28 Ekim 2014 Salı

Kahve Kültürü Hakkında

Kendimi bildim bileli kahve dendiğinde aklıma ilk gelen hep Türk kahvesi olmuştur. Eskiden şekerli, şimdilerde ise ya az şekerli ya da sade. Sonraları zaman içinde keşfettim başka kahve türlerini de. Ben çaycıydım çünkü. Her zaman çay içerdim. Gerçi halen daha çayı kahveye göre çok daha fazla seviyorum. Herhangi birşeye bağlı olmak, bağımlı olmak, onun tiryakisi olmak hiç sevmediğim birşeyse de çay bu konuda bir istisna.

Çay demişken aklıma geldi. Çay derken aklımıza ilk gelen kelimelerden biri de 'dem'dir sanırım. (Hatta Karaköy'de Dem isimli bir çay evi bile açılmış. Gitmek, denemek lazım.) Yani çay dediğimiz içecek demlenerek yapılır. İçildikten sonra ise demliğin sonunda çayın posası kalır. Tüm güzelliklerini vermiş, artık atılma durumuna gelmiştir çünkü. O da atılır.

Kahve de böyledir. Yani demlenir. Demlendikten sonra da telvesi kalır Türk kahvesinin. Diğer kahvelerin de aynı şekilde. Kahve makinesine koyarsınız kahveyi. Üstten kaynar su verilerek aşağıya 'demlenmiş' kahve iner. İşimiz bittiğinde de üst taraftaki filtrenin içinde birikmiş olan posasını atarız. Çünkü onun da işi bitmiştir demliğin sonunda kalan çay posasının işi bittiği gibi. Kahve de çay gibi tamamen erimez kaynar suyla.

Birçok kahve türü vardır. French Press denen filtreli bardakta getirilen kahve mesela. Kahve bardağın içinde demlenir kaynar suyla. 5-6 dakika kadar beklendikten sonra filtre bardağın altına doğru üstten bastırılarak itilir ve bardağa baktığımızda kahvenin kendisini görürüz. Onu da içeriz. İşimiz bittiğinde de bardağın altındaki filtrenin biriktirdiği kahve posası atılır. Çünkü dediğim gibi, kahve de demlenir.

Fotoğraf 1: French Press 

Günlük hayatta gittiğimiz kahve dükkanlarında da benzeri bir durum vardır. İster espresso, ister cappuchino ister filtre kahve isteyin. Her seferinde kahve demlenir ve posası ayrıca atılır ya da gübre olarak kullanılır.

Bir de herşeyin hazırı olduğu gibi kahvenin de hazırı vardır. Ne demektir peki hazır kahve? En basit tarifiyle: Kaynar suyun içine at, karıştır, dilersen süt ve şeker ekle, sonra da iç. Atık mı? Ne atığı? Atık falan yok. Herşey eridi gitti zaten suyun içinde. Ve toplu halde tümü midemizde. Ama kahvenin posası olur demiştik. Evet, posası olur tabii ki. Fakat hazır kahvenin değil. Hazır kahvenin posası olmaz. Hiçbir atığı da olmaz. Bu haliyle çevreye yararlı bile denebilir. Peki gerçekten de öyle mi? Hayır tabii ki. Atığı olan bir gıdayı atığı olmayan hale getirmek ve bununla birlikte tadını da çok güzel yapmak mümkün müdür? Kimya ile herşey mümkündür. Kahvede olan da budur işte. Hazır kahve dediğimiz içecekler kimyasal ürünlerden başka birşey değil. Kahvenin posasını yok etmek için nasıl işlemlerden geçtiğini ayrıca düşünmek lazım.

Süt ve süt tozu var bir de. Süt bildiğimiz inek gibi memeli hayvanlardan elde edilir. Fakat süt tozu süt değildir. Kimyasal bir üründür o da. Tat olarak benzetilmesi, hatta daha iyi bile yapılması mümkündür ama sonuçta çıkan ürüne süt demek doğru olmaz. Dediğim gibi, süt başkadır. Doğaldır.

Hazır kahvenin mucitleri bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken diğer yandan da bu işi hızlandırma konusunda ciddi anlamda çalışıyorlar. Bunun en büyük örneğini 3'ü bir arada paketleriyle görürüz: Hazır kahve + Süt tozu + Şeker karışımlı paketler. Birçok insan için kahve dendiğinde akla bu karışım geliyor. Sonuçta atık olmadığı için kullanıcı açısından da oldukça yardımcı bu ürünler. Temizleme derdi yok ne de olsa. Peki içtiğimiz şey kahve mi? Bence kesinlikle değil!

Fotoğraf 2: 3'ü Bir Arada
Kahve kültürü denen şeyi son on senedir keşfetmeye çalışıyorum. Yepyeni birçok çay türünü keşfettiğim gibi. Fakat her 'hazır' ürüne karşı olduğum gibi bu 'hazır kahve'ye de karşıyım. Çünkü tamamen kimyasal bir ürün. Siz bu konuda rahatsanız, tabii ki için derim. Ama ne içtiğinizi de bilin. Hazır kahve bana kahve aromalı sıcak içecek gibi geliyor. Başka birşey değil. Hele kahve hiç değil.

