9 Ağustos 2014 Cumartesi

Sabır ve Sabırsızlık Üzerine

Sabır bir insanın sahip olabileceği en büyük erdemlerden biridir sanırım.. Kolay değildir çünkü sabırlı olmak, sabretmek. İstediğimiz şeyin olmasını, hele de çok, çook fazla istiyorsak, daha da zordur. Beklemek. Her geçen saat, dakika, hatta saniye bile bir asır gibi gelebilir kimi zaman. Einstein'in zamanın izafi oluşuyla ilgili söylediği de bu biraz.

Bana biraz daha yemeğin hızlanmasıyla başladı gibi geliyor tüm bunlar. Aslında tamamı bir süreç içinde ilerler, değişir, gelişir. Her zaman iyiye doğru olması gerekli değil tabii.. Yemek, biraz daha MacDonald's'ın üretimini hızlandırmasıyla, birkaç saniyede bir hamburger üretmesiyle daha kolay üretilebilir oldu. Hatta adına da 'fast food' dendi, yani hızlı yemek.

Sonra ne oldu? Bu hızlanan yemek üretimi yemek yeme süremizi de hızlandırdı. İşlenmiş gıda daha az çiğnenmeye ihtiyaç duyuyor çünkü. Hızlı gıda. Kıyafet peki? Eskiden sipariş verilir, ona göre diktiririlirdi kıyafetler. Bu da zaman ve para demekti. Bu işi hızlandırmaya cevap da hazır giyim oldu tabii ki.

Diğer sektörler de peşi sıra takip etti. Bir de baktık hayatın diğer alanları hızlandı. Otomobiller mesela, daha hızlı daha güçlü oldu zaman içinde. Peki sonra, diğer alanlar. Hayatın tüm alanları.

Bir filmde görmüştüm, ölülerin ruhları insanlar arasında dolaşıyordu. Bir ölü diğerine soruyor, 'Birinin ölü ya da diri olduğunu nasıl anlıyorsun?', diye. Cevap çok ilginç: 'Diriler hep bir acele içindedir. Ölüler değil.' Çünkü ölülerin acele etmeleri gereken birşey yok ki!

Hayat böylesine evrilirken, herşey hızlanırken biz de birşeyi kaybettik: Sabrımızı kaybettik. Yemeğin hızlı olmasını bekliyoruz. Bir iki dakikalık gecikmeye bile çoğu zaman tahammülümüz yok. Hemen başlıyor şikayet etmeler. Yolda giderken birilerine çarpma, onların konfor alanına girip onları rahatsız etme pahasına yapıyoruz bunu bir de. Yetişmemiz gerekiyor çünkü bir yerlere. Yolda giderken geçen zaman bize çok geliyor. Hemen geçsin istiyoruz yol. Varacağımız yere varalım istiyoruz. Bir an evvel hem de. Tahammül yok. Beklemememiz gerekiyor. Önemli işlerimiz var çünkü. Hiç kimseyi, hiç bir şeyi bekleyemeyen işler hem de.

İşyerinde çalışırken sürekli birşeyler istenir bizden. Hepsinin de acelesi vardır. Hepsinin bir şekilde bitirilmesi gerekiyordur. Bu arada esnememize bile tahammülü olmaz müdürümüzün. Anlatmaya çalışırsınız, anlamazlar. Ondan sonra sabah mesai başladığında insanlar günün bitmesini beklerler. Akşam evde geçireceği birkaç saat için on saat işyerinde geçirdiğinin farkında olmadan hem de. Giden günün kendi hayatımızdan gittiğinin farkında olmadan..

Film izleriz, çabuk bitmesini bekleriz. Çabuk bitsin de diğer şeylere yetişelim. Yemek çabuk bitsin de gidelim. Tiyatroya gideriz. Bitmesini isteriz çabucak ki gidip birşeyler içelim. Orada da yine zamanın çabuk geçmesini bekleriz. Güzel bir yazı okuruz. Uzun gelir, yarısında bırakırız. Sonuna kadar okumaya zamanımız yoktur çünkü. Bir kitap okuruz. Okuyamayız. Sıkılırız. Hareketli ve müthiş sürükleyici değilse o kitabın edebi değerinin hiçbir kıymeti yoktur. Baştan sonra okumak için gereken sabrımız yoktur çünkü. Sonra başlar baştan almalar..

