15 Şubat 2015 Pazar

Kadınlar ve Erkekler ve Cinayetler ve Tecavüzler ve ...

Asıl sorun bence bazı şeylerin ''normalleştirilmesi''nde. Kadınların ne giymesi, ne giymemesi siyasi aktörler, ağırlıklı olarak da erkekler tarafından belirlenirse, kadınlar erkek çocuklarını daha bi özgüvenli büyütüp kız çocuklarını başını öne eğmesi ve kendisini çok belli etmesi yönünde telkin ederse, siyasi erkek aktörler sürekli kadınlar üzerinden onların nasıl kısıtlanması gerektiği üzerinden siyaset yapar, kadın siyasi aktörler de bunun üzerine herhangi bir laf etmez de savunursa, erkek yapınca ''çapkınlık'' kadın yapınca ''orospuluk'' kabul edilirse... bu liste daha çook uzayıp gider aslında. Bu -se'ler uzayıp giderken devam da edilir-ise aynı şekilde, o zaman kadın cinayetleri de hiç durmaz!

Bir ara facebook'ta neler olup bittiğine bakınca erkeklerin tecavüz eden ya da etmeyen, suçlu erkeklerin idam edilme, linç edilme videolarının müthiş derecede fazla paylaşıldığını gördüm. Ve bu beni aslında medeni görünen görüntümüzün altında ne büyük bir hayvan taşıdığımız konusunda bir kere daha uyardı. Hammurabi kanunlarına gidelim iyisi mi. Kısasa kıssas. Burada idam cezası ile ilgili bir sorum var: Devletin görevi adam öldürmek midir? Öyleyse Gezi'de öldürülenler de devlet mekanizması tarafından öldürüldüğü için haklı olmaz mı? Bir çeşit cezalandırmaydı onlarınki de çünkü.

Erkekler için en önemli şeylerden erkeklik ve yaşamak konusunda sıralama yap denirse eminim ağırlıklı çoğunluk erkeklikleri olmadıktan sonra yaşamamayı tercih edecektir. Çünkü ''erkek'' olmak cinsel olarak da ''erkek olmak''la eş değerde görülüyor. Bir dönem gündeme gelmişti. Sonra tekrar uzaklaştırıldı. Savunanlar da arkasında durmadı, duramadı. Kolayı var bunun: Tecavüz edenler hadım edilip yardım ve yataklık edenlere de ağırlaştırılmış müebbet verildi mi sorun çözülür bana göre. Yalnız bu iş bu kadar da kolay değil. Niye mi?

Birçok defa Dubai'yi örnek verdim yazılarımda. Özellikle de cezalandırmayla ilgili. Mesela emniyet şeridinde gitmenin cezası 6 ay hapis! Siz olsanız gideceğiniz yere 2 saat de geç kalacağınız zaman tercih eder misiniz emniyet şeridinde gitmeyi? Ben tercih eden görmedim. Ya da park etmek. 1 saati 1 dirhem, bilet almazsanız da yakalanınca 150 dirhem. Bilet almamayı tercih eder misiniz? Ben hiç etmedim. En basit tacizin dahi cezası hapis. Hem de birkaç aydan az değil. Üstüne para cezası da var tabii ki. Cezanın caydırıcı olması ve devamının gelmesi çok önemli. İnsanların adalete güvenleri olsa, yasalar ciddi anlamda caydırıcı cezalar içerse, savcılar bu cezaları talep etse, hakimler en ağır cezaları verse... Yine hep -se'li, dilek kipli cümlecikler.. Bunlar olsa ama, o zaman bazı şeyler değişebilir, değişir!

Bir dönem paylaşımlar görüyordum, İsrail Filistin'e saldırdığında. Milyonlarca insanı gaz odalarında öldürüp fırınlarda yaktıran Adolf Hitler'in Yahudiler hakkında söyledikleri özlü söz gibi paylaşıldı. İnsanımızın ne kadar gelişmemiş, ne kadar vahşi, ne kadar acımasız, ne kadar bağnaz olduğunu o zaman da görmüştüm, şimdi de görüyorum. Hem de en eğitimli, en ileri görüşlü denenler bile öyle tepkiler verebiliyordu. Bunu duygusal bir millet olmamıza bağlayanlar sakın başlamasın. Duygusal olmak demek ani kararlar alıp ani hareketler yapabilirler. Fakat bu ''can alma''yı savunmayı kesinlikle haklı gösteremez.