Avrupa'da insanlar kahve içerler. ABD'de de kahve içerler. Yalnız bu kahve çoğu zaman kahve makineleriyle demlenir ve oradaki insanlar tarafından da tüketilir. Belki de o zamanlardaki ilgisizliğimden kaynaklanıyor ama 3'ü bir arada gibi 'kahve'leri Türkiye, BAE gibi Ortadoğu ülkeleri haricinde görmedim desem yeridir.

Son birşey daha: Şu kahvelerin içine katılan ürünlerden soya sütü var ya, işte o soyanın %99'dan fazlası GDO'lu. Aynen soya lesitini içeren ürünler gibi. Onları da isterken bir daha düşünmek gerek sanki!

Son birşey daha 2: Starbucks Coffee'i bilirsiniz. Peki Peet's'i? Peet's aslında Starbucks kurucularının Starbucks'u kurmadan önce çalıştıkları ve Starbucks'un hemen herşeyi için ilham aldıkları Berkeley/California'daki kahve dükkanı. Büyüyüp birçok kahve dükkanı açma fikrini patronlarıyla paylaşınca patron bu şekilde değil, daha yerelde kalmak istediğinde onlar da ayrılıp Starbucks'u kuruyorlar. Konsept olarak bakalım tanıdık gelecek mi? Detaylar için: http://www.peets.com/

 Fotoğraf 3: Peet's Coffee and Tea

Fotoğraf 1: http://coffee.gurus.net/how-to/use-a-french-press/
Fotoğraf 2: http://www.kalenobel.com.tr/content.asp?Lang=EN&Mode=3000&CID=10
Fotoğraf 3: http://static.panoramio.com/photos/large/31009808.jpg

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kul Hakkı Üzerine

Günlük hayatta hep bir başkasının hakkına tecavüz etme yönünde çalışıyoruz farkında olmadan. Nasıl mı? Çok basit. Mesela karşıdan karşıya geçerken, kaçımız trafik ışıklarında yayalara yeşil ışığın yanmasını bekliyor? Ya da diğer türlü, kaçımız arabayla giderken sarı yandıktan sonra yanan kırmızı ışığı görmemize rağmen geçmeye çalışıyoruz? Kaçımız ışık yeşil olduğu durumda trafik sıkışık olduğu halde ilerleyip kavşağı diğer yönden gelenlere kapatıyoruz?

Trafikteki davranışlar, yanlışlıklar saymakla bitmiyor. Kaçımız yaya geçidinde yayalar beklerken yol veriyor onlara? Hep de bahane belli: 'Kimse uymuyor ki kurallara!' Külliyen yalan halbuki. Uyanlar var. Çok değiller belki ama uyanlar var.

Trafikten geçelim, kaldırımlara gelelim. Önündeki kaldırımı işgal etmeyen kaç esnaf tanıyorsunuz? Belediyeler bunu bir de resmiyete bağlamış durumda. "İşgaliye ücreti" alnıyor. Kaldırım yayaların hakkı halbuki, belediyenin malı değil. Kamunun malı. Bu işgaliye için o bölgede yaşayan insanlardan da izin alınmasına dair bir çalışmayı duymadım, bilmiyorum.

Bina yaparken mesela. Herkes kendi sınırının dışına taşmaya çok meraklı. Binalar zemin seviyesinde tamı tamına arsalarının sınırından başlıyor olabiliyor birçok yerde. Fakat yukarıda nedense dışarı çıkıklığı pek çok binada görüyoruz. Burada da kendi hakkından fazlasını talep etme yok mudur? Kendisine değil, Hazine'ye yani devlete, yani kamuya ait alanlara yapılan yapılar peki? Ya da gecekondular? Onları yapanlar da kul hakkı yemiyor mu? Başkalarının hakkını arama hakkım olmadığını düşünerek, benim hakkımı yemiyorlar mı? Kesinlikle yiyorlar. Her irili ufaklı boş alana, yeşil alana, ormana binalar tek tek dikilirken benim temiz hava alma hakkım yenmiyor mu?  Binaların altına otopark yapılması yerine bodrum kat ev olarak satışa sunulması, otoparka parketmesi gereken araçların yola, kaldırımlara park etmesi, sonra da o civarda bir yangın çıkması durumunda itfaiye ve ambulansların olay yerine girememesi.. Yangında ölenlerin yaşam hakkını/zarar görenlerin haklarını çalmış olmuyor mu tüm o insanlar?

Yola çöp attıktan sonra ilk şiddetli yağmurda ortalığı sel götürmesini düşünelim. Ya da dere yatağında yapılaşmaya izin veren yöneticileri düşünelim. Oralarda olan selden etkilenen insanların hakları sokağa çöp atanlar, uygunsuz yapılaşmaya izin veren yerel idareciler tarafından çalınmış olmuyor mu? Kim ödeyecek bunca kul hakkını?