Bir ilişki yaşarız. Tüm aşamaların çabucak olup bitmesini bekleriz. Herşeyi bir anda yaşamayı. Mutlu olmayı. Sonra ise, herşeyi tükettikten sonra, sıkılıp ayrılır ve yeni birini alırız hayatımıza. Bazı konularda sorunlar yaşarız ilişkimizde. Bunların çözümünü karşı taraftan talep ederiz ama hemen olmasını bekleriz bu çözümlerin. Gecikmesine tahammülümüz yoktur. Ya hemen olmalıdır, ya da ayrılıp kendi yolumuza bakmalıyızdır. Gecikmeye tahammülümüz yoktur.

Metroda yürürüz. Yanımızda sokak müzisyenleri müzik yapar. Çok da güzel çalıp söylüyorlardır. Durup orada, en azından birkaç dakika, dinlemek yerine onları, yürüyüp geçeriz yanlarından. Birkaç saniyesini dinleyerek o güzel müziğin. Vicdanımızı rahatlatmak amaçlı olarak da birkaç lira bırakırız önlerine müzisyenlerin. Oradaki müzisyenlerin biraz para kazanmanın dışında müziklerinin dinlenmesini beklemeleri umrumuzda değildir. Acelemiz vardır ve gitmemiz gerekmektedir. Geç kalıyoruzdur çünkü.

Hastalanırız. Doktora gideriz. Doktor stresten uzak durmamızı önerir. Çünkü hastalığınızın nedenidir stres. Doktor konuşurken bile bitirsin de gidelim diye düşünürüz. Zaman kaybediyoruzdur orada. Sağlığımız gider ama umrumuzda olan bu değildir. 

Sonra?.. Sonra da bir de bakarız hayatımızın sonuna gelmişiz. 'Keşke'lerden keşke beğen o zaman.

8 Ağustos 2014 Cuma

Beklentiler ve Hayatın Gerçekleri

Beklentiler..

Çok beklentimiz var hayattan.

Mesela daha bebekken bile başlarız beklemeye. Annemizden ağladığımızda ne istediğimizi anlamasını bekleriz.

Çocukken huysuzluk yaptığımızda nedenini söylemeyiz de bulmalarını bekleriz büyüklerimizin huysuzluğumuzun nedenini. Nasıl bilemezler ki ne istediğimizi? Halbuki çok basit. Başka bir şey olamaz ki. Kendi kafamızın içinde geçen düşüncelerin çok kolay anlaşılır olduğunu düşünür, bu yüzden onu açıklama ihtiyacı hissetmez, doğrudan anlaşılmayı bekleriz.

Biraz daha büyürüz. Bisiklet isteriz. Ama bunu söylemeyiz. Herkesin bisikleti var ya, alınsın diye bekleriz. Akıl etsin babamız bize bisiklet almayı. Bu kadar basit birşey de söylenmez ki. Babamızın aklına hakarettir bundan bahsetmek bile. Anlıyordur o zaten. Alacaktır. Alma geciktikçe biz sadece biraz daha huysuzluk yaparak anlamasını bekleriz. Annemize söyleriz de babamıza söylemeyiz, söyleyemeyiz. Annemizin söylemesini bekleriz. Yani ilk aracı kullanmamız başlamıştır. İsteklerimizi doğrudan değil, aracı kullanarak söyleriz kimi zaman. Bunu bazen nasıl hissettimizi söylemesi için bile yaparız.

Toplumdan topluma değişmekle birlikte beklentiler konusunda erkekler biraz daha basit yaratıklar olduğundan ne bekledikleri daha nettir. Kadınların ise pek çok beklentisi olabilir. Bunları erkeğin anlamasını beklerler. Mesela birinden hoşlandıklarında, onun bunu anlamasını beklerler. Hareketlerinin herşeyi anlattığını düşünürler. Ama karşısındaki anlamıyordur onu. Hiç kimse anlamıyordur hatta. Ondan sonra kurmaya başlar kafasında. 'Acaba!', 'Başkası mı var?' gibi gibi.. Bekler, ama gereğini yapma, yani beklentisini karşısındakine doğrudan anlatma ihtiyacı hissetmez. Bekler sadece ve diğerinin kendisini kaybettiğini düşünür.

