12 Kasım 2014 Çarşamba

Memnuniyetsizlik Üzerine

Bazı insanlar öyledir işte: Memnuniyetsiz..

Bir türlü memnun edemezsiniz onları. İsterseniz ağzınızla kuş tutun, tuttuğunuz kuşta bahane arar. Yok çok küçük, yok çok büyük..

Otobüse biner, 'Bu otobüs çok dolu!' der, mutsuz olur.
Otobüs sakindir, boştur nispeten. 'Niye bu kadar boş!' der bu otobüs. 'Yazık günah!'.

Sevgilisiyle, ikisi de yoğun olduğundan sık görüşemez. Görüştüğünde de etrafta olan şeyleri bahane eder, yine mutsuz olur, mutsuz eder..

Bir konuda şikayetçi olursunuz. 'Kimi kime şikayet ediyorsun?' diye sorar. Yaptığınızın anlamsız olduğuna, saçma olduğuna sizi de inandırmaya çalışır. Hem kendi mutsuz olur, hem de sizi mutsuz eder.

Yolda gidersiniz, yağmur yağar. Yağmurdan şikayetçi olur saçları ıslandığı ve kabardığı için. Sonra Paris'te Bir Gece filmindeki yağmurun yağdığı sahneyi izler. O sahnedeki gibi yürümek ister sevdiğiyle..

A partisi iktidara gelir. Kendi istediği şeyleri yapmasına rağmen karşı çıkar: Çünkü yapan kendi partisi değil, diğer partidir.

Arkadaşlarıyla buluşup muhabbete gider. Sıkılır, mutsuz olur. Sonra alır eline telefonunu, onunla oynar. Gece boyu da şikayetleri bitmez. Önce su soğuk gelmiştir. Biraz daha sıcak gelince de sıcak diye şikayet eder.

Eğlenmeye gider. Kendisine takılanların hiçbirini beğenmez de, sonrasında 'Niye benim de sevgilim yok!' diye dövünür. Çünkü sevginin, ilişkinin emek istediğinden haberi yoktur..

Çay ister. Önce çok sıcak diye şikayet eder. Biraz bekletir muhabbet sırasında. Sonra da çay soğumuş diye tekrar şikayet eder.

Çocuğu mühendis olmak ister. Ama o doktor olsun diye ısrar eder. Sonra başkaları mühendisliğin geleceğinin daha iyi olduğuna ikna edince kabul eder ama inşaat der bu kez de, bilgisayar olmaz der..

Okulda başarılısınızdır, birinci olmadığınız için memnun değildir. Birinci olursunuz, ortalamanız 5.0 olmadığı için memnun olmaz. Ortalama 5.0 olur, bu sefer de 100 üzerinden 100 olmaması bahanedir.

Böyle daha onlarca örnek sayılabilir. Bazı insanları, ne yaparsanız yapın, mutlu ve memnun edemezsiniz. Mükemmeliyetçilikle ilişkilendirilebilir belki, yalnız bunun da pratik karşılığı çok yok.. Her mükemmeliyetçi memnuniyetsiz olmayabiliyor. Örnek, ben..

Memnuniyetsiz olmak eldekiyle, varolanla yetinmemek de olduğu için daha iyiye, daha güzele doğru götüren gibi görünse de hayatı çekilmez kılmaya da yol açabiliyor bu durum. Hayat ise, o kadar kısa ki, çekilir kılınmayı bırakın, zevk alınır olmalı.. Çünkü herşey bir yere kadar çekilir.. Sonrasında bıkarsınız.

Zevk almak ise güzeldir, sonsuza kadar devam edebilir..

9 Kasım 2014 Pazar

Kartpostal İsteğimin Karşılığı

Dün akşam birkaç arkadaşla otururken bir arkadaş Portekiz'e gideceğini söyledi. Ben de hemen tek isteğim olan kartpostal atmasını istedim. Bana karşısında deli biri varmış gibi bakarak 'Ne? Kartpostal mı? Elden getirsem olur mu?' dedi. Ben ise 'Yok hayır, ben postayla gelmesini istiyorum. Çünkü posta kutusunda kartpostalı bulmak çok güzel oluyor!' deyince bu kez gerçekten de deliymişim gibi baktı gözleri büyüyerek.

'Keşke baştan hiç söylemeseydim!' diye düşündüm hemen. Bir kartpostal göndermekti söylediğim. Ve daha da garip gelen şey postayla atılan bir şeyi elden getirmeyi önermesiydi bana göre. Çünkü adı üstünde: Kartpostal. Kartelden ya da Eldenkart değil. Postadan gelen kart anlamına gelen Kartpostal. İngilizce'sinin doğrudan çevirisiyle 'Postalanan, posta yoluyla gönderilen' kart.

Kültürümüzü gerçekten de bu kadar unuttuk mu?