Diğer yandan patronlar. Kendi çocuklarına aldıkları hediyeler dahil herşeyi vergiden düşmek amaçlı kullanıyorlar. Özel çalışan doktorlar aylık asgari ücretliden bile daha az kazanmış gösterip vergi kaçırıyor. Kazandıkları para ise kendilerine villalar, katlar, yatlar almaya dahi yetecek seviyede bazıları için.

5 vakit namazında olduğunu, oruçlarını kesinlikle aksatmayan bir arkadaşımın kiralamak istediği eve kendisinden önce talip olan insanları iptal edip evi kendisine kiralaması için kendisinden önce gelenlere ev sahibinin yalan söylemesini talep ettiğini biliyorum. Kendisi söyledi. 'Kul hakkı yemiş olmuyor musun?' diye sorduğumda 'serbest piyasa ekonomisi' cevabını verdi. Yani serbest piyasa ekonomisi sözkonusu olunca kul hakkı denen şey de yok oluyor.

İslam adına insanların kafası kesilip öldürülüyor. Hatta bu yapılanlar sergileniyor. Merak ettiğim en büyük günahın kul hakkı olması, bunun Allah tarafından affının olmaması, kul hakkı denince de en büyük kul hakkının yaşama hakkı olmasını düşünüyorum ve kafam karıştıkça karışıyor.

Çalışanların gelir vergileri, sigorta ödemeleri ve diğer her türlü vergisi işverenlerden tahsil ediliyor ülkemizde. Peki şöyle biraz geçmişe doğru baktığımızda kaç defa vergi affı, faiz affı, borç affı hatırlıyorsunuz? Benim için sayısız. Bu işverenler adımıza ödemeleri gereken vergileri ödemedikleri gibi bu paraları kullanarak daha fazla para kazanmış, sonrasında çıkan aflarla da hem vergilerinin, sigorta ödemelerinin bir kısmından hem de birçok zaman faizinden kurtulmuşlar. Bu arada tabii kamunun, yani bizlerin malını, mülkünü, parasını gasbettiklerini de belirtmek gerek sanırım..

Bir müteahhit işlediği suçtan dolayı içeri atılacağı zaman içeri girerse kamu ihalelerinde işleri olduğunu, işler yürümeyeceği için birçok işçinin işsiz kalacağını öne sürerek serbest bırakılmayı talep edecek kadar yüzsüzleşebilmişti.

Dün okuduğum haberde ABD başkanlarının Beyaz Ev'de tüm masrafları kendileri tarafından karşılanmak üzere oturduklarını, hizmetçilerin, kuaförlerinin, resmi davetler için gereken kıyafetlerin bile tüm masraflarının başkanların kendileri tarafından karşılandığını anlatıyordu. Haberin tamamı için: Bir demokraside, devlet başkanlığı sarayında oturmanın faturası buradan okuyabilirsiniz. Bizdeyse her gelen başbakan, cumhurbaşkanı daha fazla masraf yapıp her türlü masrafını da kamunun, yani bizlerin parasından harcamak konusunda birbirleriyle yarışıyor. Bunun son örneği de Ak-Saray denen yapı. Detayları önemli değil çok da. Mesele kamunun parasıyla kamuya en ufak bir şekilde hizmeti dokunmayacak bir yapının yapılması ve yine bu parayla müthiş derecede lüks bir hayat yaşanması. Bunların da hep bizim hizmetkarımız olacağını söyleyen, öyle olmaları gereken milletvekilleri, bakanlar, başbakan ve en önemlisi de cumhurbaşkanı tarafından yapılması. Burada da kul hakkı yenmiyor mu? Almanya şansölyesi Angela Merkel'in kişisel aramaları için faturasını kendisinin ödediği telefonu olduğunu tüm dünya biliyor diğer yandan.

Konu aslında anlatmak istediğimden biraz daha saptı. Kapsamı daha bi genişledi ama biraz okuyunca hepsinin de kul hakkı denen ve özellikle islamda tek affedilmez günahın hemenhepimiz tarafından günaşırı şekilde işlendiğini görüyorum. Birçok yaptığımızın farkında değiliz ama farkına varabiliriz. Bunları okuduktan sonra "Doğru, AMA" ile başlayan onlarca, belki de yüzlerce cümle söylenebilir. Söylenecektir. Fakat önemli olan "AMA"dan sonraki kısım değil öncesindeki kısımdır. Yani tüm bunlar doğru: Kul hakkı yenmesidir. Ve tüm bunlar beni rahatsız ediyor. O kadar kanıksanmış ki tüm bunlar, kimsenin de karşı çıktığı ya da karşı çıkmayı düşündüğü yok ne yazık ki. Bu mudur peki olay?

Hiçkimse bana bunun zaten böyle olduğunu, değişmeyeceğini falan anlatmaya çalışmasın çünkü herşey değişebilir. Kolay olan varolanı olduğu gibi kabullenmektir aslında. ''Böyle gelmiş, böyle gider!'' mantığı bana en korkak ve kaçamak yanıt gibi geliyor. 

Ne olur herkes gerçekten de hakkına, emeğine razı olsa?

21 Ekim 2014 Salı

Yaş 33, yolun yarısına 2 değil, 42 var..