Yabancı bir ülkeye gideriz. Orada herşeyin mükemmel olmasını bekleriz. Cüzdanımıza sahip çıkmak yerine başkasının çalmamasını bekleriz. Gideceğimiz yere nasıl gitmemiz gerektiğini öğrenmek, orasıyla ilgili gitmeden araştırma yapmak yerine oradakilerin bize anlatmasını bekleriz. On kişilik, elli kişilik, yüz, hatta bin kişilik organizasyonda herşeyin mükemmel olmasını bekleriz.. Otobüsün zamanında kalkmasını, trafiğin olmamasını, biz gittiğimizde havanın mükemmel olmasını, orada hayatın akışını durdurarak bizim etrafımızda akmasını bekleriz. Uzun süre yurtdışında yaşadıktan sonra döndüğümüzde eski çevremizin, şehrimizin, ailemizin hep aynı kalmasını bekleriz. Bizim gidip gelmemiz arasında geçen sürede herşey olduğu gibi kalmalı, değişmemeli. Bunu bekleriz.

Yollar bozuktur. Belediyenin gelip yolları yapmasını bekleriz. Kaldırıma araç park etmiştir, yürüyemeyiz, trafik polisinin gelerek o aracı çekmesini bekleriz. Kırmızı ışıkta araç geçer, birinin onu yakalayıp ceza vermesini bekleriz. Otobüste biri yüksek sesle konuşur, birinin ona daha düşük sesle konuşmasını söylemesini bekleriz. Politikacılar, temsilcilerimiz, rüşvet yer, yolsuzluk yaparlar, biz yapmamalarını bekleriz.

Çok güzel ya da çok yakışıklıyızdır, ya da öyle zannederiz, erkeklerin veya kızların etrafımızda dolanmasını bekleriz. 'Bizi haketmelerini' bekleriz. Ne de olsa mükemmelizdir ya, 'Bizden daha iyisini mi bulacaklar?' diye düşünüp gidenin gitmesini engellemeye, kal demek yerine onun kaybedeceğini düşünerek kendimizi avuturuz kimi zaman.. Birbirimizi de bu konuda gaza getirmeyi iyi biliriz.

Bazen öyle abartırız ki beklemeyi, bırakın etrafımızdakileri, dünyanın bizim etrafımızda dönmesini bekleriz. Dünyanın merkezi olmayı yani, bekleriz.

Bu gibi  beklentilerimizin büyük bir kısmı gerçekleşmez. Devlet bilmez beklentimizi. Polis, savcı, avukat bilmez. Annemiz, babamız da bilmez. Sevgilimiz, dostumuz, arkadaşımız, kardeşimiz bile bilmez. Gittiğimiz yabancı ülkedeki insanlar da bilmez. Kimse bilmez ne istediğimizi, ne beklediğimizi biz söylemez, talep etmezsek. Ki söylesek ve talep etsek bile her istediğimiz olmaz. Kimi zaman olamaz. Biz beklemeye devam ederiz çoğu zaman..

Sonrası peki? Sonrası, yani beklentilerimiz gerçekleşmediği zaman, hayal kırıklığı. Hem de bir iki kere değil. Defalarca. Onlarca, yüzlerce hayal kırıklığı..

Bu arada kendimizden de bekleriz kimi zaman. Mükemmel olmayı bekleriz. Hata yaptığımızda bunun bizim hatamız olmadığını anlamalarını bekleriz. Halbuki kimse mükemmel olmadığı gibi biz de mükemmel değiliz. Olmadığımızı anlayınca en büyük hayal kırıklığı da kendimize karşı olur.