Eskiden mektup yazardık. Çok oldu yazmayalı ama yakın bir zamanda yazmaya başlayacağım yine. Çünkü eposta ya da aramak tabii ki derdimizi anlatmak için en hızlı yöntemler. Fakat bir mektup, yazanın o anda belki de sesli olarak kelimelere dökemeyeceği duygularını, düşüncelerini yazanın el yazısıyla iletir. Bir yandan kelimelerde yatan duyguları anlamaya çalışırken bir yandan da yazanın el yazısındaki anlamı keşfetmeye çalışırız. En azından ben öyle yaparım. Diğeri, yani bunların teknolojik olanı, elektronik olanı, o kadar da çekici gelmiyor bana nedense..

Gelişen, büyüyen, 'globalleşen' dünyada bunların tümüyle içiçe olup aynı zamanda kültürümüzü de koruyabiliriz. O kadar da zor olmadığı gibi bunları yapmak ya da yapılmasını istemek de deveye hendek atlatmak gibi birşey değil..

6 Kasım 2014 Perşembe

İstanbul 2017 Avrupa Yeşil Başkent Adayı(!)

Evet, yanlış duymadınız. İstanbul 'Yeşil Başkent' olduğunu, daha doğrusu olmaya aday olduğunu söyleyen bir şehir. 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmuştu ve faaliyetlerini zaten sürekli kültürel faaliyetlerin olduğu alanlara sıkıştırarak bu konuya nasıl baktığını göstermişti. Şimdi ise 'Ben Yeşil Başkentim' demek istiyor. Buna aday oldu. Diğer şehirler şöyle:
  • Bursa (Turkey)
  • Cascais (Portugal)
  • Cork (Ireland)
  • Essen (Germany)
  • ‘s-Hertogenbosch (Netherlands)
  • Istanbul (Turkey)
  • Lahti (Finland)
  • Lisbon (Portugal)
  • Nijmegen (Netherlands)
  • Pécs (Hungary)
  • Porto (Portugal)
  • Umeå (Sweden)
Bursa'ya gittim ama çok da iyi bildiğimi söyleyemem. Diğer şehirleri de bilmiyorum listede yer alan. Bu şehirler arasında önce bi ön eleme yapılacak. Sonrasında ise Haziran 2015'te bu şehirler son sunumlarını yapacak ve uluslararası jüri de bu bilgiler ışığında kararını verecek. Yine Haziran 2015'te 2017'nin Avrupa Yeşil Başkenti belli olacak. Yalnız bu bilmemelerin arasında bir de bilme var: İstanbul defalarca olimpiyatlara aday oldu ve kazanamadı. Hazır olmayan bu kenti sürekli aynı yarışa 'yenilen pehlivan' misali düşünen yöneticiler, sanırım 'Yeşil Başkent' gibi bir konuda da 'Kültür Başkenti yapanlar Yeşil Başkent de yaparlar' gibi bir mantıkla hareket ediyor olabilir. Tabii işin gereklerini düşünmemiş olabilirler. Konu ülkemiz olunca kimin nasıl düşündüğünü kestirmek imkansızlaşabiliyor kimi zaman çünkü. 

İstanbul'a genel anlamda baktığımızda, hele de Galata/Karaköy tarafından tarihi yarımadaya baktığımızda Topkapı Sarayı civarı dışında neredeyse hiç yeşil göremiyoruz. Yeşil Başkent olabilmekle ilgili çeşitli konular var üzerinde durulması gereken ve jürinin de dikkat edeceği.

"Avrupa Yeşil Başkent Ödülü bir şehrin çevre-dostu kentsel yaşam sınırında yaşadığının kabul edilmesidir. Bu şehirler sürdürülebilir kentsel gelişim, vatandaşlarının ne istediğini dinleyen çevre sorunlarına yenilikçi sorunlar ortaya koyan şehirlerdir." Avrupa Yeşil Başkent sayfasında konuyu bu şekilde açıklamışlar. Burada en basitinden "vatandaşlarının ne istediğini dinleyen" kısmını dahi Gezi Parkı süreciyle, aynı zamanda şu anda devam eden Validebağ Korusu koruma çalışmalarını 'cami düşmanlığı'na indirgeyen ve mahkeme kararlarına rağmen inşaatına devam edilmeye çalışılan camii inşaatı konularını düşündüğümüzde İstanbul'un aday dahi olamaması gerekiyor. Vatandaşını dinlemekten bu kadar uzak, "kamu yararı olmadığı"na dair mahkeme kararına rağmen devam ettirilmeye çalışılan inşaatı savunan bir yaklaşımla "Yeşil Başkent" nasıl olunabilir ki?

Konuyla ilgili uluslararası Uzman Paneli her şehrin teknik değerlendirmesini 12 temel kriter üzerinden yapacak. Bunlar hava kalitesi; iklim değişikliği, azaltım ve uyum; yenilikçi çevre ve sürdürülebilir istihdam; enerji performansı; sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar; entegre çevre yönetimi; yerel ulaşım; doğa ve bio-çeşitlilik; akustik çevre kalitesi; atık üretimi ve yönetimi; atıksu arıtma; ve su yönetimi. Bu değerlendirme kriterlerine göre finale kalan şehirler belirlenecek.