Hayat çok garip gerçekten de.. Bazen zıtlıkları aynı tepside sunabiliyor insana. Bir arada. Seçip seçmemek elinde değil ama. Bir yandan neşe verirken diğer yandan hüznü verebiliyor. İkisini de almaya mecbursun. Alıp almama durumun da yok hani. en güzeli herşeyi kabul edip öyle devam etmek yola sanırım..

Bugün itibariyle 33 yaşımdayım. Daha düne kadar sorulduğunda 32 diyebiliyordum halbuki. 1, 2, 4, 8, 16 ve 32'ye bölünebilen bir sayıydı. Güzel bir yaştı. 2'nin 5. kuvvetiydi bir diğer açıdan. Yalnız ben asal sayıları daha çok severim. Bunun için de görünen o ki 37 yaşıma kadar beklemem lazım. Yalnız o zaman da şairin dediği yolun yarısını geçmiş olacağım. Bir kitap var, 'Yaş 75, Yolun Yarısı!' diye. Bana sanki yolun yarısı olan 35 çok da uygun değil gibi. Bu hesapla tabii daha bi 40 sene 'Ben gencim!' diyebilirim kendime..

Yolun yarısı. Evet. 35 demişti şair. Benim daha iki senem var 35'e. Peki neler yaptım 33 senede? Güzel şeyler tabii ki.. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite falan daha rahat ve sakin geçmişti sanki.. Gezmiştim biraz. Görmüştüm dünyayı ucundan, kıyısından. Sonrasında hayata, daha doğrusu çalışma hayatına başlayınca işler değişti. İlk olarak sabah 10.00'da uyanıp 12.30'da çalışmaya başladım. Akşam da 20.30'a kadar sürüyordu işim. Güzel de geliyordu hani. Her akşam çıkabiliyordum böylece. İstediğim kadar da kalıyordum. En güzel günlerimdi sanırım.. Bir sene kadar sürdü. Ve bitti, her güzel şey gibi. Güzel yanı hayatımın düzene girmiş olmasına rağmen yine de monoton olmaktan uzak olmasıydı. Haftada en az iki akşam, çoğunlukla üç ya da dört akşam dışarıdaydım. Dönme saati sınırının olmaması güzel birşey gerçekten de.. Haftasonu ise tamamen bana aitti. Noel'de 2 hafta, Paskalya döneminde bir hafta, yazın bir ay ve benim aradaki toplam bir aylık tatilimle birlikte şimdi düşününce iyi tatil yapmışım diyorum kendi kendime..

Döndüm memlekete ve tekrar başladım çalışmaya. Bu kez sabah 7.30 gibi uyanıyordum 9.00'da işe başlamak için. Akşam da 21.00'e kadar çalışıyordum. Eve dönüşten sonra annemin verdiği yemeklerle ilk göbek bırakma çalışmalarım başarıya ulaştı. 10 ayda 10 kilo aldım ve o kilolar halen daha duruyor bir yerlerde.. Çok bilinçli olmamıştı bu göbek bırakma hadisesi ama işte elden ne gelir.. Artık balkonum da vardı.. 7 ay kadar sürdü bu hayatım da. Bir de haftada altı gündü artık çalışmam ve izin günüm haftasonu değil haftaiçi bir gündü.. Sonra staj falan derken bir de baktım mezun olmuşum mühendis olarak.

Asıl şimdi çalışmam lazım diye düşünüp atıldım profesyonel iş hayatıma, yani mühendis olarak çalışmaya.. Onlar da bana 'Madem o kadar enerjiksin, çalış o zaman!' dediler.. Böylece sabah 5.00'te uyanıp akşam da 23.00'te uyumaya başladım önce. Düzenli hayat denen şey. Çok sıkıcı. Bir süre Pazar günleri dahi anca iki haftada bir tatil oluyordu tam gün. Gençtim ama (gerçi halen daha gencim :) ) o zamanlar. Genç ve enerjik olunca insan, herşeyi yapabileceğini zannediyor. Enerjisinin yeteceğini sanıyor. Yetiyor da bir yere kadar.. Böyle geçti dört sene. Nasıl olduğunu çok da fazla anlamadan. Yalnız dolu dolu geçti. Nasıl geçmesin haftanın 6 günü günde 11 saat çalışırken? Tabii işten çıktıktan sonra akşamları salsaya gidip bol bol dans ediyor, sonra tekrar eve dönüp 3-4 saat uykuyla işe gidiyordum. Enerji bol ne de olsa, harcamak lazım.. Bi ara İspanyolca'ya başladım. Öğrendim temellerini. Bi ara Perşembe akşamları sonraki gün tatil olduğu için canımız sıkıldığında sırf güzel gece manzarası izlemek için 100-150km yol gittiğimizi de çok hatırlarım. 7/24'ün içine neler sığdırılabileceğini öğrendiğim zamanlardı. Sonraları 4 sene böyle devam etti. Ve burası da bitti..