Peki ne yapmak lazım hayal kırıklığına uğramamak için? Çözüm çok basit: Beklememek lazım. Kendi dışımızdaki olguların, kişilerin, organizasyonların mükemmel olmalarını beklemek yerine kendimize odaklanıp yapabileceğimiz dışındaki şeylerden, kişilerden birşey beklememek lazım. Beklemediğimizde çok basit birşey olur: Mutlu oluruz! Çünkü biz birşeyi beklemeden o şey gerçekleşmiştir. Kötü olursa zaten beklemediğimiz için negatif etkisi olmaz, ya da çok az olur. İyi olursa da zaten beklentimiz olmadığından seviniriz. Mutlu oluruz. Bu kadar basittir aslında.. Hayat mükemmel değildir.. Bizim anladığımız anlamda yani.. Diğer bir çözüm de gereğini yapmak ama o başka bir yazının konusu :)

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Soledad Bravo - Yaşayan Bir Efsane

Duyanınız var mıdır Soledad Bravo'yu? Peki ya Che Guavera'ya ithaf  edilen Hasta Siempre de Commandante Che Guavera şarkısını? Birçoğunuz duymuştur bunu sanırım.

Birkaç sene önceydi sanırım ilk adını duyduğumda. Tangoya ilgim şarkısının güzelliği ile birleşince hayranı oldum bu sanatçının. İlk duyduğum şarkısı El Violin De Becho müthiş güzel bir tango. Hatta şimdi telefonumun melodisi bu tango, Mercedes Sosa yorumuyla.. Alfredo Zitarrossa'nın olan bu şarkıyı nedendir bilmem Soledad Bravo'dan dinlemeyi çok daha fazla seviyorum.. 


Asıl ünlenmesi Hasta Siempre'yi yorumlamasıyla olmuş ve o zamandan bu yana, yani neredeyse 50 yıldır Latin Amerika'nın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir.. Devrim sanatçılarındandır aynı zamanda Venezuela'nın..

Beni asıl yazmaya teşvik eden ise Ay Carmela adlı şarkısı oldu..Alttaki şarkı yani..Son birkaç gündür sabahları güne başlarken çok güzel gelen bir şarkı.. O kadar eğlenceli ki günümü daha güzel kılmaya tek başına gücü yetebiliyor.. Öyle ki günde birkaç defa üst üste dinlediğim bile oluyor. İspanyolca şarkı dinlemeyi sevenlere kesinlikle diğer şarkılarını da dinlemesini tavsiye ederim..


Müzik, hani denir ya, ruhun gıdasıdır diye. Bu benim için fazlasıyla geçerli. Böyle güzel ve özel şarkıları da bir şekilde paylaşmak gerek..

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Özgürlüğün Sınırları Gerçekten Nerede Biter?

Her zaman denir ya, 'Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter.' diye. Özgürlüğün sınırları hep bu şekilde çizilir. Halbuki burada ciddi bir eksiklik var. Buradan doğrudan anladığım başkasının sınırlarına girmedikten, başkalarına (doğrudan) zarar vermedikten sonra, istediğim herşeyi yapmak konusunda özgürüm!

Özgürlüğün başka sınırları yok mudur? Ya da olmalı mıdır başka sınırları özgürlüğün? Ne dersiniz? Çünkü diğer türlüsü bir anlamda sınırsız özgürlük gibi birşey. Mesela hiçbir insanın olmadığı, yaşamadığı bir yerde istediğim herşeyi yapabilirim! Bu mümkün mü peki? Başka bir soru: Bu doğru mu? Gerçekten de özgürlük böyle birşey mi?

Bence özgürlüğün sınırları tabii ki olmalıdır. Sınırsız özgürlük olamaz, olmamalı. Yalnız burada kastettiğim özgürlüklerin devlet tarafından sınırlandırılması değil kesinlikle. Devletler, yapıları gereği, halktan da ciddi bir aksi yönde hareket olmadığı sürece özgürlükleri sınırlamak yönünde görüşte oluyor çoğu zaman. Bu durum gelişmemiş ülkelerde gelişmişlere göre çok daha fazla tabii ki. Bu yazının ana amacı devletin sınırlamaları dışında kalan alanda insanların özgürlüklerinin sınırı..

