimlerde. Sonraları kalıcı yola bile dönüşebilir o güzergah kimi durumlarda.

İki güzel örnekle bitirmek istiyorum. Birincisi Bursa'dan bir örnek. Zamanını ve halen daha orada olup olmadığını bilmiyorum ama orada bir uyarı tabelası var. Üstünde üç aşağı beş yukarı şöyle bir bilgi/uyarı var:

-Lütfen çimlere çekirdek kabuklarını atmayınız. Çekirdek kabukları içerdiği tuzdan dolayı topraktaki suyu emip çimleri susuz bırakarak çimlerin ölmesine neden olmaktadır.

Ayağı yere basan ve gayet güzel bir uyarı bu bence. Başka yerlere de örnek olmalı.

Başka bir örnek, bunun nerede olduğunu bilmiyorum ama:

- Lütfen çimlere basınız. Çünkü bu şekilde çimlerin kökleri güçlenerek daha kalıcı hale gelmektedir. Teşekkür ederiz.

Bu minvalde bir bilgi/uyarı var. Bence diğeri kadar önemli bu tabela da. Çünkü bilgilendirme yapıyor. Faydalı bilgilendirme.

O zaman ne yapıyoruz? Çimlere basıyoruz. Hem de itinayla. Tek farkla ama: Sürekli insanların kullandığı aynı yoldan değil, çimlerin farklı yerlerine basarak yapıyoruz bunu. Böylece hem çimlerin güçlenmesine faydamız oluyor hem de ayaklarımız biraz daha toprakla temas etmiş oluyor. Doğrudan nemli toprak en iyi topraklama, deşarj yöntemidir çünkü..

Bu tabela da Kocaeli'nden. Adamlar basınız diyor. Basmak lazım o zaman!


1. Fotoğraf : http://www.meydansozluk.com/bak/lutfen+cimlere+basmayiniz
2. Fotoğraf: http://www.itusozluk.com/gorseller/%E7imlere+basmay%FDn%FDz/116646


8 Temmuz 2014 Salı

Doğumgünü Kutlamaları

Kültür dediğimiz şey tıpkı dil gibi, zamanla evriliyor, değişiyor, çağa ayak uyduruyor. Sürekli bir gelişim içinde, bizler gibi. Tabii gelişim derken bunun hep olumlu olduğu anlamı çıkmıyor buradan. Dünya üzerinde çok sayıda kültür olduğu için bir o kadar da farklılık var. Hemen her konuda hem de. Bir yerde "bol şans" dilerken başka bir yerde "bacağını kır" diyebiliyor insanlar şans dilemek için mesela.

Bir zamanlar çevremiz daha kısıtlı ve az kişiden oluşuyordu. Sürekli takıldığımız, birşeyler yaptığımız insanların sayısı çok da fazla olmadığından bu insanların doğumgünlerini de bilirdik. Sürekli aklımızdaydı. Zamanı gelmeden parti planlanır, yapılırdı organizasyon. Güzel de olurdu. Çevrenin kısıtlı ve az kişiden oluşmasının yaşla da çok fazla alakası yoktu. Yaş ilerledikçe, iş dünyasına girdikten sonra bile biraz artan sosyal çevremiz yine de şimdikine kıyasla çok daha kısıtlı idi. O zamanlar yakında değilsek ya da o gün o yakınımızla birlikte olamayacaksak arardık o kişiyi doğumgününü kutlamak amaçlı olarak. En azından sesimizi duyurmak için.. İçten sıcak ve güzel bir konuşma geçerdi.


Zaman geçti, doğumgününü hatırlatan internet siteleri peyda oldu. Bildiğimiz doğumgünlerini oraya yazdık. Bilmediklerimize de sorduk ve onlar yazdı doğumgünlerini. Bir süre bu şekilde hatırlatma servisleriyle idare ettik. Fena da olmadı hani. Eskisine göre daha çok kişinin doğumgününü "hatırlıyorduk" artık. Eskiden uzakta olduğumuzda kartpostalla ya da telefonla kutlama yaparken bu kez yöntem elektronik kartlara döndü. Ses azaldı. Sürekli yanımızda, yakınımızda olanların kutlamaları yine doğrudan yapılıyordu tabii.