Sene 2004 başlarıydı ve 19 yaşlarında bir kız öldürülmüştü Almanya'da. İnfial oldu resmen. Tüm ülke ayağa kalktı. Çünkü Almanya gibi bir ülkede çok da sık denk gelinen bir haber değildi bu. Çok geçmeden katil yakalandı ve cezası verildi. Bizde çocuğa dahi, özellikle polis ve kamu kurumlarında memur olarak çalışanlar tarafından tecavüz edilip sonradan bu suçlular hiç ceza almadan kurtulabildikleri için hayat biraz daha değersiz. Hele de çocuk, kadın, genç ve yaşlıysan. Erkek ve yetişkinsen de dünyanın hakimisin!

10 Şubat 2015 Salı

Hayat ve Sonuçlar

Hayatımız boyunca bir sürü engelle karşılaşıyoruz. Sürekli hem de. Bir yere gitmeye çalışıyoruz, arabamız bozuluyor. Otobüs arıza yapıyor. Trafik sıkışıyor. Aklınıza daha ne gelirse.

Ondan sonra da gittiğimiz yerde gecikmemizden dolayı başlıyoruz bahanelerimizi anlatmaya. Hepsi de çok geçerli sebepler, bahaneler olabiliyor bunlar. Yalnız bir de gerçekler var: Gitmemiz gereken saatten geç varmışız. Bu kadar net!

Çocukken birşeyler istiyoruz. Anne-babamız almıyor. Büyüyünce onları suçluyoruz, geleceklerimizi etkiledikleri, alsalardı daha farklı olacağımızı söylüyoruz.

Ders çalışmıyor, kötü notlar alıyoruz. Sonra bunun nedeni olarak hep arada çıkan meseleleri, bahaneleri sıralıyoruz. O bahaneler sanki olmasaydı daha iyi yapabilirmişiz gibi başlıyoruz "ama" ile başlayan bir sürü cümle kurmaya.

Evde otururken rahat rahat bi arkadaşımız çağırıyor. Kalkıp gidebilecekken, hiçbir işimiz yokken, aslında daha çok tembellikten "keşke" ile başlayan, sonra da "ama" ile daha da savımızı güçlendirdiğimiz cümleler kurarak bahaneler üretmeye ve gitmekten kurtulmaya çalışıyoruz.

Atalarımız "Erken kalkan yol alır." demiş olmasına rağmen, sabahları özellikle, tembellik edip sonradan kalkmaya, doğrulmaya ve son anda koşturmaya çalışıyoruz. Sonra işe gecikince de başlıyoruz bahanelerimizi sıralamaya.

Bu kadar bahane, bu kadar "ama" ile başlayan cümle, bu kadar "keşke" ile başlayan bahanelerimiz varken birşey bekliyoruz: Başarılı olmak.


Hayat aslında bu kadar da karmaşık değil. Oldukça basit aksine. Hayat önümüze çıkan engeller, ya da bir deyişle "karşınıza çıkan fırtınalar"la ilgilenmiyor. Hayat gemiyi limana getirip getirmediğinizle ilgileniyor. Gerisi teferruat. Tabii teferruat derken kastettiğim kesinlikle "her yol mübah" anlayışı değil. Bir duruş ve bir hayat görüşü olmalı insanın. Bu daha çok futbola benziyor. Düşünün Messi topu almış koşuyor, gole gidiyor. Bu arada rakip takımın tüm oyuncuları her yolu kullanarak topu ayağından almaya çalışıyorlar. Birini çalımlarken birden düşüyor takılan çelme ile. Kalkmasa faul verilecek. Ne yapıyor Messi bu durumda? Hemen ayağa kalkıp topu yeniden alarak gole koşuyor ve golünü atıyor. Sonuç: Gooool!

Hayat da bu kadar basit aslında.

29 Ocak 2015 Perşembe

İnsanları Tanıyorum!

Uzun zaman önceydi. Dubai'ye gidecektim. Çalışmak için. Mezuniyetin hemen sonrasında.
Kuzenim yardımcı oldu gitmemde..