Özgürlüğün asıl sınırları doğaya karşı olan sınırlardır bence. Bazı doğu, Hint felsefeleri/dinleri haricinde insan hemen hemen her toplumda en fazla kutsanan, yüceltilen varlık olmuştur. Durum böyle olunca özgürlük gibi bir konuda insanın ne yapıp ne yapamayacağı meselesinde biraz durmak gerekiyor. Ön planda olan insan olunca da sadece diğer insanlara karşı sınırların varlığından söz ediliyor. Varlığımızın ana nedeni olan doğaya karşı sınırlarımıza bir şey söylenmiyor. Bu nedenledir ki diğer insanlara karşı sorumluluğumuz olduğu kadar doğaya karşı da sorumluluğumuz var. Doğa derken kastettiğim hem çevremiz, yeşil alanlar, ormanlık alanlar, hem de buralarda ve çevremizde yaşayan hayvanlar. Onlar da bu dünyanın sahipleri çünkü.. 

Sorumluluk doğaya karşı olunca birçoğumuz bunu önemsemiyoruz. Halbuki doğa kendinden alınanı bir şekilde geri alıyor. Er ya da geç. Örneğin birçok insanın yere attığı çöpler. Bu çöplere ne oluyor? Çöpçüler mi topluyor hepsini? Hayır tabii ki. O çöplerin toplanmayan, toplanamayan kısmı ya kaldırım kenarlarında birikiyor, ya kanalizasyon kapaklarının ağzını tıkıyor, ya da kanalizasyon boruları içinde birikiyor. Daha sonra yağmur olduğunda kaldırım kenarında biriken çöpler suyun yolun kenarından değil, yolun üstünden akarak geçişimize engel oluyor. Kanalizasyon kapaklarını tıkayanlar yağmur suyunun kanalizasyona akmasını engelleyerek zeminde olması gerekenden çok daha fazla yol almasına ve birikmesine neden oluyor. Kanalizasyon borularının içinde özellikle filtrelerde birikenler ise kanalizasyonun su atımına faydalı olmak yerine kanalizasyonun çok daha hızlı şekilde dolmasına neden olarak yağmur sırasında suyun zeminde kalmasına neden oluyor. Durum böyle olunca da en ufak şiddetli bir yağmurda ortalığı sel götürüyor. Aslında en çok zararı da yine biz görüyoruz.

Özellikle Avrupa'ya gittiğimizde şehirlerin içinden akan irili ufaklı ırmaklar vardır birçok yerde. Bu ırmaklar bizde, özellikle de İstanbul'da kalmadı. Suların güzergahları değiştirilip bu derelerin yataklarına evler, binalar yapıldı, yaptırıldı. Sonuç: Ciddi anlamda şiddetli yağmur olduğunda bu alanlarda kalan evler su altında kalıyor. Boşuna dememiş büyüklerimiz, 'Su akar, yatağını bulur!' diye.. Özgürlük yani, herkese lazım.. Sınırlarını iyi bilerek.. Çevreye saygıyı ihmal etmeden..

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Lütfen Çimlere Basmayınız!

Görsel ararken bunu buldum. İki soru aklıma geldi, birincisi Atatürk gerçekten de çimlerle ilgili konuşmuş mu? İkincisi Atatürk'ün imzası bundan biraz daha farklı gibi sanki. Bu da bonus soru: Niye? Aklıma iki bonus soru daha geldi son anda: Birincisi 'İzmir Büyükşehir Belediyesi bu yazının altına niye Atatürk'ün adını yazma gereği duydu?', ikincisi ise 'Bu tabela gerçek mi?'

Bu yazıyı ufak çocuğa bile sorsak görmeyeni yoktur. Bu bir uyarı yazısıdır ve insanı hizaya almaya çalışır. Bunu yaparken iki konuya dikkat eder tabii ki.
 
Birincisi ve en önemlisi 'Lütfen' der. Kibarca rica etmektir bu. 'Emretmiyorum!' der, 'rica ediyorum' sadece.

İkincisi ise basmak fiilinin sonundaki ek olan '-mayınız' kısmı. Şimdi burada hem olumsuzluk var hem de 'Siz' diye bir hitap var. Burada da kastedilen ''Bak 'sen' değil 'siz' diye hitap ediyorum!''dur.

Halbuki içinde kibarca bir emir vardır. Basmayınız!

Basarsan eğer, konunun boyutları değişir. Basmaman için elinden geleni yapar idare. Mesela çimlerin etrafına çit örer. Yarım metreden fazla olmaz genelde bu çitler ama her seferinde üstünden atlama gereksiniminden dolayı bazı insanları vazgeçirebilir bu durum.