Döndüm yine memlekete. O kadar yoğunluktan sonra biraz dinleneyim derken bir de baktı 14 ay olmuş dinlenmeye ilk başlamamın üstünden. Artık çalışmam gerek deyip tekrar başladım çalışmaya. Önce beş gün ile başladım. Düzenli bir işti. Fakat haftada altı gün çalışmış bir insana beş gün az deyip ayrıldım ve yine şantiye çamuruna döndüm. Biraz orası biraz burası derken hayat geçiyordu. Bi ara bir seneye yakın ofiste masabaşı çalışmaya döndüm. Bir keresinde müdürüm bana bir saat içinde tam onbir kere gerindiğimi/esnediğimi söyleyince doğru yerde olmadığımı anladım. Evet, beş gün çalışıyordum ama önemli olan hayatta mutlu olmak değil midir? Orada mutlu olmadığımı farkettikten sonra yer değişikliği zamanı gelmişti. Yaklaşık iki seneden sonra oradan da, rahat ve temiz ofis ortamından ayrılma zamanı gelmişti.

Sırada şimdiki yerim vardı. Yine altı gün çalışma ama daha önemlisi çalıştığım yerde mutlu olmamdı. Hayatta her şeyi mutlu olmak için yapıyor olduğumuzu farkettim yakın bir geçmişte. Asıl amacımız, hayatımızın amacı buydu. Hani bir soru vardır ya, hayatın anlamını sorar. Hayatın anlamı bence mutlu olmaktır. Bu kadar basit. Onca filozofa, bilgine, ya da inancımıza dönmemize gerek yok bunu anlamak için.. Mutlu olmak için ise, içimize bakmak lazım. Bizi neyin mutlu ettiğine odaklanmamız lazım.

Bazen eksik birşeyler oluyor hayatta. İşler yolunda gitmiyor. Herşey tersine gidiyor. Aslında bunların nedeni başka. Lise okuyanlar duymuştur sinüs eğrisini. Sıfırdan başlar ve yukarı doğru gider. 1'e kadardır yolculuğu. Sonra aşağı doğru döner ve sıfırdan da geçip -1'e kadar iner. Yani dibi görürüz. görürüz ki tekrar 1'e çıkmaya yetecek kadar enerjimiz olsun.. O tersine giden zamanlarda işte aşağı yolculuk var demektir. Yukarı yolculuğa da biraz zaman vardır. Ben şimdi yukarı doğru gidiyorum. Daha ne kadar giderim bilmiyorum ama çok gideceğim gibi bir his var içimde..

Güzel insanlarla donatılmış güzel bir çevrem var etrafımda. İnsanın güzel insanlar tanıması demek, güzel olması demek belki de. Ya da güzel insana evrilmesi.. O güzel insanların hep yanımda olacağı güzel bir sene olsun.. Hep birlikte..

Son birşey: Bundan on sene önceydi. Köln'de arkadaşımın mentörü ile görüşecektim. Bunu benden rica etmişti. Kadının evine gittim, görüştük. 75 yaşındaydı. O zamanlar yeni çıkmış Sony fotoğraf makinesi almıştı kendisine, dijital. Yaklaşık 1000€ civarındaydı fiyatı da. Fotoğraf çekmeye başlayacağını söylemişti. Müthiş de hevesli görünüyordu. Sonraları arkadaşımla konuşurken söylemiş, 'İşten ayrıldım, kendime yeni bir hayat kuracağım!' diye. 75 yaşından sonra yeni bir hayat! Bir insan daha ne ister ki?

16 Ekim 2014 Perşembe

Bir Arkadaşımın İntiharı Üzerine

Biraz önce bi arkadaşım aradı. Ortak arkadaşımız olan Mehmet facebook'taki hesabına intiharına dair bir video bırakmış. Gerçek mi, değil mi bilmiyordu. Bana sorunca ben daha görmediğim için birşey diyemedim. Son birkaç gündür sabahları ilk baktığım şey olmaması için facebook'un, açmıyordum hemen. Girdim hemen hesabıma ve baktım videoya ve altındaki yorumlara. Oturduğu evi bulmasına yardımcı olan arkadaşı eve doğru gittiğini söylüyordu. Ama öncesinden ev sahibi gitmiş ve 'Malesef' diye yazmıştı. Beni arayan arkadaşım bir daha aradı. Gerçekmiş!

Ölüm. Çok gerçek. Belki de yaşayıp yaşayabileceğimiz en gerçek şey. Tek seferlik. İkincisi yok. Her an yanımızda. Her an aramızda. En mutlu olanı da alıyor, en mutsuzu da. En sağlıklı görüneni de alıyor. En sağlıksız ve hastayı da. Ayrım yapmıyor aralarından. Herkes eşit ölümün gözünden.

Mutsuz bir insanı nasıl anlarsınız?

Sürekli gülen, neşeli ve eğlenceli bir insanın intihara meyilli olduğunu, olabileceğini anlayabilir misiniz?

Ya da sürekli mutsuz, üzüntülü, depresif, negatif birinin yüz yaşına kadar yaşayabileceğini, intiharı hiçbir şekilde hayatında düşünmediğini, düşünmeyeceğini tasavvur edebilir misiniz?