Belediyemiz tanıtım ve reklam konusunda gerçekten kendisini ve birçok özel firmayı da aşmış durumda. Yaptığı ve (seneler sonra kullanıma girecek dahi olsa) yapacağı çalışmaları/yatırımları kentin her tarafında (sayısı aşırı derecede fazla olduğunu düşündüğüm) açık hava reklam panoları ve diğer reklam aygıtları vasıtasıyla fazlasıyla tanıtım yapıyor. Yalnız defalarca aday olduğumuz ve bir türlü de alamadığımız olimpiyatlar gibi olacak gibime geliyor bu seferki yarışma. Tabii jüri İstanbul gibi bir şehrin, en azından, bu vasıtayla yeşillendirileceğini düşünerek bize de verebilir bu ünvanı. Orasına birşey diyemeyeceğim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi yenilikçilik konusunda o kadar ileri gitmiş durumda ki, yeşil alanı insanların yaşadığı yerlere değil, otobüslerin üstüne yapma gibi bir tasarrufa dahi gitmiş durumda.

Fotoğraf 1: Botobüs

Anlamadığım konu yeşil kentsel hayatla içiçe değilse, dinlenmek amaçlı oturduğumuz parkta çevremizde ağaçtan, çimden daha çok beton/parke taşlı yürüme yolları göreceksek, hatta etrafı tamamen binalarla çevrili sadece gökyüzünü görebildiğimiz ufacık parklarımız nadiren varken bu yarışmaya girmek hangi akla/amaca hizmet ediyor? Varolan parkların içi dahi yeşilden, çimlerden arındırılıp bu alanların içindeki beton oranı sürekli artırılıyor. Endüstriyel parklardan oluşan yeşil alanlarımız oluyor.
Fotoğraf 2: Göztepe Parkı'nın Eski Hali 

 Fotoğraf 3: Göztepe Parkı'nın Yeni Hali

Endüstriyel park derken kastettiğim Göztepe Parkı'nın alttaki fotoğrafına baktığınızda anlaşılacaktır. Başkalarını bilmem ama benim park kavramından anladığım çimenlerinde oturabileceğim, birkaç bankı olan, arada da çok fazla alan kaplamayan yürüme yolları olan alandır. Reklam tabelaları olan değil.  Alttaki sevmediğim endüstriyel park tipine giriyor. Yeşilin olması gereken yerde yeşilden başka herşey var. Kastettiğim çiçekler değil, şekil verilmiş, doğal olmaktan milyon kilometre uzak görüntüler..

The Guardian'da bununla ilgili bir yazı çıkmış. Adamlar buna CHP sözcüsünün dediği gibi "şaka" demişler. Gerçekten de şaka gibi.

Daha geçende bir arkadaşımla konuşurken söyledi, "Son geldiğimde o neydi? İstanbul'un her tarafı inşaat olmuş!" dedi. Bu kadar inşaat varken, şehrin merkezi denebilecek, nefes alma yerleri parklar imara açıp rant sağlamaya çalışılırken, "Yeşil Başkent" tanımı aşırı iddialı olduğu gibi "baştan kaybedilmiş bir yarış" gibi geliyor bana. 

Yalnız yazıya bakınca, bir de diğer aday kentlerin uydu görüntülerine bakınca durumun vehametini anlamak çok daha kolay oluyor. Tam da bu noktada İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve bu yarışmanın koordinatörlerine bir önerim olacak. Zorlu Centre'ı tepeden görenler bilir, aşağıdakine benzer bir görüntü vardır: 

Fotoğraf 4: Zorlu Centre 

Biraz daha yukarıdan bakarsanız, büyük oranda yeşil bir bina görürsünüz. Halbuki bu yeşilliğin insanların gezdiği alanlarla pek fazla alakası yok. Üst taraf zaten insanların gezdiği yer değil, görüntü açısından yapılmış bir yer. İşte benim önerim de bu konuda. Botobüs başarılı bir proje olarak yukarıdan bakınca görünen yeşil alanı artırması açısından oldukça önemlidir ve başlangıçtır. Benzer bir çalışma da çatılarda yapılabilir fakat Mayıs 2015'e kadar çok da fazla zaman kalmadığı için bence İBB hızlı bir şekilde yönetmelik yayınlayıp tüm çatıların yeşile boyanmasını bina sahiplerinden talep edebilir. Bu durumda uydu görüntüsü olarak yemyeşil bir görüntü ortaya çıkacağından şansımızı bir nebze artırabiliriz bence. Tabii halkını dinleme, hava kalitesi, iklim değişikliği azaltım ve uyum, sürdürülebilir toprak kullanımıyla paralel yeşil kentsel alanlar, yerel ulaşım, doğa (!) ve bio-çeşitlilik (!), akustik çevre kalitesi gibi konularda neler yapılacağını da artık İstanbul'u aday gösterenler değerlendirebilir. 