Diğerlerini peki? Onları nasıl uzaklaştırabiliriz? İkinci çözüm devreye girer bu durumda. O da sulamak çimleri. Çimler normalde akşam saatlerinde sulanır ki sudan azami fayda elde edilebilsin. Buharlaşmadan dolayı su kaybı olmasın. Dökülen su köklere insin ve güçlendirsin çimleri diye. Fakat insanlar daha çok gündüz dolaşır. Gündüz dolaşmayı engelleme yöntemi ise tabii ki çimleri gündüz sulamaktan geçer. Çok basit matematiktir bu. İki kere iki dört yani.

Burada asıl amaç insanların, halkın, çimlere basmasını engellemektir. Bu şekilde onlara 'doğru' yolu göstermek, onları hizaya almak en doğrusu. Çünkü halk nereden yürüyeceğini, nereden geçeceğini bilmez, bilemez. Öğretmek gerekir. Ki bu da idarenin görevidir. Bu uyarı tabelasının oraya konma nedeni de tamamen budur. Bizleri hizaya getirmek.

Tabii bizim gibi sürekli, kendi çapında, idareye karşı çıkanlardan oluşan halk ne yapar bu durumda? O çimlere itinayla basar tabii ki. Hatta üstünden hep aynı yoldan, kestirme yoldan, geçerek patika bile oluşturur çimlerde. Sonraları kalıcı yola bile dönüşebilir o güzergah kimi durumlarda.

İki güzel örnekle bitirmek istiyorum. Birincisi Bursa'dan bir örnek. Zamanını ve halen daha orada olup olmadığını bilmiyorum ama orada bir uyarı tabelası var. Üstünde üç aşağı beş yukarı şöyle bir bilgi/uyarı var:

-Lütfen çimlere çekirdek kabuklarını atmayınız. Çekirdek kabukları içerdiği tuzdan dolayı topraktaki suyu emip çimleri susuz bırakarak çimlerin ölmesine neden olmaktadır.

Ayağı yere basan ve gayet güzel bir uyarı bu bence. Başka yerlere de örnek olmalı.

Başka bir örnek, bunun nerede olduğunu bilmiyorum ama:

- Lütfen çimlere basınız. Çünkü bu şekilde çimlerin kökleri güçlenerek daha kalıcı hale gelmektedir. Teşekkür ederiz.

Bu minvalde bir bilgi/uyarı var. Bence diğeri kadar önemli bu tabela da. Çünkü bilgilendirme yapıyor. Faydalı bilgilendirme.

O zaman ne yapıyoruz? Çimlere basıyoruz. Hem de itinayla. Tek farkla ama: Sürekli insanların kullandığı aynı yoldan değil, çimlerin farklı yerlerine basarak yapıyoruz bunu. Böylece hem çimlerin güçlenmesine faydamız oluyor hem de ayaklarımız biraz daha toprakla temas etmiş oluyor. Doğrudan nemli toprak en iyi topraklama, deşarj yöntemidir çünkü..

Bu tabela da Kocaeli'nden. Adamlar basınız diyor. Basmak lazım o zaman!


1. Fotoğraf : http://www.meydansozluk.com/bak/lutfen+cimlere+basmayiniz
2. Fotoğraf: http://www.itusozluk.com/gorseller/%E7imlere+basmay%FDn%FDz/116646


8 Temmuz 2014 Salı

Doğumgünü Kutlamaları

Kültür dediğimiz şey tıpkı dil gibi, zamanla evriliyor, değişiyor, çağa ayak uyduruyor. Sürekli bir gelişim içinde, bizler gibi. Tabii gelişim derken bunun hep olumlu olduğu anlamı çıkmıyor buradan. Dünya üzerinde çok sayıda kültür olduğu için bir o kadar da farklılık var. Hemen her konuda hem de. Bir yerde "bol şans" dilerken başka bir yerde "bacağını kır" diyebiliyor insanlar şans dilemek için mesela.