Bir süre sonra da sosyal medya girdi hayatımıza. Ne olduğunu anlamadan sanal dünyaya en uzak olduğunu düşündüğümüz yakınlarımız bile sosyal medya sayfalarında görünmeye, yorumlar yapmaya, doğumgünlerimizi kutlamaya başladılar. Bizim de tabii bu arada çevremiz büyüdükçe büyüdü. Eskiden nispeten küçük olan arkadaş çevremiz büyümeye başladı. Büyürken tabii kutlama yapılması gerekenlerin sayısı da aynı oranla arttı.

Eskiden doğrudan ya da telefonla içten ve sıcak bir şekilde doğumgünü kutlarken sonraları bu kuru bir "doğumgünün kutlu olsun"a ya da "iyi ki doğdun"a döndü. Tabii o kuru kutlama mesajlarının karşılığı da kuru bir "beğen" tuşuna basmak ve toplu olarak bu mesajların bizi mutlu ettiğini yazmak oldu doğal olarak. Bazen daha içten, daha uzun, daha düşünce dolu mesajlar olsa da çevrenin büyümesi, ilişkilerin zayıflaması, daha çok sanalda kalması, kutlama yapılan insan sayısının fazlasıyla artması gibi nedenlerle yapılan kutlamanın derinliği de aynı oranda zayıfladı işte.. Ha, bazen çok içten, oldukça neşeli, güldüren, düşündüren, heyecanlandıran, sevindiren, eğlendiren mesajlar gelmiyor değil tabii.. Öyle mesajı yazmak zaman gerektiriyor, düşünmek gerektiriyor, duygu gerektiriyor.. Kuru olmuyor o zaman doğumgünü mesajı, sıcak ve içten oluyor.. Ses gibi olmasa da tabii..

En yakınımızda gördüğümüz arkadaşlarımızın, yakınlarımızın, ailemizin doğumgünlerini nerede olurlarsa olsunlar bir ölçüde yine eskisi gibi kutluyoruz aslında. Tercih bizim.. İster öyle, ister böyle..

7 Temmuz 2014 Pazartesi

'Kimseye Güvenme'


 Bu isimde kitap bile var. Gerçi polisiye, aksiyon dolu ama işin sonunda güvenmemeyi telkin eden bir kitap.

'Babana bile güvenmeyeceksin!' sözü bizim kültüre ait. Bizim derken aslında kastettiğim biraz daha Ortadoğu denen coğrafya, sadece Türkiye değil.

Sürekli bir güvensizlik pompalanması sözkonusu. Aile içinde bile güvensizlik pompalanıyor sürekli. Bir insan ailesindekilere güvenmezse kime güvenebilir ki?

Bu yazıyı okuduğunuza göre okuma yazmanız vardır. Buna göre büyük olasılıkla ilkokulu, ortaokulu ya da liseyi bitirdiğinizde bir üst okula girmek için düzenlenen ulusal çaptaki sınavlara bir şekilde girmişsinizdir. Bu sınavların en ortak yanlarından biri ne peki? Ters köşeye yatıran soruları bence. A'yı gösterirken aslında B'yi sormak. En basit sanırım bu şekilde açıklanabilir bu durum.

Cüzdanınız çalınıyor. Polise gidiyorsunuz. Kaybolduğuna dair tutanak tutturacaksınız. Polisin ilk yaklaşımı 'Git yeni kimlik, kart vs. çıkar. Eskisi zaten iptal olur.' şeklinde. Biraz kurcalayınca sorularla, asıl nedenin cüzdanınızı çaldırmamış/kaybetmemiş olma ihtimaliniz, bunu farklı şekilde kullanma ihtimaliniz. Söylediğinin en açık tercümesi (hatta bunu doğrudan da söyleyebiliyorlar):
- Ben nereden bileyim cüzdanını çaldırdığını!
'Cüzdanım çalınmasa niye buraya geleyim!' diye kendinizi savunmaya kalktığınızda da cevap 'Orasını ben bilemem!' şeklinde oluyor. Yani sizi korumakla, kollamakla görevli polis sizi potansiyel şüpheli durumuna düşürüyor.