Hayat

Sinüs eğrisine benzettim ben hep hayatı.
Bir aşağı gidiyor,
Bir yukarı.
Sürekli yön değiştiriyor.

İşin güzel yanı ise,
iki tarafta da tepeyi görmeden,
yorulmadan,
bıkmadan, usanmadan,
durmuyor.

Hüzün de bu hayattan,
neşe ve eğlence de.
Biri var diye diğeri yok olmuyor.
Aynı anda da gelebiliyor,
farklı anlarda da..
Sahiplenmeli ikisini de,
sevmeli,
yaşamalı.
Sonuna kadar bi de..

28 Ekim 2014 Salı

Kahve Kültürü Hakkında

Kendimi bildim bileli kahve dendiğinde aklıma ilk gelen hep Türk kahvesi olmuştur. Eskiden şekerli, şimdilerde ise ya az şekerli ya da sade. Sonraları zaman içinde keşfettim başka kahve türlerini de. Ben çaycıydım çünkü. Her zaman çay içerdim. Gerçi halen daha çayı kahveye göre çok daha fazla seviyorum. Herhangi birşeye bağlı olmak, bağımlı olmak, onun tiryakisi olmak hiç sevmediğim birşeyse de çay bu konuda bir istisna.

Çay demişken aklıma geldi. Çay derken aklımıza ilk gelen kelimelerden biri de 'dem'dir sanırım. (Hatta Karaköy'de Dem isimli bir çay evi bile açılmış. Gitmek, denemek lazım.) Yani çay dediğimiz içecek demlenerek yapılır. İçildikten sonra ise demliğin sonunda çayın posası kalır. Tüm güzelliklerini vermiş, artık atılma durumuna gelmiştir çünkü. O da atılır.

Kahve de böyledir. Yani demlenir. Demlendikten sonra da telvesi kalır Türk kahvesinin. Diğer kahvelerin de aynı şekilde. Kahve makinesine koyarsınız kahveyi. Üstten kaynar su verilerek aşağıya 'demlenmiş' kahve iner. İşimiz bittiğinde de üst taraftaki filtrenin içinde birikmiş olan posasını atarız. Çünkü onun da işi bitmiştir demliğin sonunda kalan çay posasının işi bittiği gibi. Kahve de çay gibi tamamen erimez kaynar suyla.

Birçok kahve türü vardır. French Press denen filtreli bardakta getirilen kahve mesela. Kahve bardağın içinde demlenir kaynar suyla. 5-6 dakika kadar beklendikten sonra filtre bardağın altına doğru üstten bastırılarak itilir ve bardağa baktığımızda kahvenin kendisini görürüz. Onu da içeriz. İşimiz bittiğinde de bardağın altındaki filtrenin biriktirdiği kahve posası atılır. Çünkü dediğim gibi, kahve de demlenir.

Fotoğraf 1: French Press 

Günlük hayatta gittiğimiz kahve dükkanlarında da benzeri bir durum vardır. İster espresso, ister cappuchino ister filtre kahve isteyin. Her seferinde kahve demlenir ve posası ayrıca atılır ya da gübre olarak kullanılır.

Bir de herşeyin hazırı olduğu gibi kahvenin de hazırı vardır. Ne demektir peki hazır kahve? En basit tarifiyle: Kaynar suyun içine at, karıştır, dilersen süt ve şeker ekle, sonra da iç. Atık mı? Ne atığı? Atık falan yok. Herşey eridi gitti zaten suyun içinde. Ve toplu halde tümü midemizde. Ama kahvenin posası olur demiştik. Evet, posası olur tabii ki. Fakat hazır kahvenin değil. Hazır kahvenin posası olmaz. Hiçbir atığı da olmaz. Bu haliyle çevreye yararlı bile denebilir. Peki gerçekten de öyle mi? Hayır tabii ki. Atığı olan bir gıdayı atığı olmayan hale getirmek ve bununla birlikte tadını da çok güzel yapmak mümkün müdür? Kimya ile herşey mümkündür. Kahvede olan da budur işte. Hazır kahve dediğimiz içecekler kimyasal ürünlerden başka birşey değil. Kahvenin posasını yok etmek için nasıl işlemlerden geçtiğini ayrıca düşünmek lazım.

Süt ve süt tozu var bir de. Süt bildiğimiz inek gibi memeli hayvanlardan elde edilir. Fakat süt tozu süt değildir. Kimyasal bir üründür o da. Tat olarak benzetilmesi, hatta daha iyi bile yapılması mümkündür ama sonuçta çıkan ürüne süt demek doğru olmaz. Dediğim gibi, süt başkadır. Doğaldır.