Bir zamanlar çevremiz daha kısıtlı ve az kişiden oluşuyordu. Sürekli takıldığımız, birşeyler yaptığımız insanların sayısı çok da fazla olmadığından bu insanların doğumgünlerini de bilirdik. Sürekli aklımızdaydı. Zamanı gelmeden parti planlanır, yapılırdı organizasyon. Güzel de olurdu. Çevrenin kısıtlı ve az kişiden oluşmasının yaşla da çok fazla alakası yoktu. Yaş ilerledikçe, iş dünyasına girdikten sonra bile biraz artan sosyal çevremiz yine de şimdikine kıyasla çok daha kısıtlı idi. O zamanlar yakında değilsek ya da o gün o yakınımızla birlikte olamayacaksak arardık o kişiyi doğumgününü kutlamak amaçlı olarak. En azından sesimizi duyurmak için.. İçten sıcak ve güzel bir konuşma geçerdi.


Zaman geçti, doğumgününü hatırlatan internet siteleri peyda oldu. Bildiğimiz doğumgünlerini oraya yazdık. Bilmediklerimize de sorduk ve onlar yazdı doğumgünlerini. Bir süre bu şekilde hatırlatma servisleriyle idare ettik. Fena da olmadı hani. Eskisine göre daha çok kişinin doğumgününü "hatırlıyorduk" artık. Eskiden uzakta olduğumuzda kartpostalla ya da telefonla kutlama yaparken bu kez yöntem elektronik kartlara döndü. Ses azaldı. Sürekli yanımızda, yakınımızda olanların kutlamaları yine doğrudan yapılıyordu tabii.


Bir süre sonra da sosyal medya girdi hayatımıza. Ne olduğunu anlamadan sanal dünyaya en uzak olduğunu düşündüğümüz yakınlarımız bile sosyal medya sayfalarında görünmeye, yorumlar yapmaya, doğumgünlerimizi kutlamaya başladılar. Bizim de tabii bu arada çevremiz büyüdükçe büyüdü. Eskiden nispeten küçük olan arkadaş çevremiz büyümeye başladı. Büyürken tabii kutlama yapılması gerekenlerin sayısı da aynı oranla arttı.

Eskiden doğrudan ya da telefonla içten ve sıcak bir şekilde doğumgünü kutlarken sonraları bu kuru bir "doğumgünün kutlu olsun"a ya da "iyi ki doğdun"a döndü. Tabii o kuru kutlama mesajlarının karşılığı da kuru bir "beğen" tuşuna basmak ve toplu olarak bu mesajların bizi mutlu ettiğini yazmak oldu doğal olarak. Bazen daha içten, daha uzun, daha düşünce dolu mesajlar olsa da çevrenin büyümesi, ilişkilerin zayıflaması, daha çok sanalda kalması, kutlama yapılan insan sayısının fazlasıyla artması gibi nedenlerle yapılan kutlamanın derinliği de aynı oranda zayıfladı işte.. Ha, bazen çok içten, oldukça neşeli, güldüren, düşündüren, heyecanlandıran, sevindiren, eğlendiren mesajlar gelmiyor değil tabii.. Öyle mesajı yazmak zaman gerektiriyor, düşünmek gerektiriyor, duygu gerektiriyor.. Kuru olmuyor o zaman doğumgünü mesajı, sıcak ve içten oluyor.. Ses gibi olmasa da tabii..

En yakınımızda gördüğümüz arkadaşlarımızın, yakınlarımızın, ailemizin doğumgünlerini nerede olurlarsa olsunlar bir ölçüde yine eskisi gibi kutluyoruz aslında. Tercih bizim.. İster öyle, ister böyle..

7 Temmuz 2014 Pazartesi

'Kimseye Güvenme'


 Bu isimde kitap bile var. Gerçi polisiye, aksiyon dolu ama işin sonunda güvenmemeyi telkin eden bir kitap.

'Babana bile güvenmeyeceksin!' sözü bizim kültüre ait. Bizim derken aslında kastettiğim biraz daha Ortadoğu denen coğrafya, sadece Türkiye değil.

Sürekli bir güvensizlik pompalanması sözkonusu. Aile içinde bile güvensizlik pompalanıyor sürekli. Bir insan ailesindekilere güvenmezse kime güvenebilir ki?