Sormuştu bana, en kuvvetli gördüğüm yanımın ne olduğunu. Bense ''insan ilişkilerim iyidir'' diye yanıtlamıştım onu. Henüz 23 yaşındaydım. Yeni mezun olmuştum üniversiteden. Farklı ülkelerden yüzlerce, belki birkaçbin insanla tanışmıştım o zamana kadar. İlkokul, ortaokul, lise ve sonrasında üniversite. Almanya'da geçen bir yıl. Çok fazla insanla tanışma, sohbet etme imkanım olmuştu. Yeni insanlarla da tanışmayı ve onlarla sohbet etmeyi ayrı severdim. Çünkü her yeni insandan birşeyler öğrenebileceğimi düşünürdüm.

İnanıyordum yani bu dediğime. İnsan ilişkilerinde iyi olduğuma inanıyordum. Daha yeni 23 yaşındaydım ya, herşeyi yapabileceğime de inanıyordum. Mezun olmuştum mühendis olarak. Daha ne olsun?

Ne kadar yanıldığımı bu ilk profesyonel deneyimimin daha ilk zamanlarında dahi anlamıştım. İnsanları tanımak için daha çoook yolun başındaydım. Belki o zamana kadar, özellikle Ağrı-İstanbul arasında gittiğim otobüs yolculuklarından dolayı dünyanın etrafını 1-2 kere dolaşacak kadar gezmiştim ama daha kat edeceğim bunun birkaçyüz katı yol vardı. Özellikle de insanları tanıma konusunda.

Annemle konuşurken söylerdi annem, bazen evlendiğin, hayatının 30-40 senesini birlikte geçirdiğin insanı dahi tanıyamazsın bir an gelir. Bir an gelir, o ''tanıyorum'' diye düşündüğün insan dahi hiç beklemediğin bir hareket yapabilir, beklemediğin bir tepki verebilir. Kimi zaman herşeyi bırakıp gidebilir bile..

Şimdilerde sorulsa bana, ''İnsanları tanıyor musun?'' diye nasıl cevap veririm acaba? Sanırım ''İnsanları tanımak mı? Ben kendimi dahi tanıyamıyorum ki kimi zaman. İnsanları nasıl tanıyayım?'' diye bir cevap verebilirim. Zira insan kimi zaman kendini dahi tanıyamayabiliyor. Nasıl başkalarını tanısın.. Sadece yapabileceğimiz tanımaya çalışmak. Daha doğrusu anlamaya çalışmak. Belki o zaman tanımaya başlayabiliriz insanları..

Çıplak Sokak



Bitti..
Biraz uzun zaman önce başlamış olduğum kitabı bitirdim. Çıplak Sokak. Bir Jose Mauro de Vasconcelos kitabı. Yine büyüleyici derecede sade, doğal, hayatın ta içinden bir roman. Sanki yan sokağımızın hikayesi. Belki de gerçekten de öyleydi..

İki kardeşin hikayesi. İki güzel kardeşin. İyiliksever iki kardeşin hikayesi..

Vasconcelos'u tanımam ortaokul zamanlarıma kadar uzanıyor. Daha önce anlatmıştım. Şeker Portakalı ile başlayan bir serüvenim oldu. Vasconcelos farklı bir yazar. Çok farklı. Tanıdığım, okuduğum, sevdiğim yazarlar arasında bambaşka bir yeri var. Her kitabında, her hikayesinde, daha bi etkilendiğim bir yazar.

Paulo Coelho'yu da çok severim. Müthiş bir yazardır. Yalnız bir yerden sonra fazla da birşey vermediğini hissettim bana. Benzer hikayeler gibi geliyor birçok farklı romanı. Sanki hep aynı şeyi anlatmaya çalışıyor gibi geliyor..

Vasconcelos daha bi farklı. ''Hayatın ta içinden'' derken kesinlikle abartmıyorum. Belki de romanlarında, öykülerinde kendime dair, hayatıma dair birşeyler bulduğumu düşündüğümdendir bu görüşüm. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey ise bu yazarın ruhuma dokunabildiği.. Başka birşey değil..