Hazır kahvenin mucitleri bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan da bu işi hızlandırma konusunda ciddi anlamda çalışıyorlar. Bunun en büyük örneğini 3'ü bir arada paketleriyle görürüz: Hazır kahve + Süt tozu + Şeker karışımlı paketler. Birçok insan için kahve dendiğinde akla bu karışım geliyor. Sonuçta atık olmadığı için kullanıcı açısından da oldukça yardımcı bu ürünler. Temizleme derdi yok ne de olsa. Peki içtiğimiz şey kahve mi? Bence kesinlikle değil!

Fotoğraf 2: 3'ü Bir Arada
Kahve kültürü denen şeyi son on senedir keşfetmeye çalışıyorum. Yepyeni birçok çay türünü keşfettiğim gibi. Fakat her 'hazır' ürüne karşı olduğum gibi bu 'hazır kahve'ye de karşıyım. Çünkü tamamen kimyasal bir ürün. Siz bu konuda rahatsanız, tabii ki için derim. Ama ne içtiğinizi de bilin. Hazır kahve bana kahve aromalı sıcak içecek gibi geliyor. Başka birşey değil. Hele kahve hiç değil.

Avrupa'da insanlar kahve içerler. ABD'de de kahve içerler. Yalnız bu kahve çoğu zaman kahve makineleriyle demlenir ve oradaki insanlar tarafından da tüketilir. Belki de o zamanlardaki ilgisizliğimden kaynaklanıyor ama 3'ü bir arada gibi 'kahve'leri Türkiye, BAE gibi Ortadoğu ülkeleri haricinde görmedim desem yeridir.

Son birşey daha: Şu kahvelerin içine katılan ürünlerden soya sütü var ya, işte o soyanın %99'dan fazlası GDO'lu. Aynen soya lesitini içeren ürünler gibi. Onları da isterken bir daha düşünmek gerek sanki!

Son birşey daha 2: Starbucks Coffee'i bilirsiniz. Peki Peet's'i? Peet's aslında Starbucks kurucularının Starbucks'u kurmadan önce çalıştıkları ve Starbucks'un hemen herşeyi için ilham aldıkları Berkeley/California'daki kahve dükkanı. Büyüyüp birçok kahve dükkanı açma fikrini patronlarıyla paylaşınca patron bu şekilde değil, daha yerelde kalmak istediğinde onlar da ayrılıp Starbucks'u kuruyorlar. Konsept olarak bakalım tanıdık gelecek mi? Detaylar için: http://www.peets.com/

 Fotoğraf 3: Peet's Coffee and Tea

Fotoğraf 1: http://coffee.gurus.net/how-to/use-a-french-press/
Fotoğraf 2: http://www.kalenobel.com.tr/content.asp?Lang=EN&Mode=3000&CID=10
Fotoğraf 3: http://static.panoramio.com/photos/large/31009808.jpg

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kul Hakkı Üzerine

Günlük hayatta hep bir başkasının hakkına tecavüz etme yönünde çalışıyoruz farkında olmadan. Nasıl mı? Çok basit. Mesela karşıdan karşıya geçerken, kaçımız trafik ışıklarında yayalara yeşil ışığın yanmasını bekliyor? Ya da diğer türlü, kaçımız arabayla giderken sarı yandıktan sonra yanan kırmızı ışığı görmemize rağmen geçmeye çalışıyoruz? Kaçımız ışık yeşil olduğu durumda trafik sıkışık olduğu halde ilerleyip kavşağı diğer yönden gelenlere kapatıyoruz?

Trafikteki davranışlar, yanlışlıklar saymakla bitmiyor. Kaçımız yaya geçidinde yayalar beklerken yol veriyor onlara? Hep de bahane belli: 'Kimse uymuyor ki kurallara!' Külliyen yalan halbuki. Uyanlar var. Çok değiller belki ama uyanlar var.

Trafikten geçelim, kaldırımlara gelelim. Önündeki kaldırımı işgal etmeyen kaç esnaf tanıyorsunuz? Belediyeler bunu bir de resmiyete bağlamış durumda. "İşgaliye ücreti" alnıyor. Kaldırım yayaların hakkı halbuki, belediyenin malı değil. Kamunun malı. Bu işgaliye için o bölgede yaşayan insanlardan da izin alınmasına dair bir çalışmayı duymadım, bilmiyorum.