Evlenen çiftte kadın maaşını birlikte yaşamları için kullanmaktansa kendine ayırmayı hak olarak kabul edebiliyor. Nedeni sorunca da 'Maaşım benim geleceğimin güvencesi. Ona dokundurtmam!' şeklinde olabiliyor.

İlişkilerde ne erkek kadına yeterince güven veriyor, ne de kadın erkeğe. Erkek kültürel aldığı gücü de kullanarak çapkınlığın doğal hakkı olduğunu düşününce güvensiz bir ilişki doğuyor. 

Devletin bir kurumuna yanlış yapılan bir uygulamayı şikayet ediyorsunuz. Şikayet konusu yer sorgulanacağı, soruşturulacağı yerde şikayetçi kişi soruşturuluyor. Yalan söyleme ya da alakasız olma ihtimaline karşı.

Devletin başındaki kişi komşunuzu ihbar edin diyor. Devletin istihbarat ve polis örgütü sürekli kendi vatandaşlarını siyasi görüşü, dini görüşü, kişiliği gibi konularda fişliyor ve bu fişlemeler de sürekli açığa çıkmasına rağmen devam ediliyor. Fişlemeden muzdarip olan, mağdur olanlar başa geçince, onlar da aynısını devam ettiriyor.

Bunlar gibi daha bir çok örnek verilebilir memleketimizdeki, daha doğrusu kültürümüzdeki güvensizlik meselesiyle ilgili. Bu güvensizlik ne yazık ki bir yandan çatışmaları, güven bunalımlarını getirirken, diğer yandan da ilerlememizi, gelişmemizi engelliyor. Sonuç: Kimsenin kimseye güvenmediği, güvensiz bir toplum.

Araştırmalar Türkiye'de insanların birbirine güveninin %12 iken Danimarka'da bu oran %76'ya çıkıyor.* Yani 10 kişiden ancak biri güveniyor bir diğerine. Almanya'dayken güven konusunun ne kadar önemli olduğunu, insanların, kurumların, herkesin bir şekilde birbirine güveniyor olduğunu görmek beni ciddi anlamda şaşırtmıştı. Çünkü bu benim çok olmasa da birçok insanın yetiştirilme biçimine aykırı bir durumdu.

Çözüm ne peki? Çözüm aslında çok basit. Kimseye, en başta da çocuklara, 'Babana bile güvenmeyeceksin!' gibi güvensizlik aşılamamak. İçten olup güvenmek karşındakine. Bunun altyapısı ise insanların iyi niyeti ile başlayabilir ama bana göre devletin kendi halkına güvenini esas alması olmazsa olmazdır. Güvenin olmadığı yerde her tür sorun ortaya çıkabiliyor çünkü..

* Türkiye Değerler Atlası 2012'den alınmıştır

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kartpostal Gönderme Kültürü

Çocukken hatırlarım bayram, yılbaşı kutlama kartlarını. Ya da doğumgünü kartlarını. O zamanlar şimdiki gibi facebook, eposta, twitter gibi elektronik iletişim yolları ve sosyal medya yoktu tabii ki. Bilgisayarı bile çok sonradan, lisede okurken okulumuzun fi tarihinden kalma sabit diski bile olmayan Windows 3.1 kullanan bilgisayar laboratuvarında görmüştüm ilk olarak.