Bir sokak. İçinde yaşayan sıradan, fakir insanlar.. Pekçoğuna denk gelmişizdir birçok defa. Yalnız Antao ve Ananias'a denk gelip gelmediğinizi bilmiyorum. Keşke herkes onlar gibisine denk gelebilse. Çok kısa süreliğine dahi olsa yeterli olacaktır bence. Bencil diye bir laf var ya, onların ki bunun tam tersi, bensiz. Bensiz diye bir tanım duymadım. Şimdi düşününce çıktı. Bencil'in tersi ne olabilir diye kafamda geçirirken.. Öyle insanlar işte.. Kitap okumayı sevenlere tavsiye edebileceğim, edeceğim bir öykü daha çıkmasına ne kadar sevindiğimi anlatamam.. Dedim ya, müthiş bir öykü..

Bir şeyi çok güzel anlatıyor: ''Beyler, siyah bir renk değildir. Işığın yokluğudur..''

Işığınızın bol olduğu bir hayat dileğiyle..

24 Ocak 2015 Cumartesi

Garip Şey Şu Hayat - Herşey Bedava

Çok garip hem de..

Mesela cep telefonumuza reklam mesajları gelir. Şikayet ederiz bunlardan. Üşenmezsek, arayıp operatörü, iptalini isteriz tüm reklam mesajlarının. Ya da yandaki gibi bedava SMS verirler bir sürü..


Daha sonra sokakta gezerken bir de bakarız ki beklediğimiz indirim gelmiş de geçmiş. O almayı çok istediğimiz mont satılmış bile. Ya da hepsi satılmamış ama bedeni de kalmamış bize göre. Haberdar olmadığımıza üzülür, haberdar edilmediğimize kızarız sonra.


Bu sefer de reklamların/promosyonların istediğimiz gibi gelmesini isteriz. Gelirler de. İnternette tarama yaparken bir sitede aradığımız ürünün başka bir sitedeyken yanda görünen reklam olduğunu görürüz. Nasıl bu kadar çabuk ayarlanabildiğine şaşırırken bir yandan da gizliliğimizin ihlal edildiğini düşünürüz. Ne de olsa biz doğrudan izin vermemişken bir sitede yaptığımız ürün araştırması o andan itibaren girdiğimiz birçok internet sitesinde reklam kısımlarını süsler. Hatta bazen sepete koyduklarımızın hepsi dahi görünür orada. Şaşırır kalırız ama durum budur işte.

Şikayet ederiz bankalardan, çeşitli kurumlardan satış amaçlı arama olduğunda. Çok kızarız. Diğer yandan da sadece promosyon ürününü bedava alabilmek için cep telefonumuzu, ev adresimizi, eposta adresimizi veririz. O günden itibaren de sürekli reklam mesajları alırız. Hatta bazen o kadar kızarız ki, telefonda arayana hakaret boyutuna bile gelebiliriz. Bilgilerimizi nereden bulduklarını sorarız. Cevap aslında çok basittir: Ya biz vermişizdir, ya bankalar, ya da resmi kurumlar. Öyle ya da böyle o reklamlar bize gelmeye devam ederler..

Baattin bile kızmış, bakın..


Herşey sanki Google ile başladı. Bir gün girdi hayatımıza. Kapıyı bile çalmadan. Sade bir sayfayla hem de. Neredeyse bomboş bir sayfa hatta. Araştırdık, bulduk her aradığımızı. Yan tarafta öneriler geldi sonra. Onlar da tam aradığımız gibiydi. Ya da en azından öncekilerden çok daha iyiydi. Google önce amcamız oldu. ''Google Amca'ya sor!'' deyimi dahi yerleşti dilimize.


İnsan ailesinden birinden kötü ve yanlış birşey bekler mi? Beklemez tabii ki. Biz aslında çok düzgün ve dürüst insanlar olmamıza rağmen büyüklerimizin bizi çeşitli şeylere alıştırması gibi Google Amca da bizi bedavacılığa alıştırdı. Programları bedavaya verdi. Cep telefonumuza işletim sistemini bedavaya verdi. Önce Windows vardı, herşeyi paralı olan. Bir yandan bilgilerimizi alıyor, onları kendi çıkarları ve ABD çıkarları için paylaşıyordu. Google gelince önce amcamız oldu. Sonra da Microsoft'un yaptıklarını bize bedavaya vermeye başlayınca daha bi sevmeye başladık Google Amca'yı. Zaten o arada oldu Google olmaktan Google Amca'lığa terfi etmesi..