Yıldız'da okurken, bir keresinde, A Blok kantinine çay almaya giderken bölümden Ali diye bir arkadaşıma denk geldim. Hemen gülerek selamlaştım. Bana şöyle demişti:

- Azem, seni her gördüğümde mutlu oluyorum. Canım sıkkın da olsa, üzülmüş de olsam, çok mutsuz da olsam senin o gülen yüzünü görünce mutlu oluyorum nedenini anlamadan.

Ben de:

- Çok sağol Ali, demiştim. Sen ve senin gibi arkadaşlar sayesinde ben de mutlu oluyorum.

Birkaç adım sonrasında ise kafamda bambaşka şeyler geçiyordu. "Bir bilsen içimde neler olup bittiğini" diye düşündüm. "Bir bilsen içimde ne fırtınalar koptuğunu. Aslında her zaman göründüğüm kadar mutlu olmayabildiğimi." diye geçirdim aklımdan.

İnsan dışarıya gülerken, kendi dışındaki insanları mutlu ederken birşeyi atlayabiliyor. Kendisini mutlu etmeyi. "Azem, önce sen mutlu olacaksın ki başkalarını da mutlu edebilesin. Sen mutlu olmazsan başkasını nasıl mutlu edebilirsin ki?" demişti Neşe bundan 11 sene önce. Çok ağır bir ayrılık sonrasında hayatımda ilk kez yaşadığım depresyon döneminde demişti bunu bana. Hep kendimden önce O'nu düşünmüştüm. Neşe'nin bu sözünden sonra anlamıştım, aslında önce kendim mutlu olmam gerektiğini. Sen mutlu olmazsan, başkasını nasıl mutlu edesin?

Biraz bencil gelebilir bu yaklaşım ama gerçekten de öyle. Bir de duyguları yaşamak denen şey var. Hayat bir sinüs eğrisidir demiştim bir zamanlar. Elektrikte de alternatif akımı doğru akıma çevirirken kırpıcılar kullanırız. Böylece en tepe ve en dip noktalar törpülenir ve ne çok aşırı sevinçli ne de çok aşırı üzüntülü olursunuz. Hep dengeli gidersiniz. Halbuki hayat öyle birşey değil ki. Hayatta dip de var zirve de. Sürekli de bu ikisinin arasında gidip gelir insanoğlu. Dibi göremeden, orada gereken enerjiyi toplayamadan, çıkamaz ki insan zirveye!

Ben de çok iyi sayılmam duygularımı paylaşma konusunda. Çok nadir insanla paylaşırım. Bu biraz da insanın yapısıyla alakalı sanırım. Bilmiyorum..

Victor Hugo'nun bir kitabı vardır: Bir İdam Mahkumunun Son Günü, diye. Hikaye idam cezasına çarptırılmış bir mahkumun son günlerini, içinde bulunduğu ruhsal durumu suçuna dair pek de bilgi vermeden anlatıyor. Okuduğumda müthiş etkilemişti beni. Öleceğini bilen bir insanın içinden geçenler. Yaşadıkları. Korkuları. Düşünceleri. Öyle etkileyici şekilde vermişti ki bunları, idam cezasına bir kere daha karşı olmuştum, "devlet adam öldürmez, öldüremez" mantığıyla. İdam olacak olmak, öleceğini bilmek, başkasının elinden, başka birşey. Fakat insanın kendi hayatını sonlandırması bambaşka birşey.

Bir anda aklımdan geçti, ben bir şekilde "Son anlarımı yaşıyor olsaydım ne yapardım?" diye. Pişmanlıklarım neler olurdu acaba? Pişmanlık duyacağım şeyler yaptığım değil yapmadığım şeyler olurdu sanırım. Yapmak isteyip de yapmadığım, yapamadığım şeyler hakkında pişmanlık duyardım herhalde.

Kuzey ülkelerinde intihar oranları dünyanın diğer yerlerine göre daha yüksekmiş. Bu biraz da hayatının düzeninin tam olması, sorun olmamasıyla alakalı gibi. Tekdüze hayat yani. Dün yazmıştım, düzenin olduğu, işten çıktığımda eve saat tam kaçta varacağımı bildiğim bir yerde yaşamak hakkında. Gitmek isteğim hakkında. ABD'de insanlar da şirket gibi görülüyor. İflas verebiliyor insanlar. Ve böylece hayatlarına sıfırdan tekrar başlayabiliyorlar. İnsan, bence, mutsuz olduğu, sorunlar yaşadığı yerde çok durmamalı. Öncelikle kendi, sonra da çevresindekilerin iyiliği için bu. Gitmeli başka bir yere. Aynı ülke içinde olabilir de olmayabilir de. Maksat gitmek başka bir yerlere. Ve yeniden, sıfırdan yeni bir hayat kurmak. Yeniden doğmuş gibi. Tek farkı belli bir mesleğinin, yeteneğinin olması. Gerçi aynı işi de yapmak gerekmiyor o kadar da. Bir şekilde hayatını sürdürebilme şansının olması yeterli. Bunu Mehmet için söylemiyorum. Genel anlamda söylüyorum. Bırakıp gitmeli. Sıfırdan tekrar başlamalı hayatına. Başlamalı!