O zamanlar insanlar birbirlerine kart gönderirdi. Dedim ya, hemen her türlü kutlama için gönderilirdi bu kartlar. Severdim sanırım ben de o kart göndermeleri. Gelen kartları okumaları. Sonra, yine sanırım benim lise dönemime denk geliyor, 90ların sonlarına doğru, elektronik kartlar ortaya çıktı. Sesli olanı, hareketli görüntülü olanları, kar yağanı, oyuncak ayıcıklı, barbie bebekli gibi pek çok çeşidi ortaya çıktı. Hepsi elektronikti ama. Yani bilgisayar başında bakılabiliyordu, dokunarak değil. Kartondan yapılan kartpostalların iki katlısı, içinde çeşitli şekilde katlanmış figürlerin olduğu modeller de vardı tabii ki. Bunlar birbirleriyle yarışırken kartpostal göndermek yerine elektronik kartpostal göndermeyi tercih etmeye başlamıştım. Daha modaydı hem elektronik kartpostal. Özellikle doğumgünü kutlamalarında. Hele de tüm arkadaşlarının doğumgünlerini tek bir yerde toplayıp sene boyunca sana hatırlatma lüksünü de ekleyince bu duruma, değme keyfime. Tabii sene 2000'lerin başları olmuştu bile o arada.

Zaman geçtikçe bir de baktım insanlar geziyor. Hem de çok. Gezdiğin, gittiğin memleketten göndermesi en kolay ve en az masraflı hediye de sanırım kartpostal oluyordu. Yıldız'da öğrenci asistanken gelen bir misafirimizin, Alman bir profesörün, yaptığı hediyelik alışverişinde kartpostal alması dikkatimi ciddi anlamda çekmişti. Arakdaşlarına, yakınlarına göndereceğini söylemişti sorduğum zaman.

Birkaç sene sonra Mısır'da yaşayan bir arkadaşım Avusturya'dan aldığı kartı Mısır'dan Türkçe olarak gönderince müthiş hoşuma gitti bu durum. Galiba o zamandı kartpostal göndermeye ve bir yerlere giden arkadaşlarımdan kartpostal istemeye başlamam. En başta ailem olmak üzere başladım bir liste oluşturmaya. O dönemden sonra hemen her gittiğim yerden gönderdim kart bu arkadaşlarıma. Liste büyümeye başladı tabii sonraları. Benim gönderdiğim arkadaşlardan kartlar gelmeye başladı. Hem yurtdışındayken hem de İstanbul'da. Daha önce Mısır'da yaşayan arkadaşımın Brezilya'dan Kasım ayında gönderdiği kart elime ancak Nisan gibi ulaşmıştı. En uzun yolculuğu yapan kartımdı sanırım bu.

Herşeyin hızlandığı günümüzde bazı şeylerin hızlanmayıp normal hızında gelmesini beklemek.. Kartpostal konusunda en sevdiğim şey sanırım bu.

Evde buzdolabımın üstünde Brezilya, İspanya, Belize, ABD, Singapur, Almanya, Fransa, Dubai, Avusturalya, Avusturya, Macaristan ve daha farklı bazı ülkelerden gelen kartlar var. İşin güzel yanı ise tüm bunların ben hatırlamadığım, aklımın ucundan bile geçmediği bir zamanda gelmeleri. Bazı insanlar için kart göndermek dediğinde akla ilk gelen bunun kartı göndereceği insanda yaşatacağı mutluluktan ziyade göndermek için yaşayacağını düşündüğü külfet ne yazık ki. Benim için ise bu külfetten ziyade bir mutluluk kaynağı. Çünkü kartı gönderdiğim kişinin o kartı alırken yaşadığı mutluluk, bunu bana ifade ederken yansıttığı mutluluk, paha biçilmez..

Bu yüzden, bence, kartpostal dediğin elden verilmez, çünkü adı üstünde: Kartpostal. Yani postalanan kart :) Elden verilen değil.

Diyeceğim o ki kartpostal postalanmak içindir.

29 Mayıs 2014 Perşembe

Şeker Portakalı ve Filmi

 
Çok zaman önceydi. Ortaokul 2. ya da 3. sınıftaydım. Sınıf arkadaşlarımdan, kitap okumayı da çok seven Rojan elinde bu kitapla gelmişti bir gün okula. Merak etmiştim. O dönemde neredeyse sadece dünya klasiklerini okuyup onları bildiğim için farklı gelmişti bu kitap. Yazarı da Jose Mauro de Vasconcelos.