Hotmail bize 2MB büyüklüğünde eposta alanı verirken, Yahoo 6MB veriyordu. Bi ara 15MB'e dahi çıkmıştı. ABD'deki Hotmail kullanıcılarına özel 250MB eposta alanını görünce, müthiş birşey demiştim. Olağanüstüydü o zaman. Google Amca tabii ki yardımımıza yetişmişti o arada. Bir anda herkese 1GB eposta alanı vermeye başladı. Önce şaşırdık. Sonra müthiş sevindik. Birkaç sene herkes davetle alma ihtiyacı hissetmesine rağmen sürekli büyüyordu. Ben de ilk çıktığı zamanlarda bir arkadaşımdan almıştım daveti ve hemen kullanmaya başlamıştım. Ne güzel günlerdi.. Her rüyanın olduğu gibi bu rüyanın da sonlarına yaklaştık: Geçenlerde dava konusu olunca Google, yaptığı savunmasında insanların epostalarını "tabii ki" okuduklarını söylemişlerdi. İhtiyaçları olduğunda, ki reklam için bu ihtiyaç süreklidir, okuyorlardı. Sonucun nasıl olduğunu bilmiyorum ama benim için Google Amca ölmüş, yerini Google'a bırakmıştı o vakitten sonra.

Herşeyin bedeli olduğu gibi bunun da bedeli vardı ama. Tüm bilgilerimiz ortalığa saçıldı. Daha doğrusu bunun farkına vardık. Yani öyle ücretsiz verilen şeylerin hepsinin bir şekilde bedelinin, masrafının karşılanması gerekiyordu. Bu masraf da doğrudan parayla olmasa da böyle reklamlar sayesinde karşılanıyordu.

İşte size garip bir hayat.. İki seçenek var: Ya bedavaya yaşamaya devam. Ya da kendi güvenliğimiz için biraz daha para harcamak lazım..

23 Ocak 2015 Cuma

Kürk Mantolu Madonna - Bir Sabahattin Ali kitabı..


Madonna derken aklınıza ilk ne gelir?

Benim adıma genelde şarkıcı olan, dünyaca ünlü pop yıldızı Madonna geliyor. -du.. Yakın bir geçmişe kadar hem de..

Madonna'nın aslında ''Bizim Annemiz'' anlamına geldiğini biliyordum. Burada 'anne' olarak bahsedilen Hristiyanlar için Meryem Ana'ydı. Pek çok kaynakta geçiyordu bu tanım, Madonna. Fakat popüler kültürün de bir parçası olduğundan belki de, benim aklıma hep şarkıcı Madonna gelirdi 'Madonna'yı duyduğumda. Ya da Kürk Mantolu Madonna kitabını gördüğümde..

Senelerce gördüm bu kitabın kapağını: ''Kürk Mantolu Madonna''

İçinde ne yazdığını, hikayesinin ne olduğunu, nasıl bir anlatım dili olduğunu bilmiyordum. Zaten çocukluğumdan beri ağırlıklı olarak Rus ve Fransız, bir de biraz Alman ve İngiliz edebiyat eserlerini okumuş olduğum için Sabahattin Ali'nin kim olduğunu bilmiyordum. Zaten Türk edebiyat eserlerini de çok okumadım. Okulda zorunlu olarak okutulan kitaplar haricinde tabii ki..

Sonra, nasıl olduğunu tam olarak hatırlamıyorum, Sabahattin Ali ile ilgili birşeyler okudum. Kısaca hayatı ve nasıl öldüğüyle ilgiliydi yazı. Komünist olduğunu öğrendim. Bu yüzden de, şimdi aklıma geliyor biraz daha, Türkiye'nin sanırım bilinen ilk faili meçhul cinayetiydi Sabahattin Ali cinayeti.. Evet, oradan öğrenmiştim Sabahattin Ali'yi. Müthiş etkilenmiştim.

Bilenler bilir, ben koyu bir Tesla hayranıyımdır. Her ne kadar Nikola Tesla'nın adı Belgrad Havaalanı'na verilmiş olsa da, en az takdir edilen mucitlerdendir Tesla. Ana nedeni de sosyalist olmasıydı. Çünkü kapitalizme hizmet etmektense herkese ücretsiz ve sınırsız enerji için yapıyordu çalışmalarını..