Dört gün sonra doğumgünüymüş. Benden bir gün önce. Belki de yeni yaşına girmeyi beklemeyecek kadar acelesi vardı. Yolun açık olsun Mehmet...

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gitmek

Gitmek lazım diyorum,
gitmek.
Dönmemecesine belki de.
Sonra dönmek yine..

Gidesim var yine


Gidesim var yine..
Bu kez daha uzun süreliğine ama. Gidip kalmak. Bir yerlerde. Öyle birkaç günlüğüne değil. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine gitmek. Uzaklaşmak buralardan. Gidip dinlemek kendimi. İçimi. Ruhumu. Çok yoruyor bu memleket insanı.

Sene 2002 sonları. Üç arkadaşımdan ikisi İspanya'ya, diğeri Avusturya'ya gitti. Ben de düşündüm sonra. Anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite derken onyedi senedir aralıksız okula gitmiştim. Okulu sevmemek değildi kafamdaki. Sadece eğitime biraz ara vermekti. Daha önce duymuştum bir yerde.:
Birkaç kişi yerli birini kılavuz olarak alıp Amazonlarda gitmek istedikleri yola doğru gidiyorlar. Hızla yol alıyorlar birkaç gün, arada ufak dinlenme molaları vererek. Sonra birden kılavuzları olan yerli yere oturuyor ve gözlerini kapatıyor. Adama sesleniyorlar, ses yok. Bekliyorlar akşama kadar. Yerli gözlerini açıyor. Soruyorlar niye öyle oturup kaldığını. Aceleleri olduğunu. Beklemeye çok tahammülerinin olmadığını. Yerli ise son birkaç günde çok hızlı gittiklerini ve ruhunun gerilerde kaldığını söylüyor. Ruhunun kendisine yetişmesi için beklediğini anlatıyor.

Benimki de öyle birşeydi. Yorulmuştu zihnim. Gerçekten yorulmuştu onca sene eğitilmekten. İşime yarayacak, yaramayacak bilgilerle dolmaktan yorulmuştum. Dinlenmek istiyordum. Dinlenip kafamı toparlamak. Belki de ruhumun beni tekrar yakalamasına yardımcı olmak. İzin vermek buna. Tatildi yapmak istediğim biraz da. Ya da "Mehr als Urlaub" yani Köln yerel dergisine verdiğim röportajda söylediğim gibi, "Tatilden daha fazlası" idi bulduğum. Güzel olmuştu. Dinlenmişti, hem bedenim hem de ruhum. İnsanın evden çıkıp işe gittiğinde işe varış saatini tam olarak bilmesinin neler yapabileceğini tezahür edebilir misiniz? Ben edebildim bunu. Hem de bundan 11 sene önce. Dakika şaşmazdı. Böylece hayatınızı düzene sokabiliyorsunuz. Elinizde olmayan konular düzenli ve yerli yerinde olunca, kalan herşey elinizde olmuş oluyor. Kızacak kimse ya da birşey yok.

Sonrasında zaman geçti tabii. Tekrar bir keşmekeşin içine girdim. Zaman geçti. Bitmesinin üstünden neredeyse on sene geçti. Bu on sene içinde yaşadığım keşmekeş, hayatın düzeninin değişmesi, bir orada, bir burada olmam, sürekli bir değişim, düzensizlik içinde düzensizlik, dengesizlik içinde dengesizlik derken bir de baktım bu son on sene beni önceki onyedi seneye göre daha çok yormuş sanki. Yaşın ilerlemesi de var bir yandan. Eski enerjim yok. Gülmek başka birşey. O hep var. Üç yaşındayken de vardı, yedi yaşındayken de, onyedimde de, yirmiyedimde de. Yetmişyedimde de olacak yine. Enerji başka birşey. O bazen var, bazen yok. Sinüs eğrisi gibi. Bir inip bir çıkıyor. Harmonikli sinüs eğrisi ama. Düzensiz çünkü.

Şimdilerde yine diyorum, gidesim var diye. Evet, var gidesim. Öyle birkaç günlüğüne değil ama. Birkaç aylığına da değil. Birkaç seneliğine. En azından bir sene olsa, gerçekten de güzel olacak. Düzenli, sakin, rahat bir yerde, düzenli, sakin, rahat bir hayat. Bol gezmeli, bol görmeli, bol fotoğraflı..

Sonunda mı? Sonunda yine kaosun merkezine dönüş: İstanbul'a dönüş..

Kim bilir?