Bina yaparken mesela. Herkes kendi sınırının dışına taşmaya çok meraklı. Binalar zemin seviyesinde tamı tamına arsalarının sınırından başlıyor olabiliyor birçok yerde. Fakat yukarıda nedense dışarı çıkıklığı pek çok binada görüyoruz. Burada da kendi hakkından fazlasını talep etme yok mudur? Kendisine değil, Hazine'ye yani devlete, yani kamuya ait alanlara yapılan yapılar peki? Ya da gecekondular? Onları yapanlar da kul hakkı yemiyor mu? Başkalarının hakkını arama hakkım olmadığını düşünerek, benim hakkımı yemiyorlar mı? Kesinlikle yiyorlar. Her irili ufaklı boş alana, yeşil alana, ormana binalar tek tek dikilirken benim temiz hava alma hakkım yenmiyor mu?  Binaların altına otopark yapılması yerine bodrum kat ev olarak satışa sunulması, otoparka parketmesi gereken araçların yola, kaldırımlara park etmesi, sonra da o civarda bir yangın çıkması durumunda itfaiye ve ambulansların olay yerine girememesi.. Yangında ölenlerin yaşam hakkını/zarar görenlerin haklarını çalmış olmuyor mu tüm o insanlar?

Yola çöp attıktan sonra ilk şiddetli yağmurda ortalığı sel götürmesini düşünelim. Ya da dere yatağında yapılaşmaya izin veren yöneticileri düşünelim. Oralarda olan selden etkilenen insanların hakları sokağa çöp atanlar, uygunsuz yapılaşmaya izin veren yerel idareciler tarafından çalınmış olmuyor mu? Kim ödeyecek bunca kul hakkını?

Diğer yandan patronlar. Kendi çocuklarına aldıkları hediyeler dahil herşeyi vergiden düşmek amaçlı kullanıyorlar. Özel çalışan doktorlar aylık asgari ücretliden bile daha az kazanmış gösterip vergi kaçırıyor. Kazandıkları para ise kendilerine villalar, katlar, yatlar almaya dahi yetecek seviyede bazıları için.

5 vakit namazında olduğunu, oruçlarını kesinlikle aksatmayan bir arkadaşımın kiralamak istediği eve kendisinden önce talip olan insanları iptal edip evi kendisine kiralaması için kendisinden önce gelenlere ev sahibinin yalan söylemesini talep ettiğini biliyorum. Kendisi söyledi. 'Kul hakkı yemiş olmuyor musun?' diye sorduğumda 'serbest piyasa ekonomisi' cevabını verdi. Yani serbest piyasa ekonomisi sözkonusu olunca kul hakkı denen şey de yok oluyor.

İslam adına insanların kafası kesilip öldürülüyor. Hatta bu yapılanlar sergileniyor. Merak ettiğim en büyük günahın kul hakkı olması, bunun Allah tarafından affının olmaması, kul hakkı denince de en büyük kul hakkının yaşama hakkı olmasını düşünüyorum ve kafam karıştıkça karışıyor.

Çalışanların gelir vergileri, sigorta ödemeleri ve diğer her türlü vergisi işverenlerden tahsil ediliyor ülkemizde. Peki şöyle biraz geçmişe doğru baktığımızda kaç defa vergi affı, faiz affı, borç affı hatırlıyorsunuz? Benim için sayısız. Bu işverenler adımıza ödemeleri gereken vergileri ödemedikleri gibi bu paraları kullanarak daha fazla para kazanmış, sonrasında çıkan aflarla da hem vergilerinin, sigorta ödemelerinin bir kısmından hem de birçok zaman faizinden kurtulmuşlar. Bu arada tabii kamunun, yani bizlerin malını, mülkünü, parasını gasbettiklerini de belirtmek gerek sanırım..

Bir müteahhit işlediği suçtan dolayı içeri atılacağı zaman içeri girerse kamu ihalelerinde işleri olduğunu, işler yürümeyeceği için birçok işçinin işsiz kalacağını öne sürerek serbest bırakılmayı talep edecek kadar yüzsüzleşebilmişti.

Dün okuduğum haberde ABD başkanlarının Beyaz Ev'de tüm masrafları kendileri tarafından karşılanmak üzere oturduklarını, hizmetçilerin, kuaförlerinin, resmi davetler için gereken kıyafetlerin bile tüm masraflarının başkanların kendileri tarafından karşılandığını anlatıyordu. Haberin tamamı için: Bir demokraside, devlet başkanlığı sarayında oturmanın faturası buradan okuyabilirsiniz. Bizdeyse her gelen başbakan, cumhurbaşkanı daha fazla masraf yapıp her türlü masrafını da kamunun, yani bizlerin parasından harcamak konusunda birbirleriyle yarışıyor. Bunun son örneği de Ak-Saray denen yapı. Detayları önemli değil çok da. Mesele kamunun parasıyla kamuya en ufak bir şekilde hizmeti dokunmayacak bir yapının yapılması ve yine bu parayla müthiş derecede lüks bir hayat yaşanması. Bunların da hep bizim hizmetkarımız olacağını söyleyen, öyle olmaları gereken milletvekilleri, bakanlar, başbakan ve en önemlisi de cumhurbaşkanı tarafından yapılması. Burada da kul hakkı yenmiyor mu? Almanya şansölyesi Angela Merkel'in kişisel aramaları için faturasını kendisinin ödediği telefonu olduğunu tüm dünya biliyor diğer yandan.