Sabahattin Ali'de de benzer bir yan görünce, müthiş derecede merak ettim kitabı: Kürk Mantolu Madonna'yı.. Yalnız asıl okuma nedenim kardeşim Vefa'nın beni okumam yönünde ciddi anlamda teşvik etmesi, hatta zorlaması oldu. O okumuştu, bu yüzden de kitap kitaplğımızda vardı. Hemen alıp başladım okumaya. Bir kere kitabın ilk basımı dahi şarkıcı Madonna'dan çok daha önceydi. Bu yüzden ona dair olmasına imkan yoktu. Dedim ya, önyargı gerçekten de kötü birşey. İstemesek de önyargılı davranabiliyoruz bazen. Her zaman müthiş dikkatli olamayabiliyor insan..

Kürk Mantolu Madonna'yı okuyup bitirmem biraz sürdü. İki hafta kadardı sanırım. Belki üç. Asıl nedeni bitmesini istemememdi galiba. Çünkü çok hoşuma gitmişti. Bitmesin diye az az okuyordum. Hikayeden koptuğumu anlayınca baştan alıp hepsini okumuştum. Müthiş derecede etkileyen, çok, çok özel bir hikayesi olan bir romandı. Okurken gözlerimi yaşartan birkaç kitaptan biri oldu bu. Hayatta hiçbir zaman görüp öğrenmeden, bilip tahminde bulunarak bazı sonuçlara ulaşmamamız gerektiğini göstermişti bana.. Çok şey öğretti bana, çook.. Bir de Sabahattin Ali'yi sevdirdi bu kitap bana.. Her ne kadar bazı yerlerde Arapça kelimeler kullanmış olsa da genel anlamda gayet anlaşılır ve zengin bir dili vardı Sabahattin Ali'nin. Hemen sonrasında diğer kitaplarını da almamı sağladı yazarın. Bundan sonra favori yazarlar arasında ilk sıralardan giriş yaptı bir de.

Hayat gerçekten de çok garip. Neyin ne zaman ve nasıl olacağını hiç bilemeyebiliyor insan.. Var bir nedeni herşeyin dedirtiyor insana kimi zaman da..

8 Ocak 2015 Perşembe

Kar Yağışı Ve Okul Tatili ve Çocukluğum..

Çocuktum.

Daha yeni ilkokula başlamıştım. Kar yağardı. Hem de Eylül'den itibaren kimi zamanlar.. Mart sonuna, bazen Nisan'a kadar kalkmayan bir kardı bu.. Yalnız evimin bahçesinden çıkıp yolun karşısına geçtiğimde okulumun bahçesine giriyordum. Yani okulun bahçesi ile aramda sadece onbeş metre genişliğinde bir yol vardı. Çok yakındı okulum ve müthiş şanslıydım bu açıdan.

İkibuçuk sene kadar böyle gitti. Sonra Muş'a taşındık. Orada okul biraz daha uzaktı ve ben sekiz yaşındaydım. Ev ile okul arasındaki mesafe yaklaşık 15dk idi ve yürüyerek gidiyordum. Kış olunca, ki okulun başlaması ile karın başlaması hemen hemen aynı zamana denk geldiği için okul dönemimin büyük bir kısmı (yine Nisan'ı buluyordu karın yerden tamamen kalkması) kar ile mücadeleyle geçiyordu. Bir keresinde yeni iskarpinlerimi giymiş okula giderken (iskarpinlerimin altı köseleydi) yol boyunca sürekli bir yerlere tutunarak gittiğimi, tutunamadığım yerlerde ise sürekli düştüğümü hatırlarım. Ancak Mayıs'tan sonra giyebilmiştim o ayakkabımı bir daha. Ne çok sevmiştim o ayakkabılarımı..

Evimiz birkaç evle birlikte ortak avlu gibi bir yere bakıyor ve buraya araba falan girmediğinden ve burası çıkmaz sokak olduğundan, bu avlu kışın kar yağmasıyla birlikte karla dolardı. Bazen kar o kadar çok birikirdi ki, yüksekliği üç metreyi geçebilirdi. Giriş kattaki komşumuz evine kardan merdiven yaparak girebiliyordu. Hatta komşumuz çocuklarını o karın içine koyduğu leğende banyo yaptırırdı. Dışarıda bir yandan kar yağardı, o arkadaşlarım ise kar yağarken kar altında banyo yapardı. Hayal edebiliyor musunuz?