Bu yazıyı okuduğunuza göre okuma yazmanız vardır. Buna göre büyük olasılıkla ilkokulu, ortaokulu ya da liseyi bitirdiğinizde bir üst okula girmek için düzenlenen ulusal çaptaki sınavlara bir şekilde girmişsinizdir. Bu sınavların en ortak yanlarından biri ne peki? Ters köşeye yatıran soruları bence. A'yı gösterirken aslında B'yi sormak. En basit sanırım bu şekilde açıklanabilir bu durum.

Cüzdanınız çalınıyor. Polise gidiyorsunuz. Kaybolduğuna dair tutanak tutturacaksınız. Polisin ilk yaklaşımı 'Git yeni kimlik, kart vs. çıkar. Eskisi zaten iptal olur.' şeklinde. Biraz kurcalayınca sorularla, asıl nedenin cüzdanınızı çaldırmamış/kaybetmemiş olma ihtimaliniz, bunu farklı şekilde kullanma ihtimaliniz. Söylediğinin en açık tercümesi (hatta bunu doğrudan da söyleyebiliyorlar):
- Ben nereden bileyim cüzdanını çaldırdığını!
'Cüzdanım çalınmasa niye buraya geleyim!' diye kendinizi savunmaya kalktığınızda da cevap 'Orasını ben bilemem!' şeklinde oluyor. Yani sizi korumakla, kollamakla görevli polis sizi potansiyel şüpheli durumuna düşürüyor.

Evlenen çiftte kadın maaşını birlikte yaşamları için kullanmaktansa kendine ayırmayı hak olarak kabul edebiliyor. Nedeni sorunca da 'Maaşım benim geleceğimin güvencesi. Ona dokundurtmam!' şeklinde olabiliyor.

İlişkilerde ne erkek kadına yeterince güven veriyor, ne de kadın erkeğe. Erkek kültürel aldığı gücü de kullanarak çapkınlığın doğal hakkı olduğunu düşününce güvensiz bir ilişki doğuyor. 

Devletin bir kurumuna yanlış yapılan bir uygulamayı şikayet ediyorsunuz. Şikayet konusu yer sorgulanacağı, soruşturulacağı yerde şikayetçi kişi soruşturuluyor. Yalan söyleme ya da alakasız olma ihtimaline karşı.

Devletin başındaki kişi komşunuzu ihbar edin diyor. Devletin istihbarat ve polis örgütü sürekli kendi vatandaşlarını siyasi görüşü, dini görüşü, kişiliği gibi konularda fişliyor ve bu fişlemeler de sürekli açığa çıkmasına rağmen devam ediliyor. Fişlemeden muzdarip olan, mağdur olanlar başa geçince, onlar da aynısını devam ettiriyor.

Bunlar gibi daha bir çok örnek verilebilir memleketimizdeki, daha doğrusu kültürümüzdeki güvensizlik meselesiyle ilgili. Bu güvensizlik ne yazık ki bir yandan çatışmaları, güven bunalımlarını getirirken, diğer yandan da ilerlememizi, gelişmemizi engelliyor. Sonuç: Kimsenin kimseye güvenmediği, güvensiz bir toplum.

Araştırmalar Türkiye'de insanların birbirine güveninin %12 iken Danimarka'da bu oran %76'ya çıkıyor.* Yani 10 kişiden ancak biri güveniyor bir diğerine. Almanya'dayken güven konusunun ne kadar önemli olduğunu, insanların, kurumların, herkesin bir şekilde birbirine güveniyor olduğunu görmek beni ciddi anlamda şaşırtmıştı. Çünkü bu benim çok olmasa da birçok insanın yetiştirilme biçimine aykırı bir durumdu.

Çözüm ne peki? Çözüm aslında çok basit. Kimseye, en başta da çocuklara, 'Babana bile güvenmeyeceksin!' gibi güvensizlik aşılamamak. İçten olup güvenmek karşındakine. Bunun altyapısı ise insanların iyi niyeti ile başlayabilir ama bana göre devletin kendi halkına güvenini esas alması olmazsa olmazdır. Güvenin olmadığı yerde her tür sorun ortaya çıkabiliyor çünkü..

* Türkiye Değerler Atlası 2012'den alınmıştır