Konu aslında anlatmak istediğimden biraz daha saptı. Kapsamı daha bi genişledi ama biraz okuyunca hepsinin de kul hakkı denen ve özellikle islamda tek affedilmez günahın hemenhepimiz tarafından günaşırı şekilde işlendiğini görüyorum. Birçok yaptığımızın farkında değiliz ama farkına varabiliriz. Bunları okuduktan sonra "Doğru, AMA" ile başlayan onlarca, belki de yüzlerce cümle söylenebilir. Söylenecektir. Fakat önemli olan "AMA"dan sonraki kısım değil öncesindeki kısımdır. Yani tüm bunlar doğru: Kul hakkı yenmesidir. Ve tüm bunlar beni rahatsız ediyor. O kadar kanıksanmış ki tüm bunlar, kimsenin de karşı çıktığı ya da karşı çıkmayı düşündüğü yok ne yazık ki. Bu mudur peki olay?

Hiçkimse bana bunun zaten böyle olduğunu, değişmeyeceğini falan anlatmaya çalışmasın çünkü herşey değişebilir. Kolay olan varolanı olduğu gibi kabullenmektir aslında. ''Böyle gelmiş, böyle gider!'' mantığı bana en korkak ve kaçamak yanıt gibi geliyor. 

Ne olur herkes gerçekten de hakkına, emeğine razı olsa?

21 Ekim 2014 Salı

Yaş 33, yolun yarısına 2 değil, 42 var..

Hayat çok garip gerçekten de.. Bazen zıtlıkları aynı tepside sunabiliyor insana. Bir arada. Seçip seçmemek elinde değil ama. Bir yandan neşe verirken diğer yandan hüznü verebiliyor. İkisini de almaya mecbursun. Alıp almama durumun da yok hani. en güzeli herşeyi kabul edip öyle devam etmek yola sanırım..

Bugün itibariyle 33 yaşımdayım. Daha düne kadar sorulduğunda 32 diyebiliyordum halbuki. 1, 2, 4, 8, 16 ve 32'ye bölünebilen bir sayıydı. Güzel bir yaştı. 2'nin 5. kuvvetiydi bir diğer açıdan. Yalnız ben asal sayıları daha çok severim. Bunun için de görünen o ki 37 yaşıma kadar beklemem lazım. Yalnız o zaman da şairin dediği yolun yarısını geçmiş olacağım. Bir kitap var, 'Yaş 75, Yolun Yarısı!' diye. Bana sanki yolun yarısı olan 35 çok da uygun değil gibi. Bu hesapla tabii daha bi 40 sene 'Ben gencim!' diyebilirim kendime..

Yolun yarısı. Evet. 35 demişti şair. Benim daha iki senem var 35'e. Peki neler yaptım 33 senede? Güzel şeyler tabii ki.. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite falan daha rahat ve sakin geçmişti sanki.. Gezmiştim biraz. Görmüştüm dünyayı ucundan, kıyısından. Sonrasında hayata, daha doğrusu çalışma hayatına başlayınca işler değişti. İlk olarak sabah 10.00'da uyanıp 12.30'da çalışmaya başladım. Akşam da 20.30'a kadar sürüyordu işim. Güzel de geliyordu hani. Her akşam çıkabiliyordum böylece. İstediğim kadar da kalıyordum. En güzel günlerimdi sanırım.. Bir sene kadar sürdü. Ve bitti, her güzel şey gibi. Güzel yanı hayatımın düzene girmiş olmasına rağmen yine de monoton olmaktan uzak olmasıydı. Haftada en az iki akşam, çoğunlukla üç ya da dört akşam dışarıdaydım. Dönme saati sınırının olmaması güzel birşey gerçekten de.. Haftasonu ise tamamen bana aitti. Noel'de 2 hafta, Paskalya döneminde bir hafta, yazın bir ay ve benim aradaki toplam bir aylık tatilimle birlikte şimdi düşününce iyi tatil yapmışım diyorum kendi kendime..

Döndüm memlekete ve tekrar başladım çalışmaya. Bu kez sabah 7.30 gibi uyanıyordum 9.00'da işe başlamak için. Akşam da 21.00'e kadar çalışıyordum. Eve dönüşten sonra annemin verdiği yemeklerle ilk göbek bırakma çalışmalarım başarıya ulaştı. 10 ayda 10 kilo aldım ve o kilolar halen daha duruyor bir yerlerde.. Çok bilinçli olmamıştı bu göbek bırakma hadisesi ama işte elden ne gelir.. Artık balkonum da vardı.. 7 ay kadar sürdü bu hayatım da. Bir de haftada altı gündü artık çalışmam ve izin günüm haftasonu değil haftaiçi bir gündü.. Sonra staj falan derken bir de baktım mezun olmuşum mühendis olarak.