Düşünün, kimi zaman kar yeni yağdığında birinci kattaki evimizin penceresinden dışarıya kolaylıkla atlayabiliyorduk. Müthiş eğlenceliydi o zamanlar. Ben de onbir-oniki yaşlarındaydım artık.

Biraz daha zaman geçti, ortaokula başladım. Van'da. Orada da kar yine beni çok sevdiğinden peşimi bırakmadı. Ev ile okul arasındaki yol nispeten hızlı yürümeme rağmen yirmi dakika kadar sürüyordu. Düzgün bir çocuk olmak için hep ana caddeleri ve sokakları kullanırdık. Bir keresinde bizim evin oradaki bir arkadaşım kestirme bir yol göstermişti okula gitmek için. Onun kestirme yolu sayesinde binaların arasından, yarım metreden daha fazla birikmiş kara basa basa geçmek zorunda kalıyorduk ama yol da beş dakika kısalmıştı. Ne sevinmiştim be!

Ortaokulun ikinci sınıfın ortalarından sonra tekrar memlekete döndük. Kar yine çok güzel karşıladı bizi. Bu sefer farklı bir yöntemim vardı: Kayarak okula gitmek. Kestirme falan olmadığı için evden çıktıktan sonra yürürdüm okula kadar. Neredeye yarım saati buluyordu bu yürüyüş. Yerler zaten, özellikle sabahları, buzlu olduğundan arabalar yavaş giderdi. Ben de takılırdım birinin arkasına ve kaya kaya giderdim okula kadar. Eğer araba farklı bir yola dönecekse dikkatli bir şekilde arabayı bırakıp yürümeye devam ederdim. Başka bir araba denk gelince de, bu sefer ona asılırdım. Okula inen yol bir yokuşun sonundaydı ve sonrasında karşıya geçmek gerekiyordu. Burada ciddi anlamda dikkatli olmam gerekiyordu. Yoksa ezilmem işten bile değildi. Neyse ki bir kaza geçirmeden o okulu bitirdim.

Liseye geçince önce Sağlık Meslek Lisesi, sonra Süper Lise'ye gittim. Süper Lise evime sadece on dakika mesafedeydi. Hatta duvarlardan atlamayı göze aldığım zamanlar bu mesafe dört-beş dakikaya kadar düşebiliyordu bile. Bir sabah İngilizce öğretmenim sakal traşı olmak için beni dersin başlamasına on dakika kala eve gönderdiğinde o duvarlardan atlayarak ve koşarak gittiğim için dersin başlamasına sadece bir dakika kala okula varmıştım, traş olmuş şekilde hem de..

Çatılardan sarkan buz sarkıtlarını gören var mıdır acaba? Bizim evin çatısından her zaman buz sarkardı. Hem de o kadar çok sarkardı ki kimi zaman, biz o buzlardan bazılarını kökünden kırarak en kalın yerinden tutup kendimize kılıç yapar ve onunla oynardık. Elimiz buz tutardı tabii ki. Ama müthiş de zevkliydi o buzullarla oynamak.

Kış denince aklıma hep kapımızın önündeki karı küremek aklıma gelir. Tek işimiz gibi sürekli okuldan eve dönünce kar küremekle uğraşırdık. Güzel günlerdi.. Sadece kapımızın önündeki karı değil, bahçenin içindeki karı, hatta evin önündeki kaldırımın üstündeki karı da temizlerdik. Kimi zaman yolu bile.

Anasınıfı, ilkokul, ortaokul, lise diye sayınca toplamda onüç sene okula gitmişim. Ve bunların hiçbirinde kar tatili olduğunu hatırlamıyorum. Kar kimi zaman günlerce durmadan yağardı. Sabah durur, akşama tekrar başlardı. Sabah kalktığımızda yerde kimi zaman yirmi santim, kimi zaman yarım metre kar görebiliyorduk.. Hava sıcaklığı en az üç ay boyunca zaten hemen hiç sıfırın üstüne çıkmazdı. Lisedeydim sanırım, sıcaklık eksi kırküç derece olmuştu. O zaman dahi okullar tatil edilmedi.

İster tipi, ister don, ister başka birşey. George Orwell'in Hayvan Çiftliği'nde dediği gibi, ''Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir!''