10 Ekim 2014 Cuma

Tramvayda Akşam Giderken

Sene 2014, aylardan da Ekim. Arkadaşlarla eğlenceden dönmüştüm.Saat 23.45. Karaköy'deki mekandan çıkarken saate de bakınca eve en güzel ve zevkli tramvayla dönebileceğimi düşündüm. En yakındaki Fındıklı tramvay durağına doğru gidiyorken durağa yaklaşık 30m kadar kala tramvayın duraktan ayrılmak üzere olduğunu gördüm. Hemen koşturmaya başladım. Yolumun üstünde arabalar kırmızı ışıkta bekliyordu. Aralarından hızlı şekilde geçip tramvaya gittim. Tramvay sürücüsü beni farkedince durdu bir anlığına. Akbilimi bariyere okutmaya çalışırken bir an bi beklemek zorunda kaldım. Okuma sesini duyar duymaz da hemen bariyeri itip geçtim. O sırada da tramvayın bana en yakın kapısı açıldı ve bindim tramvaya. Elimle teşekkür etme işareti yapıp tramvay sürücüsüne, arkalara doğru ilerledim. Boş bir yer bulunda da pencere kenarına oturdum. Normalde hep koridor tarafını seçerken o akşam pencere kenarını seçmiştim. Belki de tramvay boş olduğundandı, bilmiyorum. Bindiğim, nispeten boş olan tramvayda tıngır mıngır denebilecek bir hızda, sakin bir şekilde gidiyorduk. Camdan bakınca geçtiğimiz durakları görüyordum. Bir yandan da gece yarısından sonra şehrin nasıl göründüğünü, tramvay camından. Durgun bir şehir görüntüsü vardı camda. Durgun ve güzel bir şehrin görüntüsü. Belki de dünyanın en güzel şehri diye düşündüm bir an..

Duraklardan geçerken fotoğraf çekmeye karar verdim. Hem de pek de sevmediğim bir yöntemle, cep telefonumun kamerasıyla.. Yine de güzel sayılabilecek fotoğraflar aldım. Güzeldi dışarısı. Mevsim de sonbahar olunca başka güzel oluyordu İstanbul geceleri bir başka güzeldi. Bir başka güzeldi, görmüş-geçirmiş, binlerce yılın yükünü sırtında taşıyan, ve aynı zamanda şarap gibi güzel bir kadın gibi..

Fotoğraf 1: Arkada Sultanahmet Tramvay Durağı

Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş.. Beyazıt durağından geçerken farkettim otobüsümün orada yolcu beklediğini ve birkaç dakika içinde de kalkacağını. Aklım 'Laleli durağında in ve hemen otobüsüne binip rahat rahat git evine!' derken kalbim 'Otur oturduğun yerde! Çıkar keyfini tramvay yolculuğunun!' dedi. Düşünmedim pek. Kalbimi dinledim. Çünkü ne olursa olsun, her zaman doğruyu söylerdi kalbim. Öylece devam ettim yoluma..Yolun keyfini çıkararak. Kafam bomboş ve tramvaya durduğu her durakta binenleri izleyerek..

Fotoğraf 2: Arkada Aya Sofya Müzesi Önü

Sene 2004, aylardan Şubat sanırım. Aradan çok zaman geçince, hatırlayamayabiliyor insan bazı detayları. Bir Salı gecesiydi. Gece de saat 01.13. Saate baktım. Tramvayımın geçmesine, son tramvayın geçmesine sadece 3 dakika vardı. Hemen kalktım, kabanımı alıp, arkadaşlara güzel geceler dileyip çıktım hemen. Üstüme kazağımı giymiştim ama kabanı giymeye fırsat yoktu. Koluma almıştım. Sırt çantamı da tek koluma atmış koşturuyordum. Bir yandan çıkışta güvenlik görevlilerine güzel geceler dileyip, diğer yandan da karın yağışını farkettim. Çok güzel, hafiften kar yağıyordu. Aynı filmlerdeki gibi..

Hepi topu 3dk zamanım vardı ve buranın tramvayları dakik olmasıyla ünlüydü. Yaklaşık 20m kala tramvayın durağa yanaştığını görünce daha bi hızlandı koşum. Tramvayın sürücüsüne işaret edip, önünden koşturup hemen bindim tramvaya son anda. Tabii herhangi bir bariyer ya da bilet kontrolü olmadığı için girişte, kolayca yetiştim tramvaya ve kolumdaki eşyalarımı ikili koltuklardan birine fırlatıp koridor tarafındaki koltuğa bıraktım kendimi. Rahatlamıştım.

Yanyana koltuklardan birinde oturan bir kızın bana baktığını farkettim. Başladık sohbet etmeye. Benim o heyecanlı ve nefes nefese halimi görünce dikkatini çekmişti. Gece son tramvaydaydık ve yol 42dk sürecekti. Arkadaşlarla eğlenceden çıktığımı ve saati son anda farkedince koşturmaya başladığımı söyledim. Biraz durup da dışarıdan kendi halimi düşününce komik gelmişti o halim bana da.. Tramvayın koltuklarından yarısından fazlası boştu. Kimisi tek başına, kimisi ise arkadaşı/sevgilisi/eşi ile oturuyordu. Sakindi tramvay ve sessizdi nispeten. O saatte herkesin yapmak istediği evine rahat rahat gidip uyumaktı artık.

Almanların soğuk insanlar olduğunu düşünen varsa Köln'e gitsin. Köln insanı farklıdır. Sıcaktır. Sohbeti sever. Tanımadığı insanlarla da.. Öyle bir sohbet ortamı oldu yol boyunca. Biraz sohbet, biraz sessizlik, biraz kendini dinleme ile evin yolundaydım..