Kitabı okumam bundan çok sonra oldu. Lise sonları ya da üniversitenin başlarıydı. Yine bir kitapçıda gezerken görüp almıştım. Bir çırpıda da okumuştum tüm kitabı. Müthiş etkilemişti beni. Benzer hikayeler belki hayatımızın içinde çok olduğundan belki de. Nedeninden çok emin değilim. Sonra Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek. Yazarın kendi hayatını çocukluk, ergenlik ve gençlik olarak düzenleyen üç kitabı. Şeker Portakalı'ndan sonra diğerlerini de alıp okumuştum çok kısa zamanda.

Üç kitap da, özellikle de Şeker Portakalı, beni müthiş derecede etkileyen sayılı kitaplar oldular. O kadar ki "İleride çocuğum olunca adını Zeze koyacağım." derdim, halen daha diyorum. Bu nedenle birkaç gün önce Şeker Portakalı'nın 2012 yapımı filminin sonunda vizyona girdiğini duyunca hemen kontrol etmiştim hangi salonlarda oynayacağını. Böyle bir filmin çok fazla salonda oynayacak olmasını tahmin etmiyordum aslında ama Avrupa yakasında sadece 4 salonda gösterimde olması benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Tabii Spiderman, X-Men gibi yapımlar dururken kim küçük bir çocuğun hayatını ve çektiği acılarını izlemek istesin ki? Gösterimde olduğu salon sayısı az olunca gösterimde kalma süresinin de bununla paralel olacağını hissedip erkenden görmek istedim filmi ve dün akşam izledim.

Kitaptan uyarlama filmlerde genelde kendi çapımda bir dünya oluşturmuş olduğum için filmini kitaptan sonra izlemeyi tercih ederim. Kitabı okumamın üstünden de çok zaman geçmiş olduğu için tekrar okuyup sonra giderim diyordum. Fakat dün akşam denk geldi ve gittim filme, kitabı ikinci kez okuyamadan.

Tamamını altyazı okumakla geçirmek çok da çekici gelmese de film harikaydı. Zeze, şeker portakalı Minguinho, Louis, Manuel Valadares ya da nam-ı diğer Portuga, Totoca, Gloria, Mangaratiba treni ve daha birçoğu. İzledikçe kitaptaki ana hikaye de aklıma geliyordu ve sonrasında neler olacağını tahmin ediyordum. Kitaba oldukça bağlı kalınmış olması filmi daha da çekici kıldı sanki gözümde.

Birini öldürmek onu sevmekten vazgeçmek değil midir? Bu sözün anlamını insan daha çok anlıyor bu hikayenin içinde. 6 yaşındaki bir çocuğun kendisine sevgi gösteren başka birinden babası olmasını istemesi bunun en temel örneği olabilir sanırım.

Zeze'nin müthiş yaramazlığı, zekiliği, masumluğu, zarifliği, cesurluğu.. Sevgiyle yaklaşıldığında nasıl da çiçek gibi açtığı.. Fakirliği ve daha 6 yaşında fakirliği iliklerine kadar hissedişi.. Bunun için birşeyler yapma isteği, ayakkabı boyacılığı yapması.. Tipik maço erkek olan babasının eksikliğini çocuğu üstünde güç gösterisi ile kapatmaya çalışması.. Her fırsatta kendisini, varolduğunu, hem kendi yaşıtlarına, hem de kendisinden büyüklerine ispatlama gayreti içinde oluşu.. Portuga'nın arabasının arkasına asılmanın hayattaki herşeyden daha önemli oluşu.. Minguinho'nun dallarına binmenin ata binmek gibi oluşu.. Bir ağacın insanın en önemli sırdaşı olabildiği.. Ve daha birçok şey vardı bu filmde..

Şeker Portakalı beni bir kez daha büyüledi kısacası. Gitmeyenler varsa, tavsiye ederim. Vizyonda çok kalacağını sanmadığım bu filmi gidip görün..