Asıl şimdi çalışmam lazım diye düşünüp atıldım profesyonel iş hayatıma, yani mühendis olarak çalışmaya.. Onlar da bana 'Madem o kadar enerjiksin, çalış o zaman!' dediler.. Böylece sabah 5.00'te uyanıp akşam da 23.00'te uyumaya başladım önce. Düzenli hayat denen şey. Çok sıkıcı. Bir süre Pazar günleri dahi anca iki haftada bir tatil oluyordu tam gün. Gençtim ama (gerçi halen daha gencim :) ) o zamanlar. Genç ve enerjik olunca insan, herşeyi yapabileceğini zannediyor. Enerjisinin yeteceğini sanıyor. Yetiyor da bir yere kadar.. Böyle geçti dört sene. Nasıl olduğunu çok da fazla anlamadan. Yalnız dolu dolu geçti. Nasıl geçmesin haftanın 6 günü günde 11 saat çalışırken? Tabii işten çıktıktan sonra akşamları salsaya gidip bol bol dans ediyor, sonra tekrar eve dönüp 3-4 saat uykuyla işe gidiyordum. Enerji bol ne de olsa, harcamak lazım.. Bi ara İspanyolca'ya başladım. Öğrendim temellerini. Bi ara Perşembe akşamları sonraki gün tatil olduğu için canımız sıkıldığında sırf güzel gece manzarası izlemek için 100-150km yol gittiğimizi de çok hatırlarım. 7/24'ün içine neler sığdırılabileceğini öğrendiğim zamanlardı. Sonraları 4 sene böyle devam etti. Ve burası da bitti..

Döndüm yine memlekete. O kadar yoğunluktan sonra biraz dinleneyim derken bir de baktı 14 ay olmuş dinlenmeye ilk başlamamın üstünden. Artık çalışmam gerek deyip tekrar başladım çalışmaya. Önce beş gün ile başladım. Düzenli bir işti. Fakat haftada altı gün çalışmış bir insana beş gün az deyip ayrıldım ve yine şantiye çamuruna döndüm. Biraz orası biraz burası derken hayat geçiyordu. Bi ara bir seneye yakın ofiste masabaşı çalışmaya döndüm. Bir keresinde müdürüm bana bir saat içinde tam onbir kere gerindiğimi/esnediğimi söyleyince doğru yerde olmadığımı anladım. Evet, beş gün çalışıyordum ama önemli olan hayatta mutlu olmak değil midir? Orada mutlu olmadığımı farkettikten sonra yer değişikliği zamanı gelmişti. Yaklaşık iki seneden sonra oradan da, rahat ve temiz ofis ortamından ayrılma zamanı gelmişti.

Sırada şimdiki yerim vardı. Yine altı gün çalışma ama daha önemlisi çalıştığım yerde mutlu olmamdı. Hayatta her şeyi mutlu olmak için yapıyor olduğumuzu farkettim yakın bir geçmişte. Asıl amacımız, hayatımızın amacı buydu. Hani bir soru vardır ya, hayatın anlamını sorar. Hayatın anlamı bence mutlu olmaktır. Bu kadar basit. Onca filozofa, bilgine, ya da inancımıza dönmemize gerek yok bunu anlamak için.. Mutlu olmak için ise, içimize bakmak lazım. Bizi neyin mutlu ettiğine odaklanmamız lazım.

Bazen eksik birşeyler oluyor hayatta. İşler yolunda gitmiyor. Herşey tersine gidiyor. Aslında bunların nedeni başka. Lise okuyanlar duymuştur sinüs eğrisini. Sıfırdan başlar ve yukarı doğru gider. 1'e kadardır yolculuğu. Sonra aşağı doğru döner ve sıfırdan da geçip -1'e kadar iner. Yani dibi görürüz. görürüz ki tekrar 1'e çıkmaya yetecek kadar enerjimiz olsun.. O tersine giden zamanlarda işte aşağı yolculuk var demektir. Yukarı yolculuğa da biraz zaman vardır. Ben şimdi yukarı doğru gidiyorum. Daha ne kadar giderim bilmiyorum ama çok gideceğim gibi bir his var içimde..

Güzel insanlarla donatılmış güzel bir çevrem var etrafımda. İnsanın güzel insanlar tanıması demek, güzel olması demek belki de. Ya da güzel insana evrilmesi.. O güzel insanların hep yanımda olacağı güzel bir sene olsun.. Hep birlikte..

Son birşey: Bundan on sene önceydi. Köln'de arkadaşımın mentörü ile görüşecektim. Bunu benden rica etmişti. Kadının evine gittim, görüştük. 75 yaşındaydı. O zamanlar yeni çıkmış Sony fotoğraf makinesi almıştı kendisine, dijital. Yaklaşık 1000€ civarındaydı fiyatı da. Fotoğraf çekmeye başlayacağını söylemişti. Müthiş de hevesli görünüyordu. Sonraları arkadaşımla konuşurken söylemiş, 'İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!' diye. 75 yaşından sonra yeni bir hayat! Bir insan daha ne ister ki?